Allah'ın, kendi sıfatlarını bizlere bildirmesindeki hikmet nedir? Kısaca bilgi verir misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
Allah’ın isim ve sıfatlarının sonsuz cemal ve kemalini görmek ve göstermek istemesi sırrınca şu mevcudatı esmâsına ayna olarak yaratmış ve bu aynalarda her bir sıfat ve ismini tecelli ettiriyor.. Önce bu aynalar üstünde icra ettiği sanatını kendi Ulûhiyet nazarı ile seyrediyor, daha sonra da seyirci nazarlar yaratıp onlara seyrettiriyor.
Bu seyretme ve seyrettirme işinde Allah’n zatına münasip mukaddes bir lezzeti vardır. Üstad buna "lezzet-i mukaddese” diyor, yani bizim anlamaktan çok uzak olduğumuz ve yine bizim tattığımız hiçbir lezzete benzemeyen İlâhî lezzet. İşte bütün kâinattaki faaliyet ve hareketin temelinde bu hikmet ve mana saklı.
Üstad Hazretleri; "lezzet-i kudsiye", "aşk-ı mukaddes", "ferah-ı münezzeh", "mesruriyet-i kudsiye" gibi şuunat ve sıfatları Cenab-ı Hak için kullanıyor. Bu sıfatlar ve hâller Allah’ın Zât’ına hastır; O’dan başka hiç kimse bilemez.
Ama bu hâl ve sıfatların çok gölgelerden geçmiş zayıf bir tecellisi insanın mahiyetinde de bulunabilir. Nasıl insan cüz’î ilim, irade ve kudret gibi sıfatlarla Allah’ın küllî sıfatlarını fehmedip ayna ve mazhar oluyorsa, aynı şekilde, meselâ, şefkat ve merhametiyle O’nun rahmetine ayine olabilir.
Cenab-ı Hakk’ın, birbirinden ayrı bütün isimlerinin farklı tecellilerini birlikte yaratmaktan duyduğu lezzet-i mukaddesesi her türlü tahminin ötesindedir. Yani, Allah, bir şeyi yaratmaktan aldığı lezzet-i mukaddese yanında, rızık vermekten, hayat ihsan etmekten, ikram etmekten, sûret vermekten, zalimleri cezalandırmaktan kısacası bütün fiillerini birlikte icra etmekten de mukaddes bir lezzet almakta ve bütün bunlar sırayla değil, beraber tahakkuk etmektedir. Bir anda ancak bir çeşit zevk tadabilen insanoğlu bu hadsiz ve birbirinden farklı lezzet-i mukaddesenin birlikte gerçekleşmesini aklına sığıştıramaz ve ancak “O İlâhî lezzetlerin insan anlayışından münezzeh olduğunu kabul etmekle” aklı ikna ve kalbi tatmin olur.
Üstadımız bu manaya şu şekilde işaret ediyor:
"O hikmetin birinci şubesi şudur ki: Faaliyetin her nev'i, cüz'î olsun küllî olsun, bir lezzet verir. Belki her faaliyette bir lezzet var. Belki faaliyet ayn-ı lezzettir. Belki faaliyet, ayn-ı lezzet olan vücudun tezahürüdür ve ayn-ı elem olan ademden tebâud ile silkinmesidir."
"Evet, her kabiliyet sahibi, bir faaliyetle kabiliyetinin inkişafını lezzetle takip eder. Her bir istidadın faaliyetle tezahür etmesi, bir lezzetten gelir ve bir lezzeti netice verir. Her bir kemal sahibi, faaliyetle kemâlâtının tezahürünü lezzetle takip eder."
"Madem her bir faaliyette böyle sevilir, istenilir bir kemal, bir lezzet vardır. Ve faaliyet dahi bir kemaldir. Ve madem zîhayat âleminde daimî ve ezelî bir hayattan neş'et eden hadsiz bir muhabbetin, nihayetsiz bir merhametin cilveleri görünüyor. Ve o cilveler gösteriyor ki, kendini böyle sevdiren ve seven ve şefkat edip lütuflarda bulunan Zâtın kudsiyetine lâyık ve vücub-u vücuduna münasip o hayat-ı sermediyenin muktezası olarak, hadsiz derecede -tabirde hata olmasın- bir aşk-ı lâhûtî, bir muhabbet-i kudsiye, bir lezzet-i mukaddese gibi şuûnât-ı kudsiye o hayat-ı akdeste var ki, o şuûnât böyle hadsiz faaliyetle ve nihayetsiz bir hallâkıyetle kâinatı daima tazelendiriyor, çalkalandırıyor, değiştiriyor."
"Sırr-ı kayyûmiyete bakan hadsiz faaliyet-i İlâhiyedeki hikmetin ikinci şubesi: Esmâ-i İlâhiyeye bakar. Malûmdur ki, her bir cemal sahibi, kendi cemâlini görmek ve göstermek ister. Her bir hüner sahibi, kendi hünerini teşhir ve ilân etmekle nazar-ı dikkati celb etmek ister ve sever. Ve hüneri gizli kalmış bir güzel hakikat ve güzel bir mânâ, meydana çıkmak ve müşterileri bulmak ister ve sever."
"Madem bu esaslı kaideler, her şeyde derecesine göre cereyan ediyor; elbette Cemîl-i Mutlak olan Zât-ı Kayyûm-u Zülcelâlin bin bir Esmâ-i Hüsnâsından her bir ismin, kâinatın şehadetiyle vecilvelerinin delâletiyle ve nakışlarının işaretiyle, her birisinin her bir mertebesinde hakikî bir hüsün, hakikî bir kemal, hakikî bir cemal ve gayet güzel bir hakikat, belki her bir ismin her bir mertebesinde hadsiz envâ-ı hüsünle hadsiz hakaik-i cemîle vardır."
"Madem bu esmânın kudsî cemallerini irâe eden aynaları ve güzel nakışlarını gösteren levhaları ve güzel hakikatlerini ifade eden sayfaları bu mevcudattır ve bu kâinattır. Elbette o daimî ve bâki esmâ, hadsiz cilvelerini ve nihayetsiz mânidar nakışlarını ve kitaplarını, hem müsemmâları olan Zât-ı Kayyûm-u Zülcelâlin nazar-ı müşahedesine, hem had ve hesaba gelmeyen zîruh ve zîşuur mahlûkatın nazar-ı mütalâasına göstermek ve nihayetli, mahdut bir şeyden nihayetsiz levhaları ve bir tek şahıstan pek çok şahısları ve bir hakikatten pek kesretli hakikatleri göstermek için, o aşk-ı mukaddes-i İlâhîye istinaden ve o sırr-ı kayyûmiyete binaen, kâinatı umumen ve mütemadiyen cilveleriyle tazelendiriyorlar, değiştiriyorlar."(1)
(1) bk. Lem'alar, Otuzuncu Lem'a, Altıncı Nükte.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar
s.a nasıl bir ressam, resimlerini seyretmek ve seyrettirmekten keyif duyarsa, Allah'da isim ve sıfatlarının mevcudat aynasındaki icralarını seyir edip, seyrettirmekten, mahiyetini bilemediğimiz bir keyif ve lezzet alıyor. İşte bu yüzden isim ve sıfatlarını görmek ve göstermek istiyor.