"Hattâ dördüncü âyette Risale-i Nur’un Türkçe olmasını tahsin eder ve beşincide Arabî ve Türkçeyi tam bilmeyen ve mürşidleri ve âlimleri perişan olan vilayat-ı Şarkiyede Risale-i Nur imdatlarına..." İzahı? Arapça ve Türkçe bilmeyen Kürtler ne yapacak?
Değerli Kardeşimiz;
Üstadımızın Birinci 1. Şua’da zikrettiği Dördüncü Ayetten: Resullerin gönderildikleri kavimlerin örflerine, adetlerine, lisanlarına ve anlayışlarına uygun tarzda teçhiz edildiklerini, anlıyoruz. Zaten asırlardan beri tatbikat ve tavzifat, bu hakikati ortaya koymuştur. Kur'an-ı Kerim ilm-i ezeliden geldiğinden, yaş kuru her şey içerisinde bulunduğundan ve yukarıdaki ayetten de ilhamen muazzez Üstadımız; işari ve remzi tarzda, Risale-i Nur'un Türkçe olarak telif edilip, insanlığın hizmetine takdim edileceğini Kur'an’dan istihraç etmiş ve çıkartmıştır.
“...Beşincide ise; Arabi ve Türkçe’yi tam bilmeyen ve mürşitleri ve alimleri perişan olan vilayat-ı şarkiyede...”(1)
ifadesinde ise; halk olarak şarktaki insanların çoğunluğu Türkçe’yi ve Arapça’yı o zaman bilmiyorlar. Yine o zaman medreselerin yıkılmaya ve çökmeye yaklaştığı dönem itibariyle bakılırsa, zaten alimleri ve ulemaları da karmakarışık ve perişan bir vaziyette idi.
Cumhuriyetin ilanıyla resmi dil Türkçe olacağından; halkı ve alimleri, cahil ve perişan olan şarkın insanları Türkçe’yi mecburen mekteplerde öğreneceğinden dolayı, Risale-i Nur Türkçe olarak onların imdadına yetişecektir.
Nitekim öyle olmuştur. Türkiye’de yaşayıp Tükçe’yi bilmeyen ve anlamayan insan neredeyse kalmamıştır. Bu milletin resmen ortak lisanının, o zaman ve şartlarda Türkçe olması bir nimet, ve Risale-i Nur'un Türkçe olarak telifi ve basılması da Üstadımızca ikinci bir nimet olarak nazara verilmektedir.
Ayrıca, külliyatın diğer lisanlara çevrilmesindeki maslahat ve faide, Kürtçe lisanı için de geçerlidir.
(1) bk. Şualar, Birinci Şua, Üçüncü Ayet.
***
"Hattâ dördüncü âyette Risale-i Nur'un Türkçe olmasını tahsin eder ve beşincide Arabî ve Türkçeyi tam bilmeyen ve mürşidleri ve âlimleri perişan olan vilayat-ı şarkıyede Risale-i Nur imdadlarına ve her taifeden ziyade başlarına gelen hâdiseler ve âyette ﺑِﺎَﻳَّﺎﻡِ ﺍﻟﻠَّﻪِ tabir edilen elîm vakıaları hatırlarına getirmekle ikaz ve irşad etmelerine bir mana-yı işarî ve remzî ile emrediyor."(1)
Türkçe, Türk ve Kürt milletinin ortak bir dili hâline gelmiştir. Türkçe bilmeyen Kürtlerin büyük bir kısmı zaten Arapçayı biliyorlar, Irak ve Suriye Kürtleri gibi. Dolayısı ile hem Türkçe hem Arapça bilmeyen Kürtlerin yoğunluğu çok azdır ki, günümüzde onların ihtiyaçları tercümeler ile halledilmiştir. İstisnai durumlar genel kaideleri zedelemez.
