"Feyâ acaba! Vâcibü’l-Vücudun lâzime-i zaruriye-i beyyinesi olan ezeliyeti zihinlerine sığıştıramayan, nasıl oluyor da her bir cihetten ezeliyete münâfi olan maddenin ezeliyetini zihinlerine sığıştırabilirler?" Devamıyla izah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
"Feyâ acaba! Vâcibü’l-Vücudun lâzime-i zaruriye-i beyyinesi olan ezeliyeti zihinlerine sığıştıramayan, nasıl oluyor da, her bir cihetten ezeliyete münâfi olan maddenin ezeliyetini zihinlerine sığıştırabilirler? Hem dest-i tasarruf-u kudrete karşı mukavemet edemeyen koca kâinat, nasıl oldu da küçücük ve nâzik zerratların (öyle dehşetli salâbet bulmuş ki) kudret-i ezeliyenin yed-i îdamına karşı dayanıyor? Hem nasıl oluyor ki, kudret-i ezeliyenin hassası olan ibdâ ve icadı, hiçbir münasebet-i mâkule olmadan en âciz ve en bîçâre esbaba isnad ediliyor? ..."(1)
“Feyâ acaba! Vâcibü’l-Vücûdun lâzime-i zaruriye-i beyyinesi olan ezeliyeti zihinlerine sığıştıramayan, nasıl oluyor da herbir cihetten ezeliyete münâfi olan maddenin ezeliyetini zihinlerine sığıştırabilirler?”
Allah vâcibü’l-vücûddur, varlığı zatındandır; ezelîdir, ebedîdir. O’nun yaratmasıyla varlık sahasına çıkan her şey hâdistir ve fânidir; ezelî olamaz. Hakikat bu iken, Allah’ın ezeliyetini aklına sığıştıramayan bir insan nasıl oluyor da O’nun yarattığı varlıklara ve onların temel taşı olan maddeye ezeliyet verebiliyor. Halbuki maddi varlıkların sonradan olmaları ve görevlerinin sona ermesiyle varlık sahasından silinmeleri gösteriyorlar ki onların yapıldıkları madde de o varlıklar gibi sonradan olmuştur, ezelî değildir.
Yaprakların ve meyvelerin sonradan çıkmaları ağacın da sonradan yaratıldığını gösterdiği gibi, maddî varlıkların yaratılmaları ve ölmeleri de maddenin mahlûk ve fâni olduğunu açıkça ilan ederler.
“Hem dest-i tasarruf-u kudrete karşı mukavemet edemeyen koca kâinat, nasıl oldu da küçücük ve nâzik zerratların (öyle dehşetli salâbet bulmuş ki) Kudret-i Ezeliyenin yed-i îdamına karşı dayanıyor?”
Her mahlûkun var olması ve varlığını devam ettirmesi ilâhî irade ve kudretledir. Allah, neyi ne zaman, ne mahiyette, ne surette ve ne büyüklükte yaratmayı dilemişse öyle yaratmış ve bu iradeye hiçbir mahlûk karşı koyamamıştır. Dilediğini canlı, dilediğini cansız yaratmış, dilediğini yeryüzüne halife kılmış, dilediğini o halifenin emrine vermiştir. Bütün madde âlemi İlâhî kudretin mahkûmu olarak emir dairesinde görev yaparken, bu varlıkların temel taşı olan atomlar nasıl olur da Allah’ın tasarrufundan hariç kalabilirler!?.. O’nun yaratmasıyla var oldukları halde, onun yok etmesine nasıl karşı koyabilirler!?..
“Hem nasıl oluyor ki, Kudret-i Ezeliyenin hassası olan ibda’ ve îcadı, hiçbir münâsebet-i mâkule olmadan en âciz ve en bîçâre esbaba isnad ediliyor?”
“Yoktan yaratmak ve icad etmek ancak Kudret-i Ezeliyenin hassasıdır.”, o kudrete mahsustur. Eşyanın meydana gelmesinde görev yapan bütün sebepler mahlûkturlar, kendileri gibi kuvvetleri de sınırlıdır. Hepsi âciz, hepsi bîçaredirler. Meselâ, toprak da su da, güneş de çiçek yapmaktan acizdirler. Kendi varlıklarından bile haberdar olmayan, çiçeği hiç tanımayan, ayrıca onu yapmaya tek başlarına güç yetiremeyecekleri için birbirlerinden yardım almaya muhtaç olan bu iradesiz ve kudretsiz varlıkların çiçek yapmaları mümkün değildir. Bütün sebepler bu şekilde düşünüldüğünde ibda’ ve icadın ancak kudreti sonsuz, iradesi mutlak, ilmi her şeyi ihata eden Allah’a mahsus olduğu hemen anlaşılır.
“İşte Kur’ân-ı Kerîm, şu delili, halk ve îcaddan bahseden âyâtı ile ezhanda tanzim ediyor. Müessir-i hakikî yalnız Allah’tır. Tesir-i hakikî esbabda yoktur.”
Kur’ân-ı Kerîm, eşyanın yaratılışıyla ilgili ayetlerinde sebeplerin icatta hiçbir tesiri olmadığını en veciz ve mükemmel şekilde akıllara ders verir, kalblere yerleştirir.
Cenab-ı Hakk'ın iki türlü yaratması var. Biri ibda, diğeri inşa.
İbda yoktan yaratma demektir, bunda sebeplerin hiçbir tesiri yoktur. Bu yaratılışın en açık örneği ruhumuzun yaratılışıdır. Ruhun yaratılmasında ne gökyüzünün ne de yeryüzünün herhangi bir tesirleri söz konusu değildir.
İnşa, mevcut şeyleri bir başka şeyin yaratılışında görevlendirmek demektir. Bunun da yine en yakın örneği kendi bedenimizdir. Bedenimiz kâinatta mevcut elementlerden yaratılmıştır. Ancak, bunları bir araya getirmek, insan bedeninde en uygun şekilde yerleştirmek, her organımızın görevlerini tespit etmek ve organlar arası ilişkiyi en mükemmel şekilde kurmak ancak sonsuz bir ilim ve kudret ile olabilir.
Kalb yapmak da Allah’a mahsustur, karaciğer yapmak da, göz ve kulak yapmak da. İnsan bedenin meydana gelmesinde en yakın sebep olarak anne-babayı görüyoruz. Bunların insan yapmaktan ne kadar uzak oldukları delile muhtaç olmayan açık bir gerçektir. Üstat Hazretlerinin buyurduğu gibi,
“... insan kâinatın en eşrefi ve esbab içinde ihtiyarı en geniş olduğu halde, ef’âl-i ihtiyarîsi içinde yemek ve içmek gibi en âdi bir fiilinde, yüz cüz’ünden ancak bir cüzü insana ait olabilir. Esbabın sultanı olan insan, böyle eli bağlı, tesirsiz olursa öteki esbab-ı câmide ne halt edebilir?”(2)
Anneler ancak mutfakta yemek yaparlar. Kendi içlerine elleri yetişmez. O bebek namzedini ana rahminde halden hale geçiren, bütün organlarını, sindirim, dolaşım ve sinir sistemlerini, başından ayağına kadar bütün organlarını en mükemmel şekilde yapan ancak Allah’tır. Şu ayet-i kerîme bu gerçeği açıkça beyan etmektedir:
“O, sizi rahimlerde, dilediği gibi şekillendirendir. Ondan başka ilâh yoktur. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Âl-i İmrân,3/6)
Anneler rahimlerindeki bebek namzetlerini kendileri şekillendiremezken; toprağın, tohumları açıp sebzeye dönüştürdüğü, denizin yumurtaları balık haline getirdiği nasıl iddia edilebilir!?..
