"Eğer her şey Cenâb-ı Hakk'a isnad edilmezse, bir ân-ı vahidde, gayr-ı mütenahî ilâhların ispatı lâzım gelir. Ve bütün zerrat-ı kâinattan daha çok olan şu ilâhların her birisi, bütün ilâhlara hem zıd, hem misil olması lâzım geliyor." İzah eder misiniz?

Cevap

Değerli Kardeşimiz;

Varlık âleminde bir anda sonsuz işler icra ediliyor. Bunların her biri bütün kâinatla alâkalı olduğu ve her birinin yapılması sonsuz kudreti ve mutlak iradeyi gerektirdiğinden bütün kâinatın yaratıcısı olan Allah’a iman edilmediği takdirde, bu eşya adedince ilahların kabul edilmesi lazım geliyor.

Bu kâinattaki eşyanın icadı ayrı İlahlara verilemez. Zira onda yaratılan varlıklar, nice farklı âlemlerin birlikte vazife görmeleriyle vücuda gelmektedirler. Fatiha Suresi’nin başında Allah’ın Rabbü’l-âlemîn olduğunun evvela zikredilmesi şirkin bütün çeşitlerini ortadan kaldırmaktadır. Zira bu âlemin tümü bir terbiyeden geçmiş ve böylece bir fabrika, bir saray hüviyetini kazanmıştır. Bu fabrikadan çıkan her mahsul ve bu saraya gelen her bir misafir bütün bir kâinatla irtibat halindedir. Ve onun terbiyesi topyekûn kâinatın terbiyesiyle olmaktadır.

O halde, bu âlemde birbirine misil iki ilah bulunamaz. Başka bir risalede beyan edildiği gibi; “Her şey her şeyle bağlıdır.” “Her şeyi yaratamayan bir şeyi yaratamaz.”

Aynı rütbe ve makamda olan bir bölük asker düşünelim. Bu askerlerin mükemmel bir vaziyet ve nizam teşkil etmesi gerekiyor. Bu vaziyet ve nizamın olabilmesi iki türlü olabilir; birisi bir komutanın hariçten emir vermesi. Diğeri ise aynı rütbe ve makamda olan askerlerin birbirine hükmedip hem komutan hem de asker görevi yapması.

İkinci şık hem imkânsız hem de akıl dışıdır. Zira bir askerin hem er, hem de komutan olması; iki zıddın bir arada olmasıdır ki, bu imkânsızdır. Tıpkı bir şeyin eş zamanlı olarak hem var, hem de yok olması gibi.

İşte misil olması, asker olması mânasında; hâkimiyet noktasında zıt olması ise, komutan mânasında kullanılmıştır. Yani asker, o nizam ve vaziyete girebilmek için hem emir alan bir er olacak, hem de emir veren bir komutan. Ama hariçten bir komutan bir emirle çok kolaylıkla o askerleri nizama sokar ve istediği vaziyeti verebilir. Zira komutan, rütbe ve makam olarak askerlerden farklıdır. Askerlerin kayıt ve kaideleri komutanı bağlamaz.

“Bir adamdan birkaç şeyin sudûru, birkaç adamdan bir şeyin sudûrundan daha ehvendir.” (Mesnevi-i Nuriye)

Bir adamın üç cümle yazması, üç adamın bir cümle yazmalarından çok daha kolaydır. Zaten şuursuz ve iradesiz olan sebepler bir araya gelerek istişare suretinde bir yazı yazmaya, meselâ, bir arı yapmaya karar veremezler. Ama o mahlûkları birer sebep ve vasıta olarak yaratan Allah, onların eliyle bir arıyı gayet kolay yaratır; annede bebek, ağaçta meyve yarattığı gibi.

Zerreler de misaldeki askerler gibidir. Şayet elmanın vücudundaki çalışan zerreleri, -hâşâ- elmanın sanatkârı ve yaratıcısı olarak kabul edersek, o zerrelerin hem ilah hem de mahlûk olmaları gerekir. Zira elmanın teşekkülü için hem emir alacak, hem de emir verecek bir vaziyete girmesi gerekir ki, bu da tam bir safsatadır.

İnsan bedeninde görev yapan bir zerrenin bütün bedeni ihata eden bir ilmi olması gerekir. Beden ise hava ve sudan, Güneş’e, Ay’a, mevsimlere kadar bütün kâinatla irtibat halinde bulunduğundan bütün kâinatı ihata eden bir ilim ve kudret lazımdır ki o zerreler bir araya gelerek söz konusu bedeni teşkil edebilsinler. Bunun için, “Her bir zerrede, Vâcibü’l-Vücudun sıfatlarını farz etmek lâzım geliyor.”

Allah’ın bütün sıfatları muhittir, bütün varlık âlemini kaplamıştır. Hava unsurunun bütün ciğerlerde dolaşması, Güneş ışığının kendisine mukabil gelen bütün gözlere ışık vermesi, Muhit isminin birer tecellisiyle tahakkuk etmektedir.

Bir damla su, zatında ışık sahibi değilken, Güneş’e yüzünü çevirdiğinde ışığa, yedi renge ve ısıya sahip olabildiği gibi, zerreler de ilimden, iradeden ve kuvvetten yana hiçbir nasipleri olmadığı halde, Allah’ın kudretine mazhar olduklarında “esbabın binler lem’asından ve esbabın sultanından daha” fazla işler görürler.

Şimdi şöyle bir düşünelim: Meyveyi ağacın yaptığını söyleyenler o kuru ağaca bir şuur, bir istek, bir irade ve kudret yüklemiş olmuyorlar mı? Böyle bir düşüncenin hakikatle hiçbir alâkası olamayacağını bütün akıl ve vicdanlar ittifak halinde haykırmıyorlar mı? Bu ağaç, meselâ, bir portakal ağacı olsun. Onun C vitamini taşıyan bir meyve vermesi için, evvela insanı tanıması, bedenin bu vitamine olan ihtiyacını bilmesi, sonra onun damak zevki, ağız yapısı, midesinin hazım gücü konularında teferruatlı bir bilgi sahibi olması gerekir ki, tadıyla, vitaminiyle, yumuşaklığıyla tam insana uygun bir eser ortaya koyabilsin.

Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü

Kategorileri:
Okunma sayısı : 4.345
Sayfayı Word veya Pdf indir
Bu içeriği faydalı buldunuz mu?

BENZER SORULAR

Yükleniyor...