"Evet, eğer kitaplar ve peygamberler olmazsa, o hayat-ı ezeliye bilinmez." Üstadımızın bu cümlesi, Maturidi'ye zıt düşmüyor mu? Hakikati bulmada Peygamberlerin lüzmunu biraz açıklar mısınız?
Değerli Kardeşimiz;
İmam Maturidi, sırf akıl ile hakiki ve tahkiki iman elde edilir demiyor, sadece Allah’ın varlığı bilinebilir diyor. Bu yüzden Üstad Hazretleri ile aralarında herhangi bir çelişki ve zıtlık söz konusu değildir.
Allah’ı bilmenin ve tanımanın çok şubeleri ve dereceleri vardır. Allah’ın sadece varlığını bilip, ulûhiyetinin eserlerini kâinat üstünde okuyamayan insanın Allah’ı bilmesi kâfi değildir. Allah’ı hakiki manada tanımak kitap ve peygamberlerle mümkündür.
Kur'an; Allah’ın varlığının ve birliğinin yanında şuunatının, sıfatlarının ve isimlerinin kâinattaki tecelli ve icraatlarını akla, kalbe ve hissiyata tesis ettiriyor. Her hâdisede Allah’ın rububiyet ve ulûhiyetini göstererek tam bir marifet dersi veriyor.
Peygambersiz akıl, sırat-ı müstakimde yürüyemez, ufku her şeyi kuşatamaz ve tam bir mürşid olamaz. Çünkü akıl da mahlûktur, idraki sınırlıdır, mahduttur. Her şeyi akıl ile halletmeye çalışan felsefeciler küçük ışıkçığına itimat edip, güneşin ışığına meydan okuyan yıldız böceği gibi karanlıkta kalmışlardır. Nitekim Aristo ve Eflatun gibi üstün zekâ sahibi olan dahiler, Allah’a iman ettikleri halde, tekrar dirilmenin ruhen olacağına inanmışlar ve bedenin dirilmesini akıllarına sığıştıramamışlar.
Bu sebeple akıl vahyin tedbir ve terbiyesine girip, onun dairesinde işlenmelidir. Yoksa şirk ve küfür bataklığında kaybolur gider. Tarihte sayısız dahi derecesinde filozoflar salt akılları ile kâinatta boğulup, küfür ve şirk çukurundan kurtulamamışlar.
Yıldız böceğinin küçük ışıkçığı ve kafa feneri tabirleri, vahyi inkâr edip, sırf akıl ile doğruları aramaya çalışan felsefeyi, güneş ise vahyi temsil ediyor.
Sadece akıl ile hareket eden felsefeciler, tarih boyunca hiçbir noktada ittifak edememişler, birbirlerini tekzip ve birbirlerinin fikirlerini çürütmekle meşgul olmuşlardır. Herkes kendi aklı ile hareket etmiş, kendi ilmini kâfi görmüştür. Sadece akıl ile hareket edenler, hadiselerin iç yüzünü, necat yolunu, âlem-i ahirette olacak vukuatları bilemezler ve bilemediler de. Kur’an ve diğer semavî kitaplar, ahirette olacak bütün hadiseleri bir harita gibi insan aklının önüne koymuşlardır. Vahy-i İlâhîde akıl ve mantığın kabul edemeyeceği veya inkâr edeceği hiçbir hakikat yoktur. Evet, gelen her peygamber aynı davayı anlatmış ve aynı hakikati ders vermiş ve aynı çizgide ittifak etmişlerdir. Her gelen peygamber, bir önceki peygamberi kabul ve tasdik edip, daha sonra gelecek peygamberi de müjdelemiştir.
Bütün çiçeklerin açması, ağaçların meyve vermesi için güneşe nasıl ihtiyaç varsa, kalp ve gönüllerin nurlanması ve akılların irşadı için de hidayet güneşi olan peygamberlere o derece ihtiyaç vardır. Dünyada her hastalığın bir tabibi olduğu gibi, içtimaî ve manevî hastalıkların tabibi de peygamberlerdir. İnsanlara Cenab-ı Hakk’ın emir ve yasaklarını anlatmak, onları birçok manevî hastalıklardan korumak ve cehaletten kurtarıp, fikren ve ilmen terakki ettirmek için peygamberler lazımdır.
"Bil ki, nev-i beşerde nübüvvet, beşerdeki hayır ve kemâlâtın fezlekesi ve esasıdır. Din-i hak, saadetin fihristesidir." (Lem’alar, 17. Lem’a)
İnsan, mücerred akıl ile Allahü Teâlâ 'nın varlığını bilse de, O Zât-ı Akdes'in kudsî sıfatlarını, esmâsını, bu kâinatın yaratılış hikmetini, insanların vazifelerini, şu mevcudatın nereden gelip, nereye gittiklerini ve ahirete ait hakikatleri bilemeyeceğinden, Cenâb-ı Hak onlara peygamberler ve semavî kitaplar göndermiştir.
Her insanın anlayış ve kabiliyeti farklıdır. Bu bakımdan herkes aynı derecede her hakikati anlayamaz, hayır ve şerri birbirinden ayıramaz. Birinin şer dediğine diğeri hayır diyebilir. Bu kâinatın ve insanın yaratılışındaki âli maksatlar ve İlâhî hikmetler ancak “yüksek dellal, doğru keşşaf, muhakkik üstad ve sadık muallim” olan başta Habib-i Kibriya Efendimiz (asm.) olmak üzere diğer bütün peygamberlerle bilinir ve anlaşılır.
Peygamberler (as.) ve peygamberlik müessesesi, insanın kabiliyetlerini inkişaf ettirir, onları iyiliğe ve hayra sevk eder ve hidayete erdirir. Cenab-ı Hak, peygamberleri (as.) her türlü maddî ve manevî kemalatın, saadet ve selametin vesilesi kılmıştır. Bu bakımdan, en yüksek bir mertebeye ve en âli bir medeniyete kavuşmak onlara uymakla mümkündür.
Peygamberler, Allah’u Teâla’nın, kullarına emir ve yasaklarını bildirmek, hakkı ve hakikati tebliğ etmek üzere gönderdiği İlâhî elçilerdir. Feyiz ve kemalatları kendi kesbleriyle değildir; yani Peygamberlik çalışmakla elde edilmez, o ilâhi bir mevhibe, rabbanî bir bağış ve hususi bir lütuftur. Allah, o mukaddes vazifeyi mümin kullarından ehil gördüklerine ihsan eder ve onu her türlü kötülüklerden korur.
İnsanların ıslahı ve doğru yola yöneltilmeleri, ancak “İsmet” sıfatıyla muttasıf olan peygamberlerin önderliğinde olabilir. Eğer kitap ve peygamber gönderilmese idi, insanlar Cenab-ı Hakk’ın emir ve yasaklarını, neyin helal neyin haram olduğunu bilemez ve sırat-ı müstakimde gidemezlerdi.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü