"Arkadaş! Kalb ile ruhun hastalığı nisbetinde felsefe ilimlerine meyil ve muhabbet ziyade olur. O hastalık marazı da ulûm-u akliyeye tevaggul etmek nisbetindedir." ifadesini izah eder misiniz?

Cevap

Değerli Kardeşimiz;

Her organın kendine mahsus bir vazifesi olduğu gibi, her hissin, her duygunun, akıl ve kalbin de kendilerine has vazifeleri vardır. Ve yine bir organın işini bir başka organ yapamadığı gibi, aklın işini hafıza, kalbin işini akıl göremez.

Akıl, bu varlık âleminin ve içindeki eşyanın ne olduğu ve ne vazife gördüğü konusunda söz söyleme kabiliyetine sahiptir. Bu vazifeyi hakkıyla yerine getiren bir akıl, bu hikmetli varlıkları ilim ve irade sahibi bir zatın yapmış olduğuna hükmeder.

Bu bilginin imana dönüşmesi için kalbin devreye girmesi gerekir. Aklın vazifesi anlamaktır; inanmak, sevmek, korkmak, muhabbet etmek, hayret etmek, …, kalbin sahasına girer. Akıl, nelerden ne gibi zararlar geleceğini tespit eder; korkmak, sığınmak, yardım dilemek de kalbin vazifesidir.

İşte ruh ve kalbi hasta olan insanlar, bu vazifeleri de aklın yapacağını zanneder, her şeyi aklın halledebileceği vehmine kapılırlar. Bu yanlış yol, onların ruhlarını doyurmaz, kalplerini tatmin etmez. Bu defa, tatmin olmanın yolunu yine aklî ilimlere dalmakta ve keşfettikleri bazı ilmî neticelerle övünmekte, insanlara üstünlük taslamakta, gururda, kibirde bulurlar. Bunlar ise zaten başlı başına birer hastalıktır.

Nur Külliyatı'nda "felsefe" kelimesi, ekseriyetle, "aklî ilimler" mânasına kullanılır. Kâinat kitabını Allah’ın eseri bilerek tetkik eden ve ondaki İlâhî sırları keşfetmeye gayret gösteren bir ilim adamı, bu gayretinin her safhasında hayret ve muhabbet yolunda durmadan ilerler; imanı, irfanı inkişaf eder. Bu zatta, kalb ile akıl birlikte yola çıkmışlar ve bu hayırlı arkadaşlıktan iki taraf da fayda görmüşlerdir.

Bu değerli insanların, diğerlerinden ayrı düşünülmesi gerektiği şu ifadelerle ortaya konulur:

“Risale-i Nur’un şiddetli tokat vurduğu ve hücum ettiği felsefe ise mutlak değildir, belki muzır kısmınadır.”(Emirdağ Lahikası, 134. Mektup)

Her şeyi ve her hâdiseyi akılla halletmeye çalışan kişiler, çoğu zaman çıkmaz sokaklarla karşılaşırlar. Akıllarının bir mana veremediği yahut inceliklerine eremediği işler, onları manevî hastalığın da eşiğine getirir. Bunları hikmetsiz ve manasız zannetmek bu hastalığın ilk alametidir. Bunu, yanlış bir hüküm takip eder. Sonunda, “bu işlerin tesadüfe bağlı, karışık şeyler olduğu” vehmine kapılırlar.

Bu kimseler şu hakikati unutmuşlardır:

Onların faydasız zannettiği bir şey yahut bir hâdise, bir başka varlık için büyük bir ehemmiyet arz edebilir. İnsan, yeryüzünün halifesidir, ama o ülkedeki her şeyden sadece halife istifade etmez. Şu var ki, başkalarının faydalanmaları da genellikle onun hesabına geçer.

Bu kişiler, sınırlı bir akılla, sadece bir sahada derinlik kazanmaya çalıştıkları için, milyonlarca bitki ve hayvan türünün bütün özelliklerine, vazifelerine ve insan hayatına yaptıkları dolaylı hizmetlere çoğu zaman nüfuz edemezler.

Buradaki felsefe kelimesi, liselerde yahut fakültelerde okullarda okutulan felsefe dersleri manasında değildir. Bu cümlede ve diğer birçok derste bu kelime aklî ilimler manasında kullanılmıştır.

Felsefeciler hayatın gayesini, aklın fonksiyonlarını, kâinatın ve içindeki hâdiselerin manalarını, Yaratıcıyı hiç düşünmeden, sadece kendi akıllarına göre tevil etmekle hataya düştükleri gibi, fen sahasındaki bilim adamları da bu kâinat kitabını aynı gafletle değerlendirdiklerinde benzer bir hataya düşerler.

Felsefe, aklı esas alan bir düşünce metodudur. Filozoflar, kâinatta olup biten bütün hâdiseleri sadece akılla anlamaya çalışırlar. Halbuki, itikat sahasında akıl, ancak vahyin ışığında hakikate ulaşabilir. Vahye tâbi olmayan filozofların hiç birisi kâmil manada doğru ve sağlam bir itikada ulaşamamış, taklitten öteye geçememişlerdir. Vahye tâbi olan avam bir müminin imanı, felsefe ve akla tâbi olmuş dâhi filozoflardan daha sağlamdır. Bu yüzden Üstad, "İbn-i Sina gibi filozoflar meslek itibari ile âdi bir mü’min derecesine çıkamıyor" diyor.

Bir insan ne kadar zeki, kabiliyetli, temiz, ince anlayışlı, ilim ve irfanda ileri olursa olsun yine de vahye ve peygambere muhtaçtır. İnsan, sadece aklını kullanarak varlıkları tanır ve vazifelerini bilir; fakat onların yaratılış gayelerini, tesbih ve ibadetlerini anlayamaz. Tevhid akidesi, hakikat-ı eşya, insanın ve kâinatın yaratılış gayesi gibi ulvî hakikatler, ancak vahiy ile anlaşılır ve bilinir. Hem bu kâinatın ve insanın yaratılışındaki âli maksatlar ve ilahî hikmetler ancak “yüksek dellal, doğru keşşaf, muhakkik üstad ve sadık muallim” olan başta Hz. Muhammed (s.a.v) olmak üzere diğer bütün peygamberlerle bilinir ve anlaşılır.

Burada şöyle bir sual akla geliyor: Fen ilimleriyle alâkadar olmak kalbe mutlaka zarar verir mi? Kalbimizi korumamız için bunlardan uzak kalmak mı gerekiyor?

Kâinatı kudret kalemiyle yazılmış bir kitap olarak gören, ondaki her varlığı Rabbanî bir mektup olarak kabul eden Üstad Hazretlerinin, bu kitabın anlaşılmasına karşı olacağı düşünülemez. O halde, konuyu Risalelerde sıkça nazara verilen “mâna-yı harfî ve mâna-yı ismî” meselesiyle tahlil etmek gerekiyor. Üstad Hazretleri kâinata esbab hesabına bakmanın hata olduğunu, Allah hesabına bakmanın ise marifet-i İlâhîye olduğunu nazara veriyor. Bunlardan birincisi mâna-yı ismiyle, ikincisi ise mâna-yı harfiyle bir bakıştır.

Mâna-yı ismî; bir şeye yaratıcısını düşünmeden sadece o şey namına bakmaktır. Meselâ, güneşin dünyadan bir milyon üç yüz bin defa daha büyük, hidrojen gazından ibaret bulunduğunu, hidrojenin helyuma dönüşmesiyle enerji ortaya çıktığını ve benzeri şeyleri söylemek, güneşten mâna-yı ismiyle bahsetmektir.

Güneşi Allah’ın harika bir eseri, Nur isminin aynası, kâinat misafirhanesinin lambası olarak görmek ise ona mâna-yı harfiyle bakmaktır. İnsan güneşe bu mânada baktığında kalbinde Allah’ın hem azamet ve kudretine, hem de hikmet ve rahmetine karşı bir hayret ve muhabbet duygusu uyanır. Artık böyle bir insanın, güneşin bütün hususiyetlerini en ince teferruatıyla incelemesi onun kalb ve ruhuna hiçbir zarar vermeyeceği gibi, aksine onun marifetini daha da artırır ve derinleştirir. Aksi halde, güneş hakkındaki bütün bilgileri onun güneşe olan hayranlığını ve hayretini artırmaktan ibaret kalır, bu ise onu İlâhî marifetten uzaklaştırır.

Demek ki, burada fen ilimlerine mâna-yı ismiyle bakanların o ilimlere daldıkça kalbî hastalıklara müptela olacakları ders verilmiş oluyor. Üstad Hazretleri, fen ilimlerini kâinat kitabındaki ince manaları araştırıp, ortaya koydukları için cevasis (casuslar) olarak tarif ve tavsif ediyor ve onların Hakîm isminin tecellilerini bize gösterdiklerine dikkat çekiyor. Buna göre, kâinat Allah’ın kitabı, bütün fen ilimleri de o kitaptaki hikmetlerin tefsiri gibidir. Kâinata bu manada baktıran bir Üstad, insanın fen ilimlerine daldıkça dalalete düşeceğini, yoldan çıkacağını söylemez.

Demek ki burada dikkat çekilen hakikat şudur: İnsan kâinata, tabiat kanunlarına ve âlemde cereyan eden hâdiselere Cenâb-ı Haktan gafil olarak baktığı takdirde, fen ilimlerine daldığı nisbette kalbi ve ruhu yaralanır, hastalanır.

Varlık âlemini ve onda cereyan eden hâdiseleri sahipsiz ve tesadüfe bağlı zannederek onlara kendi aklıyla tevil ve izah getirmeye kalkışmaktan birçok batıl fikrî ekoller ve cereyanlar ortaya çıkmıştır. Her şeyi madde ile açıklamaktan materyalizm; her şeyi evrimle izaha kalkışmaktan ise Darwinizm doğmuştur.

Kınalızade’nin çok güzel bir sözü vardır. Buyuruyor ki:

“İki nokta arasındaki düz çizgi bir tanedir. Ama iki nokta arasından sonsuz eğri çizgiler geçer.”

Metafizik sahada, İslâm’a zıt olan felsefî görüşlerin her biri eğri bir çizgidir. Batıl dinlerin ve dalalet fırkalarının da hepsi birer eğri çizgidirler.

Kalbin ve ruhun yaratıcısı şöyle buyuruyor:

“... Kalpler Allah’ı anmakla (bilmekle, hatırlamakla) tatmin olur.” (Ra'd Suresi, 13/28)

İnsanın mahiyeti, kâinata gönderiliş gayesi, eşyanın hakikati, hâdiselerin hikmeti gibi hususlarda İlâhî irşada istinad etmeyen ve peygamber tebliğiyle bilinmeyen hiçbir “tahmin, hayal ve zan” insan kalbini tatmin edemez ve edemiyor.

En büyük kalb hastalığı, küfür, şirk ve şüphedir. Onu büyük günahlar takip eder. Hasta kalplerin işlediği her bir günah, kapıldığı her bir yanlış telakki kalbi yaralıyor ve onu hasta ediyor. İşte kalbin mühürlenmesi, bu günah ve isyanlara ısrarla devam etme neticesinde doğru yola dönmenin imkânsızlaşmasını ifade eder.

Bu gibi kimseler hakkında Nur Külliyatında geçen şu ifade çok mühimdir:

"... Hayır ve salahı kabule liyakatı kalmaz."( Onuncu Söz, Dokuzuncu Hakikat)

Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü

Kategorileri:
Okunma sayısı : 20.402
Sayfayı Word veya Pdf indir
Bu içeriği faydalı buldunuz mu?

Yorumlar

feyyaz
Oldukça tatmin edici bir cevap ALLAH RAZI OLSUN yazandan
Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
ademnokta
Allah razı olsun yani.neticede biz aynı kastamonu nur talebelerine üstadın verdiği cevaptan yola çıkarak her fen bize Allah ı hatırlatıyor....
Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
barish

Degerli kardesim, Mantik kurallari icerisinde bir insanin yaptigi cikarimlar mesnetsiz ise o zaman o cikarimlarin cok kiymet-i harbiyesi yoktur. Ustadimizin da dedigi gibi Karadenizin batmis olma ihtimalinin varligi onun battigi manasina gelmez. Iste bu yuzden insanlarin bir kisminin yaptigi felese Ustadimiz tarafindan (ki onun da parcasi oldugu Islami gelenek de bunu soyler-bknz Gazali) mubah gorulmemistir. Iste bu yuzden ornegin Sofestailer hakkinda konusurken onlari ciddiye alma ihtiyaci duymayan Ustadimiz cogu zaman "bunu kendisini inkar eden Sofiler bile soylemez" der. Cunku onlar kainatta gorunen hakikatlere tamami ile mantikdisi bir noktadan yaklasip ondan sonra mantikla ilerlemeye calisirken kendi varliklarini da ve sonuc olarak kainatin varligini da nefyetmek zorunda kalmislardir. Iste burda soru inancin bu dogru aksiyomlara dayanan mantigin ne kadar kullanildigidir. Bu sekilde yapilan felsefe - ki o safsata degildir- Ustadimiz tarafindan kabul gormustur. Ikinci olarak insan saf mantikla dogrulanabilir sonuclar elde edemez. Ornek olarak hepimizin gozunde yeri olan yercekimi kanunu saf mantik ile dogrulanabilir degildir. Cunku gorunen alemde ve bu alemin icinde bizim elimizin ulastigi kisminda bu teorinin dogrulanabilirligi onun dogru oldugu manasina gelmez. Insan sadece gozlemlerinin uzerine modellemeler yapar ki bunlar mukemmel degildir. Ornegin bilimlerde bilim adami once data toplar ve topladigi data uzerinden yorum yapar. Yaptigi yorum hicbirzaman tam dogru olmamakla birlikte gozlemsel ve deneysel olarak kontrol edilebilir oldugundan bilim olarak kabul edilir(Iste aslinda evrim teorisinin en buyuk cikmazi da budur). Aslinda Ustadimiz belki de bu yuzden muslumanlarin fiziksel ilimler konusunda batidan egitim aldigini soyler. Ama aslinda problem olan da batida ve ya modern dunyada ilimsel sonuclarin kendileri degil onlarin tabi tutuldugu yorumlardir. Pozitivist felsefe ile maddi ilimlere yaklasan modern bilim dunyasi kendisi istedigi gibi yorumlar yaparken, ontolojik(kainata bakarak Allahin varligina ve Tevhide deliller bulan) cikarimlarin yapilamayacagini iddia eder. Oysa yine mantik olarak bu yaklasim en azindan kisilerin zihinlerine kelepce vurmak ve mantiga karsi savas acmaktir ki aslen bunu iddia edenlere "eger siz ontolojik sorgulamalarin yapilamayacagini iddia ediyorsaniz o zaman sizin elde ettigini en basit bilimsel sonuclari dahi sorgulamaniz lazimdir" denilebilir. Cunku hakikaten bizim "ilham" dedigimiz, mantik ilminde ingilizcesi ile "leap/esik" diye tabir edilen bir eldeki verilerin sonuclarini genelleme yaklasimi ilimlerde vardir. O zaman insanin kainat kitabini hallac edip oradan akla en uygun sonucu ontolojik manada cikarmasinda aslinda problem yoktur. Bu yuzden aslinda esbab/tabiat-perest olmamak kaydi ile maddi ilimler de kainattaki Adetullah dedigimiz Ilahi ilim ve hikmetleri aciklayip, insanlara faydali sonuclar elde etmesi hasebi ile aslen tefekkur bile sayilabilir. Selam ve dua ile...

Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
Ramazan çalışan

Sual kısmında "Arkadaş! Kalb ile ruhun hastalığı nisbetinde felsefe ilimlerine meyil ve muhabbet ziyade olur." Denilmiş. Cevap kısmında ise aklın ve kalbin vazifeleri harika bir şekilde izahı yapılmış. Ancak üstad kalb ve ruhuna ayrı ayrı zikrettiğine göre bunlarında hastalıkları ve vazifeleri ayrı ayrı olasa gerek diye düşünüyorum. Kalb ve ruhun ne gibi ayrı özellikleri, hastalıkları ve vazifeleri vardır? Bu konuda bir izah yaparmısınız?

Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.

BENZER SORULAR

Yükleniyor...