Ene nefsin bir cüz'ü müdür? Ene berzahtır, mahluk değildir, diyor; öyle ise ene nedir? Mahluk değilse o zaman nedir; vücudu var mıdır?

Cevap

Değerli Kardeşimiz;

Üstad Hazretlerinin şu ifadeleri meseleye ışık tutar mahiyettedir:

"Hülâsa: Ene, haddizatında bir hava, bir buhar gibi iken, verilen ehemmiyete göre mâyi haline gelir. Sonra ülfetle kalınlaşır. Sonra gaflet ve isyan ile öyle kalınlaşır ki, sahibini yutar. Halkı, esbabı da kendisine kıyas ederek Hâlıkın evâmirine mübarezeye başlar. Küçük âlemde, yani insanda ene, büyük insanda, yani kâinatta tabiata benziyor. İkisi de tâğutlardandır."(1)

Bizdeki ene, yani benlik hissi hakiki değil, nispi ve itibaridir. Bu sebeple Allah ile mukayese edilmesi hakikat noktasında değil, itibari ve nispi bir noktadadır. "Bizim" diye sahiplendiğimiz cüzi kudret, ilim, mülk gibi şeyler haddizatında Allah’ındır. Biz sadece kıyas yapabilmek için mecazi bir şekilde "bizim" diye hissediyoruz. Hakimiyet ve malikiyet noktasında Allah’ın ne hakikat noktasında ne de itibari noktada bir benzeri ve zıddı yoktur.

İnsandaki görme, işitme, hissetme, kuvvet gibi şeyler hakikidir, ama Allah’ın isim ve sıfatlarının birer işleri, birer tecellileridir. Bizim bunları farazi ve hayali bir surette sahiplenmemiz ise Allah’ın sonsuz sıfatlarını kıyas ile idrak etmek içindir. Yoksa insan bu cüzi, hakiki fiiller noktasından da tam bir teslimiyet ve cebir içindedir. Yani bunlara hakiki anlamda sahip ve malik değildir. İnsanın buradaki tek sorumluluğu Allah’ın sonsuz sıfatlarını kavramak için farazi bir temellük yapmasıdır. Şayet bu temellük, yani sahiplenme, felsefenin tesiri ile hakiki bir surete dönerse, kul kendini gerçek malik sayarsa, işte mesuliyet orada başlar. İnsan ince bir çizginin üstünde sağa kayarsa hakka gider, sola kayarsa batıla sapar.

İnsan, felsefeden aldığı var olma dersi ile farazi ve hayali olan benlik hissine vücut rengi verirse, Firavun olmaya kadar giderken, aynı farazi ve hayali benliğini Allah’ın isim ve sıfatlarında kullanırsa, bu kez de salih ve aziz bir kul olur. İnsandaki iman ve hidayet artıkça ene denilen sahiplenme duygusu incelir, altında Allah’ın isim ve sıfatları tebarüz etmeye başlar. Aynı ene küfür ya da gafletten gelen ülfet perdesi ile kalınlaşır, altında hakiki anlamda iş gören ve işleyen isimler görünmemeye başlar; insan kendi kendinin sahibi olduğunu zannetmeye vehmede ve derken, en sonunda da müstakil bir İlah olduğu vehmine kapılır. Nasıl afaki alem olan kainattaki tabiata materyalistler ilah diyorlarsa, aynı şekilde enfüsi alem olan eneye de materyalistler ilah diyorlar. Yani tabiat onların nazarında makro İlah iken, benlik ve ene de mikro İlah oluyor. Tabiatı küçültsen ene olur, eneyi büyütsen tabiat olur.

“Verilen ehemmiyet” tabiri, felsefenin batıl bakış açısını kabul edip hayatını da ona göre tasvir etmek anlamındadır. Yani ene ve tabiata felsefe gözlüğü ile bakılırsa ve öyle kabul edilirse, o ene ve tabiat mevhum ve itibari bir şey iken, gerçek ve sabit bir varllık telakki edilir demektir. Hakikatte ene ve tabiat öyle olmasa bile, maddeci filozofun sübjektif aleminde öyle gibi algılanıyor maalesef.

Mec’ul: Kelime olarak yapılmış, meydana çıkarılmış, ikame ve ihdas olunmuş olan demektir. Istılahta ise mec’ul, kudret sıfatı tecelli ve taalluk etmeden, itibari ve nispi bir varlık kazanmış şeylere denir ki, ruhun cevher ve iradenin meyelan veya meyelandaki tasarruf kısmı buna misaldir. Mec’ul ve mahluk kavramlarına ışık tutacak bazı izahatlar yapalım.

Bir bina yapılırken, usta, binanın sağ sol, aşağı yukarı, alt üst, doğu batı gibi izafi yönlerini çekiç ve iş araçları ile çakmaz. Bina vücut buldukça bu izafi kavramlar da bununla beraber terettübi olarak belirmeye ve tebeyyüne başlarlar. Ustanın çekici ile yapılmadıkları için bir fayans ve tuğla gibi mevcut sayılmazlar. Ama bir fayans veya tuğla gibi mevcut olmamaları, tamamen yok ve hiç oldukları anlamına da gelmez. Birisine binanın sağı neresi diye sorulsa; adam, hemen gösterir. Demek bir şey var ki, gösteriliyor. Zira aslı olmayan bir şey ne ispat edilebilir, ne de gösterilebilir. Adamın binanın sağını göstermesi izafi de olsa bir varlığın olduğunu gösterir.

İnsan mahiyeti de bir bina gibidir. İnsan binası inşa olunurken, bu binaya müterettib çok nisbi ve izafi hatlar ve kıyas araçları mevcudiyetsiz ve cisimsiz olarak varlık sahasına çıkarlar. Bunların Allah tarafından insan mahiyetine takılmasının sebebi ise; bu farazi hatlar ile Allah’ın mutlak ve idrak ve ihatası imkansız olan isim ve sıfatlarını bir nebze kıyas ile anlamak içindir. İnsana verilmiş olan benlik, yani sahiplenme duygusu ile insan cüzi ilim, irade, kudret gibi şeyleri kıyas ederek, Allah’ın külli ilim, irade, kudret gibi mutlak sıfatlarını anlamaya çalışır.

Hakaik-i Sâbite: Allah’ın kudret ve irade sıfatı ile yarattığı, kainatta sabit olup değişmeyen her bir hakikate denir. Mesela sıcaklık, ışık, güzellik, madde sabit birer hakikattirler, vs... Bunların kainattaki miktarı nispi hakikatlere nazaran daha azdır. Zaten nispi hakikatler de bu sabit hakikatlerin aralarındaki bağlar ve orantılardan ibarettir.

Mesela, sıcaklığın sabit bir hakikati vardır, lakin soğuk denen nisbi hakikat devreye girince, sıcaklığın milyonlarca nispi derece ve hakikatleri açığa çıkıyor. Üstad'ın "Hakaik-ı nisbiye denilen şeyler, kâinatın eczası arasında bulunan rabıtalardır.” sözü bu manayadır. Buradaki ecza, sabit hakikatlar; aralarındaki rabıta denen bağlar ise nispi hakikatlerdir.

Hakaik-i Nisbiye: Allah’ın irade ve kudret sıfatına konu olmayan, yani ona taalluk etmeyen ve hakikatte varlığı olmadığı halde, bir başkasına nispet veya kıyas edildiğinde, anlaşılan ve bilinebilen hakikatler demektir. Büyük-küçük, sağ-sol, ön-arka, üst-alt birer nisbî emirdirler ve bunların hiç birisi de mahlûk değildirler. Bunlar ancak sabit hakikatlerin aralarındaki sınırsız oranların ve değerlerin açığa çıkmasında birer itibari ölçücüklerdir.

Mesela, sıcaklığın sabit bir hakikati ve bir mertebesi varken, zıddı olan soğuğun müdahalesi ile binlerce milyonlarca nisbi hakikatları ve mertebeleri ortaya çıkar. Bu da gösterir ki kainatta sabit emir ve hakikattan ziyade nispi hakikatlar vardır. Nispi olan bu emirler olmasa idi, kainatta hiçbir mutlak gerçek anlaşılmaz ve muamma olarak meçhullerden olurdu.

Sıcaklık tektir ama soğuk işin içine girince, sıcaklığın on, yüz, bin, on bin gibi binlerce dereceleri ortaya çıkıyor. İşte sıcaklığın kendisi tek iken soğuğun müdahalesi ile binlerce nispi ve izafi değerler açığa çıkıyor. Bu da hakikatlerin sayısı kainatta az iken, nispi ve izafi yönlerinin çok olduğuna işaret ediyor.

Yine güzellik bir hakikattir, çirkinliğin müdahalesi ile güzellikte mertebeler meydana gelir. Hayır da bir hakikattir, bundaki mertebeler de şerrin müdahalesi ile ortaya çıkar. Takva, salih amel, cömertlik, tevazu gibi hakikatlerin her birinin nice mertebeleri var.

Bu dünya imtihanında şeytanın yaratılması ve nefsin kötülüğü emretmesi ve bunlara karşılık, Kur’an'ın hakikat dersi vermesi, kalp ve vicdanın da ona meyilli olması, insanlar arasında mertebelerin doğmasına sebep kılınmıştır. Bu bir İlâhî takdirdir, bu takdirin hikmeti ise cennette insanlar adedince ayrı âlemlerin yaratılması ve her birinde farklı tecellilerin sergilenmesidir.

İnsanın mahiyetinde derç edilmiş olan kabiliyetlere zıtları müdahale edince, her bir kabiliyetin binlerce mertebe ve dereceleri ortaya çıkıyor. Cömertlikte Hateme-i Tai dillere destan olurken, sıradan bir cömertte sıradan kalıyor. Bunun sebebi cömertliğin sabit bir hakikatinin yanında binlerce izafi hakikatinin olmasıdır. Hatem-i Tai’yi diğer cömertlere üstün kılan; nisbi halidir. Bir insanın bir sıfatı nispi olarak bin sıfat olursa, yedi sıfatı yedi yüz olur.

İşte insandaki mevhum ve itibari olan ene duygusu da bu nispi emirler dairesindendir. İnsan bu mevhum ene duygusu ile Allah’ın ezeli sıfatlarını kıyas edebiliyor.

(1) bk. Mesnevî-i Nuriye, Şemme

Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yükleniyor...