"Demek o fidanlık Mesnevî, turuk-u hafiye gibi enfüsî ve dahilî cihetinde çalışmış, kalb ve ruh içinde yol açmaya muvaffak olmuş. Bahçesi olan Risale-i Nur, hem enfüsî, hem ekseri cihetinde turuk-u cehriye gibi..." İzah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
Tefekkür, Allah’ın kâinat kitabında tecelli eden isim ve sıfatlarını okumaktır.
Tefekkür her varlık üzerinde Cenab-ı Hakk’ın sikkesini ve mührünü görüp asârını düşünmek, eşyaya mâna-yı harfî ile yani Allah namına bakmaktır.
Tefekkür her şey üstünde Allah’ın isim ve sıfatlarının nakışlarını ve tecellilerini görüp okumak ve bunları marifet ve muhabbete vasıta yapmaktır.
Tefekkür, kalbin ziyası ve aklın nurudur.
Tefekkür iki kısımdır. Biri enfüsî diğeri ise afakîdir. İnsanın kendi ruhuna ve bedenine takılan harika cihazları, duygu ve latifeleri düşünmesi enfüsî tefekkürdür. Kendisini kuşatan şu muhteşem âlemi okuyup düşünmesi ise afakî tefekkürdür. İşte insan gerek enfüsî gerekse afakî tefekkürle Cenab-ı Hakk’ın azametini, sonsuz kudretini, esmâ ve sıfatlarının tecellilerini müşahede eder.
Tefekkür çok mühim bir nafile ibadettir. Hadis-i Şerifte, bir saat tefekkürün bir sene nafile ibadetten daha hayırlı olduğu haber veriliyor. Ancak her şey gibi tefekkürün de bir ölçüsü ve bir kaidesi var. Üstad Hazretleri bu kaideyi şöyle ifade ediyor:
“Lâkin nefsinde, bâtınında, hususî ahvalinde tefekkür ettiğin zaman derinden derine tafsilat ile tedkikat yap. Fakat âfâkî, hâricî, umumî ahvâlâta teemmül ettiğin vakit sathî, icmalî düşün, tafsilâta geçme.” (Mesnevi-i Nuriye)
İnsan kendi organlarını, ruh dünyasını ve hususî ahvalini bütün tafsilatıyla düşünebilir. Meselâ, hangi organının ne gibi faydalar taşıdığını, kendisi için ne büyük bir nimet olduğunu tafsilatla düşündüğü gibi, aklının, hafızasının, hayalinin, görme, işitme, irade etme gibi sıfatlarının ne kadar büyük birer nimet olduğunu da derinlemesine tefekkür edebilir. Bu gibi düşünceler onun hayretini artırır, şükrünü ziyadeleştirir.
Öte yandan insan kendi hususî hallerini de bütün yönleriyle ele alıp, üzerinde kafa yorabilir. Hangi huyunun ıslaha muhtaç olduğunu, takva noktasında ne derece hassas bulunduğunu, ilim ve irfan konusundaki eksikliklerini en ince teferruatına kadar düşünebilir, inceleyebilir. Bütün yönleriyle geniş ve derin bir nefis muhasebesi yapabilir.
Ancak, gerek dış âlemdeki varlıkları, gerek umumî hâdiseleri düşündüğünde ölçü tamamen değişir. Bunlarda “sathî, icmalî düşünüp, tafsilâta geçmemek” esastır. Şöyle ki; Biz güneşin hikmetini, gözümüzün faydası kadar net biliriz, ama semada parlayan herhangi bir yıldızın yaratılış hikmetini aynı kesinlikle bilemeyiz. Şu var ki, semadaki bütün yıldızların hikmetlerini tafsilatıyla bilemesek de icmalî olarak biliriz ki bu kâinat İlâhî bir saraydır. Biz de o Sultan-ı Kâinatın misafirleriyiz. Bu misafirhanemizin;
“Tavanı, tebessüm eden yıldızlarla tenvir edilmiş gökyüzüdür. Tabanı ise, şarktan garba, gûnâ-gûn çiçeklerle süslendirilmiş yeryüzüdür.” (On Birinci Söz)
Astronomi âlimleri bu konuda bir derece tafsilata girebilirler. Onların da güçleri bir noktaya kadardır. Her bir insanın şu kâinat kitabının bütün konularında ihtisas sahibi olması mümkün değildir. Ama icmalî olarak herkes bütün ilim dallarını bir derece tefekkür edebilir.
Bu hakikate binaen, Kur’ân -ı Kerim’de kâinat hakkında icmalî bilgiler verilmiş, fennî tafsilata girilmemiştir.
“Ey insanlar! Sizi ve sizden evvelkileri yaratan Rabbinize ibadet ediniz ki, takvâ mertebesine vâsıl olasınız. Ve yine Rabbinize ibadet ediniz ki, arzı size döşek, semayı binanıza dam yapmış ve semâdan suları indirmiş ki, sizlere rızık olmak üzere yerden meyve ve sair gıdaları çıkartsın. ...” (Bakara Suresi, 21,22)
Bu icmalî mânalar bizi tefekküre, şükre, hayrete, muhabbete sevk etmek için yeterlidir. Konunun tafsilatına girildiğinde insan aklı her mahlûkun ve her hâdisenin bütün hikmetlerini ihata edemediği için çok yanlış düşüncelere sapabilir. İnsan o sınırlı aklına fazla güvenmekle bazı varlıkları hikmetsiz görür, bazı hâdiselerin altındaki rahmeti idrak edemez. Enaniyetini esas alarak yaptığı yanlış izahlar yahut ettiği itirazlar onun manevî çöküşüne yol açabilir.
Bu mevcudat içinde Allah’ın varlığına ve birliğine en büyük delil, en kısa ve en yakın yol insanın kendisidir. İnsan kendi nefsine ve mahiyetine dikkatle bakar ve tefekkür ederse, yüzlerce, belki binlerce harikulade esrarı görür ve Allah’ın en büyük eseri olduğunu idrak eder. İnsan, vücudundaki her bir âzanın binler hikmetini düşünüp tefekkür ederek kendini Rabbinin kulu ve mahlûku bilir. Kâinattaki her mahlûkun, insanın istifadesine göre yaratılmasını ibretle ve hayretle tefekkür eder.
Evet, insan şu “kâinat kitabının bir nüsha-i camiasıdır.” Ondaki her sahife, her cümle ve kelime nihayetsiz mânalar ihtiva eder. İnsanın bedeni maddeten küçük bir cüz’ ve cüz’î gibi görünse de ruh ve kalbinin ihtiva ettiği manevî latifeler ve duygular itibariyle kâinattan büyüktür. Zira kâinatta olan her şeyin numunesi insanda mevcut olduğu halde, insanda olan akıl ve duygular kâinatta yoktur.
İnsanın menşei olan o bir damla su içinde ne et, ne kemik, ne göz, ne kulak, hâsılı zahirî ve batınî hiçbir âza ve duygu, vücudundan hiçbir eser yok iken, nasıl oldu da o bir katre su tavırdan tavra değişip tekâmül ederek insan şeklini aldı? Nasıl gören ve işiten bir varlık haline geldi?
Üstad Hazretleri bu hakikati şöyle ifade etmiştir:
“Beni dahi menşeim olan bir katre sudan yaratan yaratmış, mu'cizane yapmış, kulağımı açıp gözümü takmış, kafama öyle bir dimağ, sineme öyle bir kalb, ağzıma öyle bir dil koymuş ki, o dimağ ve kalb ve dilde rahmetin umum hazinelerinde iddihar edilen bütün Rahmanî hediyeleri, atiyyeleri tartacak, bilecek yüzer mizancıkları, ölçücükleri ve esma-i hüsnanın nihayetsiz cilvelerinin definelerini açacak, anlayacak binler âletleri yaratmış, yapmış, yazmış; kokuların, tatların, renklerin adedince tarifeleri o âletlere yardımcı vermiş.” (Şualar, 4. Şua)
Kendisinin bir damla sudan yaratıldığını ve ona verilen zahirî ve batinî duyguların menfaatlerini düşünen bir insanın, Rabbine karşı marifet ve muhabbeti her an ziyadeleşir ve kendi aciz kudretine medet veren sonsuz bir merhamet ve inayet sahibi bir kudret-i kâmilenin mevcut olduğunu idrak eder.
İnsan, kendi nefsini derinden derine tefekkür ettikten sonra, kâinattaki harika ve acip eserleri düşünmeye başlar. Güneş, ay, yıldızlar gezegenler, bağlar, bahçeler, sular, toprak, hava vesaire hepsi Allah’ın varlığına ve birliğine işaret eden âfakî delillerdir. Kâinattaki bütün eşya, hikmet ve inayet lisanı ile bize Allah’ı anlatır, O’nun kudsî isim ve sıfatlarını tanıttırır. Kur’ân’da tevhidin ispatı sadedinde zikredilen ekser âyetler bu nevidendir. Risale-i Nurların ekser risaleleri, hususan Ayet-ül Kübra ve Otuz Üç Pencere risaleleri bu kabil delillerden bahseder.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar