Bediüzzaman Hazretleri Ebu Talip ile ilgili “Cehennem’e gitse de; yine Cehennem içinde bir nevi hususî Cennet’i, onun hasenatına mükâfeten halkedebilir.” demektedir. Bu yaklaşıma gelen tenkitlere cevap verebilir misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
İddia:
Onlarca rivayet vardır ki, EbuTtalip, imansız göçmüştür. Bunlar...
İddiaya Cevap:
İtirazcının yer verdiği hadislerin özeti, Ebu Talib’in imana gelmediğidir. Sanki Bediüzzaman Hazretleri onun imanla öldüğünü iddia etmiş gibi bir nevi cevap olarak bu hadis rivayetlerinin serdedilmiş olması, zaman israfından başka hiçbir işe yaramamaktadır. Çünkü, Bediüzzaman’ın “Fakat benim kalbime gelen budur ki: Ebû Tâlib, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın Risaletini değil; şahsını, zâtını gayet ciddî severdi… Ebû Tâlib’in; inkâra ve inâda değil, belki hicab ve asabiyet-i kavmiye gibi hissiyata binaen, makûl bir îmân getirmemesi…” şeklindeki ifadesini okuyan herkes, onun Ebu Talib hakkındaki -tevile mahal bırakmayan- görüşünü açıkça görür.
Buna rağmen, Bediüzzaman’a cevap veriyorum diye “Ebu Talib’in imanla kabre gitmediğine…” dair deliller ortaya koymaya çalışmak, mantık açısından anlaşılır bir şey değildir.
- Bedüzzaman hazretlerinin Ebu Talib içi kullandığı “Hususî Cehennem’i, hususî bir nevi Cennet’e çevirebilir…” şeklindeki ifadesi, bir çok hususta hususiyet arz etmektedir.
İddia:
Resulullah (s.a.v.)’ın yanında amcası Ebu Talib anıldı da:
"Kıyamet gününde şefaatimin amcama fayda vereceğini umarım. Şefaatimle amcam, topuklarına ulaşabilen ateşten bir çukura konulur da o çukurda dimağının aslı kaynar." buyurdu.
Abbas b. Abdulmuttalib (r.a.):
- Ey Allah’ın Elçisi! Amcam Ebu Talib’e herhangi bir şeyle yarar sağladın mı? Çünkü o, daima seni korur ve senin için düşmanlarına karşı öfkelenirdi, dedi. Resulullah (s.a.v.):
- Evet, o şimdi dibi topuklarına kadar olan ateşten bir çukur içindedir. Ben olmasaydım, muhakkak cehennemin en derin çukurunda olacaktı, buyurdu.
İddiaya Cevap:
İşte bu sahih hadis bile tek başına bir delildir ki, cehennem Ebu Talib için hususî bir nevi cennet olabilir. Çünkü, boğazına kadar ateşte yanan kimselere nispeten, topuklarına kadar ateşte olmak bir nevi hususî cennettir (bu konu birkaç paragraf aşağıda daha detaylı bir şekilde incelenmiştir).
Bediüzzaman’ın “bir nevi cennet” demesi, bu nisbî hakikate işarettir. Cehennem’in yedi tabaka olması ve günahkâr müminlerin en hafif olan yer de olması hususu Ehl-i sünnet alimlerinin kabul ettiği bir gerçektir ve ilahî adaletin de bir gereğidir. “İnkâra ve inâda değil, belki hicab ve asabiyet-i kavmiye gibi hissiyata binaen, makûl bir îmân etmeyen Ebû Tâlib’in, Hz. Peygamber (asv)’e hayatı boyunca sahip çıkması, tebliğ görevini rahatça yapması için gereken desteği vermesinden dolayı Cehennem içinde kendisine cehnnemin en hafif bir tabakasında, adeta bir nevi hususî Cennet’i Allah’ın ona lutfetmesi, Hz. Peygamber (asv)’e gösterilen Allah’ın inayeti ve değer vermesinden başka bunun ne zararı var ki!..
- Zerre miskal kadar imanı bulunan kimselerin sonunda cehennemden çıkacakları hususu, değişik sahih hadislerin verdiği bilgiler arasındadır. Acaba hayatı boyunca Hz. Muhammed (a.s.m)’in bütün söylediklerinin doğru olduğunu söyleyen ve bütün halkı karşısına alma pahasına ona sahip çıkan ve ölüm anında dahi “Eğer kureyş kadınları, ölümden korktu da iman etti, demelerinden (korkmuş) olmasaydım, iman ederdim...” diyerek, manen bir zerre de olsa kalbinde bir iman kıvılcımı taşıdığını gösteren Ebu Talib’in değil cehennemde hususî bir cennet, belki bizzat zerre kadar imanı olan zümre ile beraber gerçek cennete girme ihtimalini düşünmek, ilgili hadislerle çelişen bir durum olduğunu düşünmüyoruz. Çünkü, hadislerde konunun ilk basamağı, cennete gidip gitmeyeceği ile alakalıdır.
- Hadiste, Hz. Peygamber (a.s.m)’in Ebu Talib’in azabının hafif oluşunu kendine yaptığı hizmete bağlaması, çok mânidardır. İmanı olmamasına rağmen Hz. Peygamber (asv)’e yaptığı hizmetten ötürü bir nevi mükâfat kazanması, bir nevi cennet-i hususiyeye mazhar olması, Bediüzzaman’ın söylediklerini doğrular mahiyettedir.
İddia:
Said Nursî, kendisine sorulan soruya âsarla cevap vermemiştir. Yanıtı, kendi reyinden ve zannından ibarettir. Oysa nassın olduğu konuda ne reye ne zanna yer vardır.
İddiaya Cevap:
Bilakis ortaya konan bilgiler ve hadisin ifadelerinden "cehennem içinde bir nevi hususî cennet"in mümkün olduğunu görmekteyiz. Çünkü yukarıdaki hadiste işaret edilen farklı seviyeler vardır:
“Ateş, onlardan (cehennemliklerden) bazılarını topuklarına kadar; bazılarını dizlerine kadar; bazılarını oturağına kadar; bazılarını da boğazına kadar saracaktır.”(1).
- Demek ki, Rahîm ve Hakîm olan Allah, aynı cehennemde aynı ateşte farklı insanlara farklı azabı verebiliyor. Aynı ateş ortamında bazılarını boğazlarına kadar ateşe gömerken, bazılarını sadece topuklarına kadar ateşe gömmesi, Allah’ın sonsuz kudretiyle cehennem içinde bir nevi hususî cenneti halk edebileceğini göstermektedir. Belki de topuklarından aşağı yanan kimse için cehennem -başkalarına nispeten- bizzat bir nevi cennet gibi oluyor.
İddia:
Said Nursî’nin bunu imkân dairesinde görmesi, onun Muhyiddin b. Arabî’nin cennet ve cehennem hakkındaki görüşlerinden etkilendiğinin açık bir göstergesidir.
İddiaya Cevap:
Muhyiddin b. Arabî’nin cennet hakkında farklı bir görüşü yoktur. Cehennem hakkında bilinen görüşü, belki de milyarlar seneden sonra kendi halkına bir nevi ünsiyetli bir hale dönüşmesi, balıkların denize alıştıkları gibi, onların da -Allah’ın rahmetinin gazabını geçmesinin bir tezahürü olarak- cehennemin ateşine alışacakları, cehennemin onlar için yaşanabilir bir hal alacağı noktasındadır. Halbuki, İbn Teymiye ve İbn Kayyım’in görüşlerine göre, cehennem bir gün tamamen ortadan kalkacaktır. Şimdi durum bu merkezde olduğu halde, Bediüzzaman’ın görüşünü, İbn teymiye’nin görüşüyle değil de, İbn Arabî’nin görüşleriyle karşılaştırılması, maneviyat ehline karşı yürütülen kampanyanın bir sonucudur.
İddia:
Bu görüşü sırf Ebu Talib’e has olarak ortaya koyması, onun aynı zamanda Şia’nın da tesiri altında olduğunu göstermektedir.
İddiaya Cevap:
Risale-i Nur’da Ehl-i beyt sevgisinin esas olması, Nur dairesinin Hz. Ali (ra), Hz. Hasan (ra) ve Hz. Hüseyin (ra)’in dairesi olması, Şia’nın -en az zahirî olarak- ehl-i beyt sevgisi meslekleriyle çakışmış olabilir. Fakat Risale-i Nur’da Ehl-i sünnetin haklı, Şiaların yanlış olduğu, Hz. Ali (ra)’in haklı, Hz. Muaviye (ra)’in hatalı olduğu açıkça ifade edilmiş olmasına rağmen, “Nur Risaleleri’nde gizli gizli Şia propagandası yapılmıştır ki, bu, onun sadece bir yüzüdür...” demek, bir art niyetin dışa vurumudur. Bu art niyetin kaynağı ise, Şialara karşı olmakla yetinmeyen belki Hz. Ali (ra) ve Ehl-i beytin sevgisini de hazmetmeyen Haricî, zihniyetin çağımızın Ekranına yansıyan bir tezahürüdür.
- Zaten tarih içerisinde İmam Azam, İmam Şafii gibi pek çok büyük İslam âliminin Şia sempatizanı olarak suçlanmasının altında yatan asıl neden de o meşum haricî zihniyettir.
Kaldı ki, zerre kadar basiret sahibi olan bir insan Bediüzzaman Hazretlerinin maksadı ile Şia’nın tarafgirliğinden kaynaklanan maksatlarının çok farklı olduğunu göreceketir. Şiîler’in Ebu Talib’i savunmaları onun Hz. Ali (ra)’in babası olması cihetiyledir. Oysa, Bdiüzzaman Hazretlerinin EbuTalibe karşı hayirhâh bir yaklaşım sergilemesi, onun Hz. Peygamber (a.s.m)’e karşı gösterdiği fedakârlık, beslediği sevgidir. Bu iki maksat arasında yerden göğe kadar fark olduğunu kör olmayan herkes görür."Size iki şey bırakıyorum; onlara temessük etseniz necat bulursunuz: biri Kitabullah, biri Âl-i Beytim."(2)
mealindeki hadis-i şerif Ehl-i beyt dairesinin ne kadar önemli olduğunu açıkça gösterdiği gibi, Ehl-i beytin bir dairesi olan Risale-i Nur hizmetinin ne kadar makbul olduğuna da işaret etmektedir. Aslında âl-i beytin muhabbetini esas almak şialardan çok Ehl-i sünnetin görevidir.
Çünkü, Bediüzaman’ın ifade ettiği gibi,“Sünnet-i Seniyyenin menbaı ve muhafızı ve her cihetle iltizam etmesiyle mükellef olan, Âl-i Beyt’tir. İşte bu sırra binaendir ki, Kitap ve Sünnete ittibâ ünvanıyla bu hakikat-i hadîsiye bildirilmiştir. Demek Âl-i Beytten, vazife-i risaletçe muradı, Sünnet-i Seniyyesidir. Sünnet-i Seniyyesine ittibâı terk eden, hakikî Âl-i Beytten olmadığı gibi, Âl-i Beyte hakikî dost da olamaz.”(3)
Şimdi Bediüzzaman’ın bu sözlerini okuyan kimsenin onun nasıl sünnet-i seniyyenin bir mudafii ve ne kadar güçlü bir Ehl-i sünnet alimi olduğunu idrak etmemesi mümkün mü?
Dipnotlar:
(1) bk. Müslim, Cennet, 12/33.
(2) bk. Tirmizî, Menâkıb: 31; Müsned, 3:14, 17, 26.
(3) bk. Lem’alar, Dördüncü Lem’a.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü