"Bence taklidin temelini atıp, ihtilâfâtı çıkarmakla, Mûtezile, Cebriye, Mürcie, Mücessime gibi dalâlet fırkalarını İslâmiyetten intâc eden mesâil-i diniyedeki istibdad-ı ilmîdir ve nefsü’l-emirde mukayyed olan şeyde ıtlaktır." İzahı?
Değerli Kardeşimiz;
Taklit ve baskının olduğu yerde, kalıpçılık ve taassup çıkar. Bu da ilim adamlarının özgürlük alanını kısıtlar; taassup ve baskı yüzünden farklı ve değişik düşünceleri dillendiremezler. İlim adamları fikirlerini dillendiremedikleri zaman, fikir ve düşünce dünyası donuklaşıp matlaşır ve terakki etmez. Bu da taassup ve cehalete kuvvet verir.
Halbuki meşverette ve hürriyette, insanlar yanlış da olsa fikirlerini beyan eder, doğru çabuk parlayıp gün yüzüne çıkar. Hatalı ve yanlış fikirler de düzelme imkanı bulur. Fikirler özgürce çarpıştığı zaman, hak ve hakikat daima galip gelip yanlışları bertaraf eder.
İlmi baskı, siyasi baskının veledidir. Evet, iktidarı elinde bulunduran siyasi otorite, kendi otoritesini sağlama almak için, farklı düşünce ve fikirlerden rahatsız olur ve onlara pek fırsat vermek istemez. Bu sebeple iktidar baskısı dolaylı olarak diğer alanlarda da baskıyı doğurur. Bu yüzden ilmi istibdat, siyasi istibdadın bir neticesi, bir sonucu olmasına kinayeten Üstad Hazretleri bahsi geçen yerde şöyle ifade ediyor:
“Evet, taklidin pederi ve istibdad-ı siyasînin veledi olan istibdad-ı ilmîdir ki, Cebriye, Râfıziye, Mûtezile gibi İslâmiyeti müşevveş eden fırkaları tevlid etmiştir...”(1)
Mukayyet, bir şeyin kayıtlı olması ve çerçevesinin çizilmiş olma halidir. Mesela, Allah hakkında ayet ve hadislerdeki müteşabih ifadeler kayıtlı iken, dalalet fırkaları bu kaydı kaldırıp ıtlak ettikleri (her şeye uyguladıkları) için, yani teşbih ve kinaye olan ifadeleri zahiri üzerine anladıkları için, tecsim ve teşbih bataklığına yuvarlanmışlardır.
Allah’ın mahlukata ait bir sıfat ile vasıflanması caiz değildir. Şayet Allah mahlukata ait bir sıfat ile tavsif edilmiş ise, bu tavsif mecaz ve teşbih ifade eder, yoksa zahiri ve hakiki manasını anlamak caiz olmaz. Nitekim Kur'an ve sünnette, Allah mahlukatın sıfatı ile tavsif edilmiştir; ama Ehl-i sünnet alimleri bu tavsifi tevil ve tabir etmişler, zahiri manasını anlamamışlardır.
Mesela, “yedullah”, “arşa istiva etti” tabirleri buna misal olarak gösterilebilir. Allah’ın elinin olması ve arşa oturmak tabirleri müteşabihdir, bir kinayedir. Yedullah; Allah’ın kudretine bir kinayedir, arşa istiva etti tabiri de Allah’ın kainat üzerindeki hakimiyetine bir teşbihtir. Yoksa bu tabirleri zahiri üzerine anlamak ve öylece tatbik etmek “Onun benzeri yok.” ayetine muhalif olacağı için küfür olur.
Kur'an ve sünnette geçen teşbih ve mecazi ifadeler, zahiri üzerine anlaşılmaz. Bu gibi teşbih ve mecazi ifadeler, Kur'an'ın aslına ve özüne uygun bir şekilde tevil ve tabir edilir. Bu bir Ehl-i sünnet kaidesidir. Tarihte bu şekilde yapmayıp, mecaz ve teşbihleri zahiri üzerine anlayan ve aynı ile tatbik eden müşebbihe ve mücessime gurupları çıkmıştır. Bunlar Allah’ı cisimleştirip, Allah’ı mahlukata benzeterek, İslam dairesinden huruç etmişlerdir. Bunlara benzememek için Ehl-i sünnetin bu kaidesini iyi özümseyip tatbik etmeliyiz.
Mecaz ve teşbih; soyut, uzak ve dağınık hakikatleri somutlaştıran, yakınlaştıran ve toplayan bir araçtır. İnsanların ekserisi avam olmasından dolayı soyut, uzak ve dağınık hakikatleri aklı ile göremiyor. Bu sebeple teşbih ve mecaz gibi vasıtalar ile avam insanlara soyut, uzak ve dağınık hakikatler; somut, yakın ve toplu bir şekle getiriliyor; ta ki insanların aklı bu hakikatleri rahatla görüp okuyabilsin. Bundan dolayı Kur’an ve sünnette mecaz ve teşbih metodu çokça kullanılmaktadır. Mecaz ve teşbihi amacının dışına çıkarıp, zahiri üzerine tatbik etmek tam bir cehalettir.
Bilinmeyen bir şey bilinen bir şey ile akla yaklaştırılır. Bu yaklaştırma işinde bilinen sadece bir vasıta ve araçtır, yoksa maksat ve esas değildir. Osmanlı devletini ayakta tutan iki unsur; askeriye ve ilmiye sınıfıdır sözü, en güzel; "Osmanlı kılıç ve kalem üstünde durur." sözü ile ifade edilir. Böyle teşbih ve mecazlarda üstün ve keskin bir ifade etme gücü ve sanatı vardır. Bunları yerinde kullanmak ve yerinde anlamak çok güzel bir anlama ve anlatma metodudur.
Demek ki, ilm-i istibdat ilmî meşverete muhtaçtır ki, fikirler sıkıntıdan kurtulsun. Yoksa bazı özel alanlar için kullanılan tabirleri genelleştirmeye, böylece insanları tehlikeye vardırmaya vesile olunabilir. Üstadımız bu bahsin devamında "Meşrutiyet-i ilmiye hakkıyla teessüs etse, meyl-i taharri-i hakikatin imdâdıyla, fünun-u sâdıkanın muâvenetiyle, insafın yardımıyla şu fırak-ı dâlle Ehl-i Sünnet ve Cemaate dahil olacakları kaviyyen me’mûldür." ifadesiyle Ehl-i sünnetin meşruti bir ilim halkasına sahip olduğu için istikameti muhafaza ettiğini, diğerleri de böyle bir meşrutiyet-i ilmiyeye sahip olduklarında ehl-i sünnete dahil olacaklarını ifade ediyor.
(1) bk. Münazarat, Sualler ve Cevaplar.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü