Hatt-ı Kur'an'ı muhafaza şekli sadece risaleleri elle yazmakla mı olur? Günümüzde bu ihtiyaç ortadan kalktı, yine de kalemle yazmak gerekli midir?
Değerli Kardeşimiz;
Risale-i Nur'un tahkiki iman derslerini okumak, yaşamak ve neşretmek, dolaylı olarak Hatt-ı Kur’an’ı muhafaza etmektir. Çünkü bu iman dersini alan birisi, kazandığı iman şuuru ile Hatt-ı Kur’an’a taraftar oluyor. Hiç iman şuuru olmayan birisine Hatt-ı Kur’an telkin etmek mümkün değildir. Hatta bu zaman insanlarına iman hakikatleri aşılanmadan Hatt-ı Kur’an telkin etmek, adeta imkânsız hale gelmiştir. Demek birinci vazife olmadan, ikinci vazife ifa edilemiyor.
İkinci vazife yani Hatt-ı Kur’an vazifesi birinci vazifenin, yani iman hizmetinin zaruri bir neticesidir. Öyle ise Hatt-ı Kur’an’ın muhafaza edilmesini sadece yazmaya hasretmek doğru bir bakış açısı değildir.
Yazmak, Hatt-ı Kur’an’ı muhafaza seçeneklerinden sadece birisidir, hatta bu zamanda en zayıf olan bir tercihtir. Çünkü matbaalar çok geliştiği için artık yazma işi çok ehemmiyet arz etmiyor. Ama öğrenme ve talim açısından çok mühim bir vesiledir.
"Ahiret kardeşlerime mühim bir ihtar. Risale-i Nur'a intisab eden zâtın en ehemmiyetli vazifesi, onu yazmak veya yazdırmaktır ve intişarına yardım etmektir. Onu yazan veya yazdıran, Risale-i Nur talebesi ünvanını alır. Ve o ünvan altında, her yirmi dört saatte benim lisanımla belki yüz defa, bazan daha ziyade hayırlı dualarımda ve manevî kazançlarımda hissedar olmakla beraber; benim gibi dua eden kıymettar binler kardeşlerin ve Risale-i Nur talebelerinin dualarına ve kazançlarına dahi hissedar olur."
Bazı kimseler bu mektubu delil göstererek; Risale-i nurların mutlaka hatt-ı Kur’an ile yazılmasını iddia ediyorlar. Öncelikle bu mektubu, yazıldığı zaman, mekan ve şartlar çerçevesinde tetkik ve tahlil etmek gerekir. Üstadımız bu mektubu yaklaşık yetmiş yıl önce kaleme almış. O dönemin şartları araştırılmadan yapılacak yorumlar eksik ve tarihî gerçeklerden uzak kalır.
Üstad Bediüzzaman Hazretleri 1936 yılında Eskişehir Hapishanesi’nden tahliye edilir edilmez, Kastamonu’ya sürgün edilmiş ve Kastamonu Çarşı Karakolu’nun merdiveni altında üç ay misafir olarak tutulmuş, daha sonra da o karakolun tam karşısında bulunan bir evde kalmasına müsaade edilmiş ve Kastamonu’da tam yedi yıl ikamet ettirilmiş.
O günün şatlarında bugünkü manada bir araya gelip sohbet etmek mümkün değil. Üstad’ı ziyaret etmek ve O’nunla temas kurmak isteyenlere çeşitli eza ve cefalar yapılmakta, baskınlar, aramalar ve tarassutlar aralıksız devam etmekteydi. Telif edilen eserleri matbaalarda basıp dağıtmak da mümkün değildi. İşte o sıkıntılı dönemlerde Nur talebeleri ellerine kalem almış, Risaleleri el yazısıyla gece gündüz yazıp çoğaltmışlar. O dönemde kalem ile yazılan nüshalar bütün Anadolu’ya meşakkat ve sıkıntılar içinde ulaştırılmış.
İşte Üstadımız bu mektubu da öyle bir zamanda, öyle bir makamda kaleme almış ve risaleleri yazanları şevk ve gayrete getirmiştir. Sav’da bin kişi kalemle eserleri yazıp çoğaltmıştır. Osman Yüksel Serdengeçti’nin ifadesiyle;
"Yıllardır mukaddesatları çiğnenmiş vatan çocukları, mahvedilen nesiller, îmana susayanlar; onun yoluna, onun nuruna koştular. Üstadın Nur risaleleri elden ele, dilden dile, ilden ile ulaştı, dolaştı. Genç ihtiyar, cahil münevver, sekizinden seksenine kadar herkes ondan bir şey aldı, onun nuruyla nurlandı. Her talebe, bir makine, bir matbaa oldu. İman, tekniğe meydan okudu. Nur risaleleri binlerce defa yazıldı, teksir edildi."
Artık günümüzde risaleler Türkçe, Arapça, Osmanlıca olarak basılmış, kırktan fazla dile çevrilmiş ve her tarafta serbestçe okunmaktadır. Eskiden kalem ile aylarca ve yıllarca yazılan nüshalar şimdi matbaalarda birkaç günde, hatta birkaç saatte basılıp çoğaltılmaktadır. Günümüzde milyonlarca insan bu eserleri okuyor, birçoğu da hayatını bu Kur’an hizmetine vakfetmiş etmiş. Bunların hiçbirisinin elinde kalem yoktur, kimse risaleleri yazmıyor, bu ulvi hakikatlerin neşrine çalışıyorlar. Bunu bırakıp yazı ile meşgul olurlarsa, o zaman bu hakikatler herkesin eline ulaşmaz. Ancak şahsi olarak yazanlar yazabilirler, onların hizmetlerini de takdir ederiz. Şimdi bu eserleri yazmayıp sadece okuyanlara ne diyeceğiz? Bunlar Nur talebesi değil mi diyeceğiz? Eline kalem almayanları Risale-i Nur dairesinin ve şahs-ı manevinin dışında mı göreceğiz?
Üstadımız eserleri okuyanların talebe-i ulûm şerefine mazhar olacaklarını şöyle ifade etmektedir:
"Bunun gibi teselliye dair evvelce yazılan küçük mektuplar ara-sıra okunsa ve Meyve’nin, hususan âhirleri beraber mütalâa edilse ve hatıra gelen Risale-i Nur’un meseleleri müzakere olsa, inşaallah talebe-i ulûmun şerefini kazandırır."
Evet, iman hakikatleri ile ilgili bir kısım meselelerin birlikte mütalâa ve müzakere edilmesinin “talebe-i ulum” şerefini kazandırabileceğine dikkat çeken Üstadımız, yine Şualar Mecmuası’nda nur talebelerinin “ders müzakeresinde birer zeki muhatap” (Şualar, 13. Şua) olmalarını tavsiye ediyor.
Bu felaket ve helaket asrı çok sancılı, fitne ve fesat çok yaygın. Tahribat çok dehşetli, yıkım ise çok kolay. Bunun için iman ve Kur’an hakikatlerini hikmetle, yumuşak lisanla ve mantık ile anlatmak ve onları gönüllere nakşetmek gerekir.
Bunun için de bu eserleri mütalaa, müzakere, tetkik, tahlil ve tetebbuat ile çok ciddi bir şekilde okumak lazımdır.
Üstadımız Risale-i Nur okumanın ne kadar ehemmiyetli olduğunu şöyle ifade eder:
"Her bir adam eğer hanesinde dört-beş çoluk çocuğu bulunsa kendi hanesini bir küçük Medrese-i Nuriyeye çevirsin. Eğer yoksa, yalnız ise, çok alâkadar komşularından üç-dört zât birleşsin ve bu heyet bulundukları haneyi küçük bir Medrese-i Nuriye ittihaz etsin. Hiç olmazsa işleri ve vazifeleri olmadığı vakitlerde, beş-on dakika dahi olsa Risale-i Nur'u okumak veya dinlemek veya yazmak cihetiyle bir miktar meşgul olsalar, hakikî talebe-i ulûmun sevaplarına ve şereflerine mazhar oldukları gibi, İhlas Risalesi'nde yazılan beş nevi ibadete de mazhar olurlar. Hakikî ilim talebeleri gibi, onların maişetlerini temin hususundaki âdi muameleleri de bir nevi ibadet hükmüne geçebilir diye kalbe ihtar edildi. Ben de kardeşlerime beyan ediyorum."
Yazı bir vesiledir, maksat değildir. Maksatlar bakidir, ama vasıtlar değişebilir. Bir zaman diliminde çok mühim arz eden bir vesile, başka bir zaman diliminde yerini başka vasıtalara devredebilir. Ama maksat daimidir, her zaman elzemdir. Hatt-ı Kur’an maksat ve esastır, bu sebeple daimi ve bakidir. Hatt-ı Kur’an’ı yazı ile muhafaza etmek Üstad'ın döneminde vasıta olarak çok mühimdi. Şimdi hatt-ı Kur’an’ı matbaa ve başka vasıtalarla muhafaza etmek daha mühim hale geldi. Yani maksat devam ederken vasıtalar yer değiştirdi.
Bu hakikatin Kur’an ve hadislerde de benzerleri vardır.
Mesela, Allah, düşmanlara karşı hazırlıklı olmayı emrediyor, bunu emrederken de, düşmanlara karşı at besleyin diyor. Şimdi düşmana karşı hazırlıklı olmak esastır ve maksattır, değişmez. Ama "düşmana karşı at besleyin" emri, zamanın şartlarına göre değişir. Şimdi atın yerine top, tüfek ve füze yapmak gerekir. Ayetin zahir manasını donuklaştırıp, ben attan başka bir şey beslemem, demek yanlış olur. O dönemin en güzel savaş vasıtası at ve ok iken, şimdi tank ve füzedir. Ama düşmana karşı hazırlıklı olmayı emreden ayetin hükmü her daim geçerlidir.
Hatt-ı Kur’an’ı el yazısı ile muhafaza etmek Üstad'ın döneminde çok lüzüumlu ve elzem idi, şimdi ise başka vasıtalarla bu iş yapılıyor. Bu yüzden, ille de el yazısı diye ısrar etmek yanlış olur. Ama yazanlara da "neden yazıyorsun" demek ve tenkit etmek doğru olmaz.
Neticede yazmak halihazırda da bir ibadettir. Dileyen yazar ibadet sevabını alır, dileyen matbusunu alıp okur öyle sevap kazanır. İki tarafın da bir birlerini yanlışlık ve hata ile itham etmesi doğru olmaz. Geniş bir hoşgörü ile meselelere bakarsak ortada bir mesele kalmaz ve niza olmaz inşallah.
Hulasa; Risale-i Nurları yazmak, eskisi gibi çok zaruri bir vazife değildir. Lakin hattımızı ve yazımızı geliştirmek bakımından yazmak hem güzel hem de ibadetli bir gayret olur, diye düşünüyoruz.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar
Mehmed Kırkıncı Hoca'nın konuyla ilgili bir yazısını paylaşmak istiyorum.. "Kara Tahta
1962 yılında “yazıcılık meselesi”nin hararetle tartışıldığı bir dönemde, Zübeyir Ağabey’den bir telefon aldım. Van’daki Nur talebelerinin tüm vakitlerini yazı yazmaya hasrettiklerini, Risale-i Nur okumadıklarını söyledi. Benden de Van’a giderek bu konuyla ilgilenmemi söyledi.
Rahmi Erdem Ağabey
Rahmi Erdem Ağabey
Ben de hemen Van’a doğru yola çıktım. Sabah namazı başlayan yolculuk gece yarısı Van’a ulaşmamla son buldu. Geceleyin medresede kalan Rahmi Bey’in misafiri oldum. Rahmi Erdem Bey, medreseye gelen kardeşlerin Risale okumadıklarını, tüm vakitlerini Osmanlıca yazı yazmayla geçirdiklerini söyledi. “Ben bu hâle çök üzlüyorum. Fakat bu gece rüyada Üstad’ı görmem beni bir derece teselli etti. İnşaallah bu mesele de hayırla sonuçlanacak.” dedi.
Duvarda asılı olan koca bir kara tahta dikkatimi çekti. Üzerinde Osmanlıca harf ve kelimeler yazılıydı. Akşama doğru, cemaat yavaş yavaş gelmeye başladı. Herkes toparlanınca medresede “Osmanlıca yazı yazma” faaliyeti başladı.
Gelen cemaatle daha önceden tanışık olduğumuz hâlde, kimse bana “Hoş geldin” demedi ve benimle ilgilenmedi. Bir müddet kendilerini seyrettikten sonra:
“Kardeşler!” dedim, “Bir Nur talebesi bir beldeye geldiği zaman, oradaki kardeşlerle tanışır. Kendilerinden istifade ederek eksiklerini de ikmâle çalışır. Oradakilerin bir eksiği varsa, onlar da gelen kimseden istifade yolunu tercih ederler.” dedim. Bu sözümden sonra yazı yazmakla meşgul olanlar yavaş yavaş etrafımda toplanmaya başladılar.
Ben onlara öncelikle, risaleleri yazmanın faziletlerinden bahsettim. Daha sonra dedim ki:
“Bir hakikati, bizden önce kavramış olabilirsiniz. Sizin hemen kavradığınızı biz hemen anlayamamış veya yanlış anlamış olabiliriz. Bu yanlışı, küsmek, darılmak, konuşmamakla tarzında değil de nezaketle, mülayemetle ve müzakere yoluyla konuşarak halletmeliyiz. Zira, hakikatler aklı selimle ve hissiyat karışmadan yapılan müdaveleyi efkar yoluyla açığa çıkar, şüphe ve tereddütler gider. Sizin üç gün önce anladıklarınızı biz de beş gün sonra anlamış oluruz.”
Onlar beni pür dikkat ve heyecanla dinlemeye başladılar.
Başta Üstad’ın varisleri olmak üzere, cemaat olarak halledemediğimiz bir tenakuzun olduğunu söyledim ve bu konuda kendilerinden bize yardımcı olmalarını talep ettim. Onlar da bu teklifimi olumlu karşıladılar.
Ben hemen konuya girerek:
“Sizin de bildiğiniz gibi bu eserlerin müellifi Üstat Hazretleridir. Kendisi hayattayken Risale-i Nurların tümü Latin harfleriyle kendi emriyle bastırılmıştır. Hâl böyle iken onun bir kâtibi olan Hüsrev Ağabey, eserlerin yeni yazı ile neşrine karşı çıkıyor, herkesin risaleleri mutlaka Osmanlıca yazıp okuması gerektiğini söylüyor. Biz şu anda bir tereddüt içindeyiz. Üstad'ın tarzını mı takip edelim, yoksa Hüsrev Ağabeye mi ittibaa edelim?"
"Şu nokta da akıllarımızı kurcalıyor: Bugünün gençleri sadece Latin harfleri ile yazılmış eserleri okuyabiliyor. Bunlara Latin harflerle yazılmış Nur Risalelerini mi verelim, yoksa Risale-i Nur okumaları için Osmanlıca öğrenmelerini şart mı koşalım? Böylece arada bir tenakuz meydana geliyor.” dedim.
“Bu tenakuz karşısında sizler bizi ikna edin, biz de sizinle beraber yazı yazmaya başlayalım.” dedim.
Bu sözler karşısında cemaatten bazı kardeşlerimiz beni tasdik ettiler ve yanlış hareket ettiklerini itiraf ettiler. İçlerinden bazıları göz yaşlarını tutamadılar. Sohbetimiz gece geç saatlere kadar sürdü. Sabahleyin kara tahta medreseden çıktı ve yeniden Risale-i Nur okunmaya başlandı.
***
Yine yazıcılık meselesiyle ilgili olarak Bursa’da başımdan geçen ibretli bir hadiseyi de nakletmek isterim:
Bir gün Vahdet Yılmaz’la birlikte hizmet için Bursa’ya gittik.
Bursa’da medresenin yerini bilmediğimden, Vahdet Bey medreseyi ararken ben de Ulu Cami’nin bahçesinde bir süre dolaştım ve bir köşede oturdum.
Bahçede cemaat masalarda çay içiyorlardı. Çay içen gençlerden biri yanıma gelerek selâm verdi, nereli olduğumu sordu. Tanışma faslından sonra, cebinden Osmanlıca yazılmış Küçük Sözleri çıkarıp:
“Amca, dedi, Size bir kitap okusam dinler misiniz?” diye sordu.
“Hay, hay.” diyerek kabul ettim. Bu arada gencin arkadaşları da yavaş yavaş etrafımıza toplanmaya başladılar. Genç, Birinci Sözü okumaya başladı yer yer de kelimelerin manalarını söylüyordu.
Birinci Söz’ün hemen hemen yarısına gelmişti ki, birden kitap okumayı keserek:
“Amca, Erzurum’da bir Kırkıncı Hoca var. Onu tanıyor musun?” diye sordu.
Ben de kendisine cevaben: “İyi tanırım.” dedim.
“O, büyük bir hata yaparak bu yazının (Osmanlıca)’nın Erzurum’a girmesine engel oldu.” dedi
“Siz onu yanlış tanımışsınız. Kendisi medrese hocasıdır, Arapça ders okutur.” dedim.
Sonra ona sordum: “Osmanlıca yazı yazmanın dini hükmü nedir? Farz mıdır, vacip midir?" “Farzdır.” diye cevap verdi. Bunun üzerine:
“Sizin ne anne babamız ne de bir çok insan bu yazıyı bilmeden ölüp gitti. Şimdi bunlar böyle bir farzı işlemedikleri için azap mı çekecekler? Bir insan nasıl böyle bir iddiada bulunabilir?” diye sorunca, gençler sözüme cevap vermek yerine bana hücum etmek üzere ayağa kalktılar. Tam bu sırada Vahdet Bey yetişerek bu hücumdan beni kurtardı." İstifade etmeniz dileğiyle.. Selam ve dua ile..