Cenab-ı Hakk'a suret giydirmek küfürdür diye biliyorum. Çünkü Cenab-ı Hak bizim bildiklerimizden münezzehtir. Ama ben Her Allah dediğimde bazı tarihi şahıslar aklımda canlanıyor. Risaleler ışığında değerlendirir misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
Allah’ı bir şeye benzetmek hem uzun ve ince bir konu olup, hem de ekser insanların umumi bir hastalığı olmasından, Üstad Hazretlerinin şu ifadelerinden yola çıkarak geniş bir izah yapmaya çalışalım:
İ'lem eyyühe'l-aziz! Cenab-ı Hakka malûm ve mâruf ünvanıyla bakacak olursan, meçhul ve menkûr olur. Çünkü, bu malûmiyet, örfî bir ülfet, taklidî bir sema'dır. Hakikati ilâm edecek bir ifade de değildir. Maahaza, o ünvanla fehme gelen mânâ, sıfât-ı mutlakayı beraberce alıp zihne ilka edemez. Ancak, Zât-ı Akdesi mülâhaza için bir nevi ünvandır. Amma Cenab-ı Hakka mevcud-u meçhul ünvanıyla bakılırsa, mârufiyet şuâları bir derece tebarüz eder. Ve kâinatta tecellî eden sıfât-ı mutlaka-i muhîta ile, bu mevsufun o ünvandan tulû etmesi ağır gelmez."(1)
Allah’a olan marifet ve bilmek iki türlüdür.
Birisi, Allah’ın isim ve sıfatlarının kainat ve mevcudat üstündeki tecellilerini okuyarak marifet kazanmaktır. İslam bu tarz marifeti emrediyor. İnsan bu marifet yönünde ne kadar derinleşip terakki ederse o kadar iyidir. Bu tarz marifetin de insanlar arasında derece ve makamı nihayetsizdir; ilmelyakîn, aynelyakîn ve hakkalyakîn gibi çok derece ve mertebeleri vardır.
İnsan Allah’ın her bir isminin tecellisini kainat aynasında okursa, marifeti de o oranda ziyadeleşir. Her bir isim ve sıfat Allah’ı farklı açıdan insana tanıtır. Bu yüzden bütün isimlerin penceresi ile Allah’a marifet kazanamayan birisinin marifeti nakıs ve eksiktir.
Allah’ı tanımaya çalışmanın diğer türü ise Zat-ı Akdesi muhakeme ve duygular vasıtası ile idrak etmeye çalışmaktır. İslam bunu yasaklamıştır. Zira insanın muhakeme ve duyguları Allah’ın Zat-ı Akdes’ini anlamakta aciz ve çaresizdir. İnsan ne kadar kendini zorlasa da Allah’ın Zat-ı Akdesini idrak edemez. Zira insan fani ve cüzi duygular ile donatılmıştır. Halbuki Allah’ın Zat-ı Akdesi ezeli ve ebedidir. Cüzi ve kayıtlı duygular ile sonsuz ve sınırsız bir varlığı idrak edip anlamak mümkün değildir. Bu yüzden insanın aklında ve muhakemesinde Allah’ın Zat-ı Akdesi hakkında ne varsa Allah o değildir hükmü, önemli bir hükümdür. Üstad Hazretlerinin naklettiği ifade ile
"İdrâk-i maâlî bu küçük akla gerekmez, / Zira bu terazi o kadar sıkleti çekmez."
İnsan zihni kayıtlı ve mukayyettir. Düşünürken ve tefekkür ederken, bu kayıtlar altında hareket eder. Kendisini bu kayıtlardan kurtarıp tecerrüt edemez. Bir şeyi anlamaya çalıştığı zaman, önce kendi nefsine kıyas eder. Şayet orada bir şey bulamaz ise, sair mevcudata kıyas eder. Orada da bir şey bulamaz ise, bütün mümkünata kıyas eder. Yani anlama ve kıyas etme gücü mahlukat ve mevcudatı aşamaz. Her şeyi mevcudat ve mahlukat kıstasları içinde muhakeme eder. Faraza Allah’ın Zatını düşünecek olsa, önce nefsine kıyaslar, sonra etrafındaki şeylere kıyas eder. En sonunda mümkünata kıyas eder, ondan ötesine gidemez.
Bu durumda insan zihnini çelik zırhlarla çevreleyen üç temel zırh ortaya çıkıyor.
Birinci zırh, insanın nefis merkezli hususi alemidir ki, insanın düşünüşünde en kayıtlayıcı faktördür. İnsan her şeyi nefsine kıyaslayarak düşünür. Nefis ise kesif ve maddenin en aşağı derecesidir. Bundan dolayı insan zihnini kendine hapseder. İnsanların ekserisi bu kayıtın içinde hapistir.
İkinci zırh, insanın etrafını çevreleyen hemcinsleridir. Yani insan nefsinden sonra her şeyi, etrafını çevreleyen türleri ile mukayese eder. Şayet düşündüğü şey hakkında kendi nefsinde bir şey bulamaz ise, etrafında bulmaya çalışır. İnsan, etrafında halkalanan her şey insanın zihnini sarmalayan bir zırh gibidir. Her insan bu zırhı delip de soyut düşünceyi yakalayamaz. İnsanların örfü, adetleri, gelenekleri, inançları bu zırhın kaplamaları gibidir. Bu kaplamaları aşıp müteal (aşkın, yüce) alemleri düşünmesi insan için çok zordur.
Üçüncüsü ise, insan zihnini en geniş dairede sarmalayan imkan dairesidir. Bu daire artık Halik ile mahluk sınırının en uç noktasıdır. Ama bir yönü ile de insan zihni açısından son duraktır. İnsan zihni için bundan ötesi diye bir şey yoktur.
İşte insan, tefekkürü ve düşüncesi en ileri nokta olarak bu imkan dairesine yanaşabilir. Buna da her insan muvaffak olamaz. Ancak zihni melekeleri harikulade olan dahi insanlar nadiren çıkar. Bir insan nefis dairesini aşsa, önüne hemcins dairesi çıkar. Onu da aşsa, önüne en çetin imkan zırhı çıkar ve orada takılır kalır.
Bu sebepten dolayı insan zihni, mevcudat ve imkan dairesinden münezzeh olan Allah’ın Zatını idrak edemez. Allah’ın Zatı diye insanın aklına ve zihnine ne geliyor ise, bu üç zırhın dairesinde olan bir tasavvurdan ibarettir. Yani insanların ekserisi mahluk ve mevcut olan bir şeye şaşırıp Allah diyor. Bu da insan açısından bir şirk, bir dalalettir.
Üstad Hazretlerinin Cenab-ı Hakk'a "malûm ve mâruf unvanıyla bakacak olursan, meçhul ve menkûr olur" demesi bu mana içindir. Yani Allah’ın Zatına malum ve bilinen bir şey gibi bakarsan, senin malum ve bilinen dediğin şey, aslında Allah değil, mahlukattan bir tasavvurdur. Bir mahluku ve mevcudu ilahlaştımaktır ki, bu da Allah’ı inkar etmek ve şirk demektir.
Zihinde oluşan bu malum ve maruf manasının temeli, yukarıda izah edildiği gibi, ya nefis dairesinde bir tasavvurdur, ya etrafını çevreleyen hemcinsinden bir esinlenmedir, ya da imkan dairesinden uzak bir düşüncedir. Hiçbir zaman Allah’ın kendisi değildir. Ekser insanların ilah diye kabul ettikleri şeylerin cismani putlardan ibaret olması meseleye ışık tutar. Taklidi sema demek, insanların zihnini çevreleyen kayıt ve sınırlamalardır. Yani insan zihninin düşünce kapasitesini tespit ve tayin eden kayıt ve sınırlamaların hepsine birden denir. Yukarıda bu kayıt ve sınıflandırmaları üç sınıf şeklinde incelemiştik.
"...Maahaza, o unvanla fehme gelen mânâ, sıfât-ı mutlakayı beraberce alıp zihne ilka edemez. Ancak, Zât-ı Akdesi mülâhaza için bir nevi unvandır..."
İnsanların zihninde ve tasavvurunda yerleşen İlah anlayışı mahlukat ve mevcudat cinsinden olduğu için, kainatta görünen mutlak İlahlık sıfatlarını üzerine alıp kaldıramaz. Yani kainatta eserleri ile sabit olan ebedi ve ezeli İlahi sıfatlar, insanın zihninde yerleşmiş olan ilkel İlah anlayışını kabul etmiyor. Sıfat ilahi ama ilahın kendisi mahluk olduğu için aralarında bir uyumsuzluk oluşuyor. İlahi sıfatları ancak ve ancak hakiki bir İlah üstüne alıp kaldırabilir. Bu da ancak İslam’ın emrettiği münezzeh ve mukaddes bir İlah anlayışı ile mümkündür. O zaman kainatta tezahür eden İlahi sıfatlar ile Allah’ın münezzeh Zatı arasında bir uyum ve ahenk olur. Bu yüzden İslam dini Allah’ın Zatını "mevcudu meçhul" olarak ilan ediyor. Allah mevcuttur, yani varlığı ve birliği katidir. Lakin Zatı ve mahiyeti itibari ile meçhuldür, yani Zatı ve mahiyeti insanlar tarafından bilinmesi imkansızdır. İşte böyle bir tasavvur neticesinde marifet pırıltıları açığa çıkar. Yoksa zihnimizde mutasavver bir ilah ile marifet pırıltıları değil, şirk karanlıkları başımıza üşüşür.
Özet olarak, insan zihninde oluşmuş, yani tasavvur edilmiş bir Allah anlayışı bütün kainatı kuşatan ilahi sıfatları üzerine alıp kaldıramaz, onlara kaynaklık edemez. Ama mevcudat ve mahlukattan münezzeh ve mukaddes olan ve mevcut ama meçhul bir Allah anlayışı, kainatta tecelli eden İlahi sıfatları üstüne alıp tam bir kaynak, tam bir medar olabilir.
"Evet, bütün kâinatı bir saray, bir ev gibi muntazam idare eden ve yıldızları zerreler gibi hikmetli ve kolay çeviren ve gezdiren ve zerrâtı muntazam memurlar gibi istihdam eden Zât-ı Akdes-i İlâhînin şerîki, nazîri, zıddı, niddi olmadığı gibi, لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَىْءٌ وَهُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ sırrıyla, sureti, misli, misali, şebîhi dahi olamaz. "(2)
Dipnotlar:
(1) bk. Mesnevî-i Nuriye, Habbe
(2) bk. Lem'alar, On Dördüncü Lem'a, İkinci Makam
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar
Ne kadar güzel bir izah olmuş.Kimin yazdığını öğrenmemizde bir sakınca var mı?