Bu ayet, “ihtira delilini” ders veren pek çok ayet-i kerimeden sadece bir örnektir.
Dünya Güneş'ten koptuğunda, Güneş'te de hidrojenden başka bir şey bulunmadığına göre, yeryüzündeki bütün elementler yoktan yaratılmışlar demektir. Allah, yeryüzünde yaratacağı canlılara temel taşı olacak bütün elementleri kıyamete kadar yetecek miktarda yarattıktan sonra, birçok varlıkları bu elementlerle inşa etmiştir. Sökülen bir inşaatın taşlarının bir başka binada kullanılması gibi, ölen canlıların elementleri de başka canlılarda görev yapmaktadırlar. Ancak Üstat Hazretleri burada çok önemli bir noktaya dikkatimizi çekiyor:
İnşa yoluyla yaratılan varlıkların da “madde-i asliyelerinden başka her şeylerinin yoktan” yaratıldığını söylüyor. Her insanın sesinin, simasının, parmak izinin diğer insanlardan farklı olması bunun en güzel örnekleridir.
Bir yazının ifade ettiği bütün manalar ve ders verdiği bütün hikmetler yazının mürekkebinde bulunmaz. Yazının, mürekkep dışında her şeyi madde ötesidir, bir ilimden, bir sanattan, bir hikmetten gelmektedir.
Kudret kelimeleri olan mahlûkatta da bu böyledir. Bir insanın maddesi elementlerden yapılmakla birlikte, onların bir araya getirilmesiyle insan bedeninde akıl almaz ilim ve hikmetler sergilenmektedir. Bu manaların elementlerle bir ilgisi yoktur.
Kaldı ki bir şeyin yaratıcısına inanmak için o şeyin mutlaka yoktan var edilmesi de gerekmez. Bu anlayışa göre sadece ibda ile yaratılanların yaratıcısına inanılacak, inşa ile yaratılanlar maddeye ve sebeplere verilecektir. Bu şuna benzer: Ben Süleymaniye’nin bir mimarı olduğuna inanmıyorum. Çünkü Süleymaniye yoktan değil, taşlardan yapılmıştır.
O taşları bir plan dairesinde ölçüp biçerek bu muhteşem eserdeki en uygun yerlerine yerleştiren ve sonunda bu şaheseri ortaya koyan mimarlık sanatı ve mahareti taşların maddesinde bulunmaz. İnsanın da hücreleri atomlardan yapılmış ve bu yüz trilyon kadar hücrenin sonsuz bir ilim ve hikmetle bir araya getirilmesiyle insan bedeni ortaya çıkmıştır.
Her varlığı kendi bedenimize kıyas edebiliriz.
Bir ağacın da maddesinden başka bütün özellikleri yoktan yaratılmıştır.
“Esbab, izzet ve azamet-i kudretin perdesidir. Tâ ki, aklın nazar-ı zâhirîsinde, dest-i kudret umûr-u hasîse ile mübaşir görünmesin.”
Cenab-ı Hak, özellikle, inşa suretinde yarattığı mahlûkatında birtakım sebepleri istimal etmiştir. Bu imtihan dünyasında Allah’ın Zâtı görülmediği için O’nun varlığı ancak, sıfatlarının icraatları ile bilinebilir. Yine bu dünya imtihanının bir gereği olarak, bu icraatların bir kısmındaki güzellikleri ve hikmetleri herkes göremeyebilir. Bu gibi hallerde, kudretin izzeti ve azameti perdeli iş görmeyi gerektirir. Tâ ki, insanlar musibet ve hastalıklarda ve hikmetini bilemedikleri diğer şeylerde şekva oklarını o sebeplere atsınlar ve Allah’ın takdirine karşı çıkma gibi büyük bir tehlikeden kurtulsunlar.
Nur Külliyatı’nda izah edildiği gibi, güzellik ikiye ayrılıyor: Hüsn-ü bizzat (zatında güzel olma) ve neticesi itibariyle güzel.
Bazı şeylerin yahut olayların güzellikleri doğrudan bilinir ve görülürler. Bazıları ise zahiren çirkin görünürler, ama onlardan birçok güzel neticeler doğar.
Sıhhat bizzat güzeldir, hastalık ise neticesi itibariyle güzeldir.
Işık bizzat güzel, karanlık, gece neticesi itibariyle güzeldir.
Çiçek bizzat güzel, gübre neticesi itibariyle güzeldir.
Ve nihâyet, hayat bizzat güzel, ölüm ise neticesi itibariyle güzeldir.
İşte bu ikinci grup eşyada yahut olaylarda sebepler Allah’ın kudret ve izzetine perde olurlar. O işin doğrudan İlâhî kudret tarafından yaratıldığı bir derece perdelenir, böylece Üstadımızın ifadesiyle “dest-i kudret umûr-u hasîse ile mübaşir” görünmez.
“Bir şeyde iki cihet var: Biri, mülk âyinenin mülevven vechi gibi, ezdâd ona vârid oluyor. Çirkin olur, şer olur, hakîr olur, azîm olur, ilâ âhir. Esbab bu cihette vardır. İzhâr-ı azamet ve izzet-i kudret öyle ister."
"İkinci cihet, melekûtiyet cihetidir: Âyinenin şeffaf vechi gibi. Şu cihet herşeyde güzeldir. Şu cihette esbabın tesiri yoktur. Vahdet öyle ister.”
Mesnevî-i Nuriye’de “Her şeyin, içine melekût, dışına da mülk denir.” buyruluyor.
Bir başka derste de mülk için “zahir vecih” yâni “görünen dış yüz” denilmektedir.
Eşyanın olduğu gibi hadiselerin de mülk ve melekût cihetleri vardır. Dış yüzü çirkin görünen, ama gerçekte iç yüzü ve neticeleri güzel olan hadiseler hakkında Üstat Hazretleri ayna misâlini veriyor. Aynanın bir renkli ve siyah yüzü var, bir de bizim baktığımız güzel ve parlak yüzü. Mülk yüzü çirkin görünen nice olaylar vardır ki arkasında çok güzellikler saklamaktadır. Bunun en yakın örneği, hastalıkların mülk cihetinin elem ve ızdırap olmasına karşılık, iç yüzünün günahlara kefaret olması, insanın manevî derecesini artırması, kalbi dünya nimetlerinden ahiret saadetine yönlendirmesi gibi çok güzellikler taşımasıdır. Mülk cihetinde sebepler devreye girerler. Hastalığa sebep olan bir hayli şey sayılarak nazarlar sebeplere yönlendirilir, şikayetler onlara gider. Melekût ciheti, Allah’ın o hastaya ettiği büyük ikram, verdiği yüksek derecelerdir ki, sebeplerin bu ikinci cihette hiçbir tesirleri yoktur.
Aynanın renkli ve siyah yüzü arka cihetinin parlak olmasını netice vermekle birlikte, bu parlaklıkta o renklerin hiçbir hisseleri yoktur. Yâni, parlaklık o renklerden gelmemektedir. Onlar sadece aynanın parlamasına sebep olmuşlardır.
Bu gerçek bütün sebepler âlemi için aynen geçerlidir. Bebeğe anne ve baba sebep olurlar, ama bebeğin yapılmasında onların hiçbir hisseleri yoktur. Hiçbir organını ve hiçbir hücresini onlar yapmış değillerdir. Rızkımızın verilmesine toprak ve su sebep olurlar. Ama bunların rızık vermede hiçbir hisseleri yoktur.
Örnekler artırılabilir.
Dipnotlar:
(1) bk. Mesnevî-i Nuriye, Nokta.
(2) bk. age., Katre.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü