Gayr-i müslimler, sağlam delilleri olmadığı halde, dinlerine nasıl inanıyorlar? İslam'ın ilk üç asrından sonra, Risaleler ortaya çıkıncaya kadar İslam dünyasında taklidi iman mı hâkimdi?
Değerli Kardeşimiz;
İnkârın muhtelif sebepleri vardır. Bunlardan bazıları şöyledir:
Nazar-ı Sathî: Bir insan sathî nazarla bakarsa, o meselenin hakikatini ve iç yüzünü tam idrak edemez. Üstad Hazretleri bu meseleyi şu şekilde izah ediyor:
"Evvelâ: Gayet uzak mesafeden bakılsa, en büyük şey, en küçük bir şey gibi görünebilir. Bir yıldız, bir mum kadardır denilebilir."
"Saniyen: Hem tebeî ve sathî bir nazarla bakılsa, gayet muhal bir şey mümkün görünebilir. Bir zaman bir ihtiyar adam Ramazan hilâlini görmek için semâya bakmış. Gözüne bir beyaz kıl inmiş. O kılı ay zannetmiş, 'Ayı gördüm.' demiş. İşte, muhaldir ki, hilâl o beyaz kıl olsun. Fakat kasten ve bizzat aya baktığı ve o saçı tebeî ve dolayısıyla ve ikinci derecede göründüğü için, o muhali mümkün telâkki etmiş."(1)
İnsanın nazarı en fazla bir iş ile meşgul olabilir. Aynı anda başka bir iş ile meşgul olsa, ya karıştırır ya da ikinci işi idrak edemez. İnsan birinci işe hasr-ı nazar ettiği için, ikinci iş tebei oluyor; yani ikinci planda kalıyor.
Temsildeki ihtiyar zatın birinci işi gökte hilali görmektir. Bütün dikkat ve nazarını hilale sarfeden ihtiyarın o esnada gözüne hilale benzer bir kıl ilişiyor. Kirpiğinin kavislenmiş beyaz kılını hilal zannediyor. Kılın hilal olma ihtimali imkânsız iken, dikkat eksikliğinden dolayı bu imkânsızı mümkün gibi görüyor.
İnsanın nazarı teakubî olduğu, yani bir işi bitirmeden diğer bir işe intikal edemediği için, sair işler sathî ve tebeî oluyor.
Bir işi meslek edinen ve ağırlıklı mesaisini ona sarf eden kişi o işle kasden iştigal ediyor demektir. Aynı kişinin, ikinci derecede ve zevk için yahut bir san’at şevkiyle yaptığı işler de olabilir. Meselâ, mesleği ticaret olan bir kişi aynı zamanda hattatlığa da meraklı olabilir ve belli zamanlarını o işe ayırabilir. Bu şahsa mesleği sorulduğunda ticaretle iştigal ettiğini söyler, hattatlığını nazara vermez.
Anadolu’daki bir insanın İstanbul’a gitmesi, esas olarak, iki maksatla olur. Birisi bizzât İstanbul’u görmek, dolaşmak, tarihî eselerini incelemek ve tabiî güzelliklerini seyretmek... Bu adamın İstanbul seyahati kasden İstanbul içindir. Bir başkası da ticaret için, yahut yüksek tahsil yapmak için İstanbul’a gitmişse, bu ikinci adamın İstanbul seyahatinde asıl maksat İstanbul’u görmek değildir. Onun İstanbul’a gitmesi tebeîdir, ikinci derecededir.
Bu mana her hususta böyledir. İnsan kâinat kitabının kâtibini ararken, bazen sebepler önüne çıkar, dikkat kesilmediği için de onları kâtip zanneder. Sebeplerin kâtip olma ihtimali muhal iken, dikkat azlığından dolayı imkânsızı mümkün görüyor.
Meselâ, türlerin meydana gelmesini atomların hareketiyle izah etmek, o beyaz kılın ay olması kadar akıldan uzaktır. O ihtiyar adamın kılı hilal zannetmesi gibi, insanlar bazen hakkı ararken ellerine batıl geçiyor, onlar da o yanlışı doğru kabul edebiliyorlar. Bunun en açık misali, putlara tapmada görülüyor. İnsan mükerrem bir varlık. Kendisinin bir yaratıcısı olması gerektiğini vicdanen biliyor. O yaratıcıya şükür ve ibadet etmesi gerektiğini de akıl ve vicdanı emrediyor. Ancak, bir peygambere yahut peygamber varisi büyük bir mürşide rastlamıyorsa, ya kendi aklını yanlış kullanarak yahut bu konuda kendisine yapılan yanlış telkinlere kapılarak putlara tapabiliyor, şükür ve ibadetini onlara yapıyor.
Tarafgirlik ve Taassub: İnsanları inkâra götüren sebeplerin biri de meslek ve meşrebine olan taassup ve tarafgirlikleridir. Bir insanın mesleğinin muhabbeti ve tarafgirliği diğer mesleklere tarafsız bir gözle bakmasına, iyi düşünmesine manidir. Böyle kimselerin de hakkı ve hakikati bulmaları çok zordur. Maalesef insanların kahir ekseriyeti böyledir.
Kâfirlerin inkâr sebepleri muhteliftir. Kimi inadından, kimi hasedinden, kimi ibadet yükünden kurtulmak için inkâr eder. Kimi Allah’ın varlığına ve birliğine delil olan işaretleri okuyamadığı için inkâr eder, kimi de örf ve adetlerine körü körüne bağlı olduğu için inkâr eder. Bunların hiç birisi bir noktaya bakıp bir hakikati gördükleri için inkâr etmiyorlar. Her biri, farklı sebeplerden dolayı inkâr ediyorlar. Bu yüzden, kâfirlerin çokluğu küfürleri üzerinde bir ittifak ve kuvvet meydana getirmiyor.
Hatta kâfirler kendi aralarında da birbirlerine düşmandırlar. Felsefenin tez, antitez ve sentez metodu buna şahittir. Yani felsefî cereyanların çoğu birbirlerine alternatif ve zıttırlar. Bir filozof, fikirlerini diğer filozofun tezlerinin çürütülmesi üzerine bina eder. Onların tek müşterek noktası inkârdır, ama inkâr etme sebepleri çok farklı ve birbirlerine zıttır. Öyle ise inkâr edenlerin inkâr etmelerinde bir kuvvet ve bir hakikat yoktur.
Ama iman ehli ise bir noktaya, bir hakikate bakıp, orada gördüğü şeye iman ediyor. Yani kâfirler gibi; “benim nazarımda bu haktır, bu doğrudur” demiyor. Hak ve doğru onu hakka götürüyor. Yani iman edenlerin iman sebepleri aynıdır. Kâfirlerin küfür sebepleri ise birbirinden farklıdır. Bu da onların inkâr sebeplerinin muhtelif olduğuna işaret ediyor.
Bu sebeple bir hakikat yüzde yüz kat’î ve kesin de olsa, kâfirin karanlıklı ve arızalı bakış açısında görünmüyor. Sağlam bir anahtar, yuvası bozuk kapıyı açmaz.
Aynı şekilde hakikatler birer anahtardır. Kâfirlerin kalpleri ise, anahtarın girdiği yuvaları gibidir. Yuvalar bozuk ise anahtar bir iş yapamaz. İslam’ın ve imanın ulvî hakikatleri kusursuz anahtarlardır.
(1) bk. Mektubat, Yirmi Altıncı Mektup.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar
HEPİNİZDEN ALLAH RAZI OLSUN...