Yeni kurulan rejimin ilk yıllarında, yani 1923-1950 yılları arasında onlarca ayaklanma olmuştur. Bu ayaklanmaların büyük bir kısmı dini hassasiyeti olan Kürtler tarafından gerçekleştirilmiştir. Şeyh Said ve Dersim isyanı bunların en belirgin olanlarıdır. Her taifeden ziyade başlarına gelen hâdiseleri bu şekilde anlamak mümkündür.
(1) bk. Şualar, Birinci Şua, Yirmi Dokuzuncu Âyetin Sehvine Dair.
***
"Onlar dünya hayatını seve seve âhirete tercih ederler, halkı Allah yolundan alıkoyarlar ve doğru yolu eğri göstermeye çalışırlar. Öyleleri, haktan pek uzak bir sapıklık içindedirler." (İbrahim, 14/3)
"Hadis-i şerifte varid olduğu gibi, her âyetin birer zâhir ve bâtın ve her zâhir ve bâtının birer had ve muttalaı ve her had ve muttalaın çok şücun ve gusunu vardır. Ulûm-u İslâmiye buna şahittir. Bu meratibin her birinin birer derecesi, birer kıymeti, birer makamı vardır; temyiz lâzımdır. Lâkin tezahum yoktur."(1)
Âyetin zahiri manası herkesçe bilinen ve kabul edilen manasıdır ki, bunu inkâr eden küfre girer. Kur’an’ın geneli zahiri ve muhkem manalardan oluşuyor.
Âyetin zahiri manasının yanında bir de remzi ve işari manaları vardır ki, buna batini mana denir. Batıni manalar ancak ilimde ileri seviyede olanların anlayabildiği ince ve latif manalardır ki, bu manaları inkâr etmek küfür olmaz. Yani zahiri mana ile batini mananın derece ve makamları karıştırılmamalıdır.
Âyetin batini manalarının kendi içinde de çok dal ve budakları bulunuyor. Bazen bu manaların birisi dal gibi zahir ve açıkken bir diğeri budak ve yaprak gibi latif ve hafi olabiliyor. Âyete ait bu muhtelif manaların dereceleri, hükümleri ve makamları bir birinden çok farklı ve değişiktir.
Bu hüküm ve makamları karıştıran cahil zevat insanları şüphe ve inkâra sevk ediyor. Mesela, "namaz kılın" emri âyette zahir ve muhkem iken, batini bir mana verip "kılınmasa da olur" diyen Hurufiler, insanları dalalete sevk ediyor.
Diğer taraftan bir âlimin bir âyetten anladığı işari bir manayı, taassup ile zahir ve muhkem belleyip onu kabul etmeyenleri inkâr ile itham etmek de ayrı bir iştibak (karıştırma) ve iştibah (şüpheye düşürme) örneğidir.
Bir âyet üstünde hem zahir hem batın hem dal hem budak hem yaprak hem çiçek gibi manalar ayrı ayrı bulunabilir. Bu muhtelif manaların aynı âyet üstünde birleşmeleri tezahumü (sıkışmayı) gerektirmiyor. Zaten âyeti mucizevi kılan da bu muhtelif manaları bir zemin üstünde birleştirmesi, hepsine ayrı bir işaret koyabilmesidir.
Üstad Hazretleri, yukarıda takdim etmiş olduğumuz âyetten bu manaları, ebcet ve cifir ilminin de yardımı ile çıkarmaktadır. Bu manaları elbette âyetin mealinde zahiri bir şekilde görmek mümkün değildir. Galiba sizin beklentiniz de bu yöndedir. Elli gramlık bir göz üzerinde cahil bir insan bir iki kelam edebilirken göz doktoru bir hafta konuşabilir. Göz Allah’ın kevni âyeti iken, Kur’an âyetleri de kelami ayetleridir.
Üstad bu âyetin mana hekimi gibidir, bizim görmekte zorlandığımız incelikleri, o ilim ışığı ile görmekte ve bize takdim etmektedir.
(1) bk. Muhakemat, Birinci Makale (Unsuru'l-Hakikat)
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar