"Eğer Hazret-i Âdem cennette kalsaydı, melek gibi makamı sabit kalırdı; istidadat-ı beşeriye inkişaf etmezdi." diyor Üstad. Ayette de "Allah size bu ağacı sırf melek olursunuz veya ebedi kalanlardan olursunuz diye yasakladı." deniyor; izahı nasıldır?

Cevap

Değerli Kardeşimiz;

Evvela Kur’an ve hadislerde geçen hikâye ve temsiller, asıl maksat olmayıp, asıl maksada götüren ipuçlarıdır. Temsil ve hikâyelerin asıl gayesi anlaşılması zor olan derin hakikatleri ve ince meseleleri akla yaklaştırmak ve anlaşılmasını kolaylaştırmaktır.

İşte Kur’an’ın ve onun bir manevi tefsiri olan Risale-i Nurların çokça temsil ve hikâye metoduna başvurması, bu sebepledir. Zira Kur’an’ın muhatab kitlesinin ekserisi avam insanlardır. Hâl böyle olunca, Kur’an avam insanların fehmine göre, onların fikir ve hissiyatlarını okşayan temsil ve hikâyeler ile tenezzül ediyor, misaller getiriyor.

Çıplak gözle göremediğimizde bir cismi yakınlaştırmak için dürbün kullanırız. Derin ve ince şeyleri görebilmek için mikroskoba müracaat ederiz. Dağınık ışıkları toplamak için mercek kullanırız. Aynı şekilde derin hakikatleri, ince, derin, uzak ve dağınık manaları anlamak ve görebilmek için de temsil, mecaz ve hikâye metotlarını kullanmak gerekiyor.

Hikâyeler asıl mananın daha iyi anlaşılması ve daha yakından temaşa edilmesi için birer dürbün vazifesi yaparlar. Hikâyede anlatılanlar vakıa mutabık olmasalar da verilen dersin hak ve hakikat olmasını etkilemez. Bazı mürşitlerin hayvanları konuşturarak çok hikmetli dersler verdikleri görülmektedir. Bu misallerde hayvanların konuşmaları vakıa mutabık değildir, ancak o hikâye ile verilen dersler hakikattirler.

Kıyas-ı temsilî usulü; kâinatta söz konusu olan umumî bir kaideyi belli bir eşyada cüz’î olarak tesbit edip, o kaidenin aynı sınıfa giren tüm cüzlerinde de geçerli olduğu neticesine ulaşmayı hedefler. Güneş'in nurlu bir varlık olmasından dolayı her parlak şeyde yansıması, cüz’î bir kaidedir. Bu kaideden hareketle “Her nuranî varlık parlak şeylerde yansıyabilir” küllî neticeye ulaşılabilir. Bu kaideyi mantığın genel prensiplerine göre, kıyasın ya tüme varım (istikra’), ya da temsilin alt bölümlerinden birine dâhil edebiliriz.

Kıyas-ı temsilînin en parlak yüzü küllîyi cüz’îde bulmak ve daha sonra külliyete intikal etmektir. Çok insan bir anda küllîye intikal edemez, ama cüz’îden külliye intikal edebilir. Zira küllînin can damarının birisi cüz’îde de atıyor. İşte kıyas-ı temsilî cüz’îde atan bu damarı tutturmak ile bütün vücudun damarlarına intikal ettirip, diğer sahaları da fark ettiriyor.

İnsan cüz’î, insanlık ise küllîdir. Bir insandaki açlık hissi, bütün insanlarda da olduğunu gösterir. Bunu ispat etmek için bütün insanları tek tek dolaşmaya lüzum yoktur, zaten bunu yapmak mümkün değildir. Öyle ise insanlığın bir ferdini temsil getirip, bütün insanlığa intikal etmek en sağlam ve kat’î bir yoldur, denilebilir.

Kur’an’daki bütün temsiller ve hadiseler kâinatta mevcut olan küllî kanun ve kaidelerin uçları ve cüz’îleri mesabesinde olduğu için, ehemmiyeti olmayan hikâye ve temsiller ile karıştırılmamalıdır. Hazret-i Âdem (as)’in macerası, meleklerin secde etmesi, yasak meyveyi yemesi, şeytanın isyanı gibi hadiselerin hepsi kâinatta var olan küllî hakikatlerin ip uçları, temsilleridir.

Bu küçük hadiseler üzerinden hakikate gidilebilir. Ancak yaratılış gibi asıl gaye ve mânalar bu küçük hikâyeler ile izah edilemezler. Yani Hazret-i Âdem (a.s)’in bir meyve yemesi üzerinden kâinat ve içindeki muazzam hakikatler izah edilemezler. Ancak o hakikatlere kapılar aralanır.

Risale-i Nurlar hikâye ve hadiselerle meşgul olmayıp, onların arkasındaki muazzam hakikatlere bakıyor ve nazarları ona çeviriyor.

Mesela, Allah’ın bir ve tek olduğu halde, sayısız mahlukatı aynı anda muazzam bir tedbir ve tasarruf ile karıştırmadan ve yanılmadan idare etmesini akıl hiçbir zaman ihata ile idrak edemez. Ama temsil ve misaller ile bu müşkül mesele akla kabul ettirilebilir ya da aklın hayret sancısı ve idrak hazımsızlığı giderilebilir. Teşbih ve temsil yerinde ve ayarında kullanıldığı zaman, mübalağa değil, ayn-ı hakikat oluyor. Bu tarz, edebiyat âleminde cari ve yaygın bir usuldür.

İşte Hz. Âdem’in cennetten ihraç edilme hadisesi tamamen ilahi kaderin planıdır. Yoksa koca kâinatın nizamı maksadsız ve gayesiz bir şekilde o cüz’î hadise üzerinden tesadüfen şekillenmiyor. Yani Allah, -haşa- "Bekleyelim bakalım Âdem (as) meyveyi yer mi, yemez mi? Yapacaklarımızı ona göre şekillendiririz." garabeti ile hareket etmiyor. Allah’ın ilahi bir takdiri var ve bu hadise bu plan içinde küçük bir çakıl taşı mesabesindedir. Bizler bu hadiseyi ilahi bir takdir ve kader olarak tevil etmeliyiz.

Bu konuya ışık tutacak şu hadis çok manidardır: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

"Hz. Âdem ve Musa aleyhimasselam münakaşa ettiler. Musa, Âdem'e: 'İşlediğin günahla insanları cennetten çıkaran ve onları şekavete (bedbahtlığa) atan sensin değil mi!' dedi. Âdem de Musa'ya: 'Sen, Allah'ın risalet vermek suretiyle seçtiği ve hususi kelamına mazhar kıldığı kimse ol da daha yaratılmamdan (kırk yıl) önce Allah'ın bana yazdığı bir işten dolayı beni ayıplamaya kalk (bu olacak şey değil)!' diye cevap verdi." Resulullah devamla dedi ki: "Hz. Âdem Musa'yı ilzam etti!" [Buhârî, Kader 11, Enbiya 31, Tefsir, Taha 1, 3, Tevhid 37; Müslim, Kader 13, (2652); Muvatta, Kader 1, (2, 898); Ebu Davud, Sünnet 17, (4701); Tirmizî, Kader 2, (2135).]

İkinci husus, insan iman ve ibadet sayesinde nihayetsiz terakki ederek, meleklerin fevkine çıkabilecek bir mahiyete ve istidada sahiptir. Şayet Hazret-i Âdem (as) o meyveyi yemeyip cennette kalsa idi, insanın gizli olan cevherleri açığa çıkamayacak ve sabit bir makamda kalacaktı. Bu ise İlahî maksada zıt bir husustur.

Diğer bir bakış açısı olarak, fena ve fâni birisinden güzel ve doğru bir söz sadır olduğu zaman, o söze batıl ve yanlış demek uygun olmaz. Faraza şeytan bu ifadelerinde doğru söylemiş olsa, bu doğruyu ifade etmekte neden sakınca olsun. Mesela, Marks işçi haklarından bahsediyor diye işçi haklarına sırt çevirmek yanlış olur.

Netice olarak, eğri şeytanın doğru sözüne eğri demek gerekmez ve yanlış olur. Üstad, "Fena ve fâni bir adamın şöyle baki bir sözü vardır." derken, bu manayı kastediyor, diye anlıyoruz.

Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü

Kategorileri:
Okunma sayısı : 7.088
Sayfayı Word veya Pdf indir
Bu içeriği faydalı buldunuz mu?

BENZER SORULAR

Yükleniyor...