"Hem Kur’ân’ın içinde öyle bir göz var ki, bütün kâinatı görür, ihata eder ve bir kitabın sahifeleri gibi kâinatı göz önünde tutar, tabakatını ve âlemlerini beyan eder." cümlesini izah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
Kur’an, Allah’ın ezelî ilminden ve kelam sıfatından süzülüp gelen bir kitap olmasından dolayı bütün kâinatı görür bir göze, işitir bir kulağa sahiptir. Yani Allah nasıl bütün kâinatı görüp işitiyor ise, onun kelamı olan Kur’an da kâinattan bahsederken bu görme ve işitmeye dayanıyor, ona göre kâinattan bahsediyor demektir.
Dolayısı ile Kur’an’ın kâinatı insana basit bir kitap gibi tarif edip ders vermesi gayet anlaşılır bir şeydir. Çünkü bir sanatı, en güzel sanatkârı tarif edip ders verebilir. Kâinat sanat, Allah bu sanatın sanatkârı, Kur’an ise, bu sanatı izah ve tarif eden bir ilannamedir. Yani Kur’an Allah’ın kâinattan doğru ve sadık bir şekilde bahsetmesidir.
"Kur'ân, şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi ve âyât-ı tekviniyeyi okuyan mütenevvi dillerinin tercüman-ı ebedîsi ve şu âlem-i gayb ve şehadet kitabının müfessiri ve zeminde ve gökte gizli esma-i İlâhiyenin manevi hazinelerinin keşşafı,.. " (Sözler, Yirmi Beşinci Söz)
İnsan, aklı ile kâinatın hâl diliyle bize verdiği mesajları idrak ve ihata edemiyor. Bunun en güzel delili; insan aklının mahsulü olan felsefenin hakikatleri anlamak ve anlatmaktaki acziyetidir. İnsanlığın düşünce tarihine baktığımız zaman, hiçbir felsefi cereyan, kâinatın dilini anlayamamış, verilmek istenen mesajları okuyamamış ve maksatları keşfedememiştir. Edenler de sadece kıyısından köşesinden, bazı kırıntılarını tespit edebilmişlerdir ki, bu da insanlığın aydınlanması için kâfi değildir. Felsefi doktrinlerin bir işe yaramadığı ve insanlığı saadete ulaştıramadığı tecrübe ile sabittir.
İnsanlığın bu acizliğinden, bu çaresizliğinden dolayıdır ki; Allah, peygamberler ve kitaplar göndererek, kâinatın dilini ve maksatlarını, insanlığa ders veriyor. Bu ilahi kitaplar içinde de kâinatı bütün yönleriyle en güzel ve en mükemmel şekilde izah ve tercüme eden Kur’an-ı Kerim'dir.
Nasıl dilini bilmediğimiz bir turist karşısında aciz ve çaresiz kalıp, bir mütercime ihtiyaç hissediyorsak; aynı şekilde kâinat ve içindekiler de dilini bilmediğimiz bir turist gibidir. Onun dilini anlamak için bir tercümana ihtiyacımız vardır. Turistin diline tam hâkim ve vakıf olmayan bir tercüman, nasıl maksadı ve mesajı ifade edemez ise; kâinatın diline hâkim ve vâkıf olmayan filozoflar da kâinatın maksatlarını ve mesajlarını insanlığa bildiremezler. Bu yüzden insanlık, kâinatın diline vâkıf ve hâkim olan Kur’an’ın tercüme ve tefsirine muhtaçtır.
Mesela; kâinat içinde ölüm bir mesajdır ve bir kelimedir. İnkârcı filozoflar, bu mesajı ve kelimeyi, yokluk ve hiçlik olarak tercüme ederken; Kur’an ise ölümü daimî ve baki bir âlemin bir başlangıcı ve bir geçiş noktası olarak tercüme ve tefsir ediyor.
Kur’an-ı Kerim; insanlık ölüm ile yokluğa ve hiçliğe gitmiyor, bilakis ebedî yaşamak için ebedî bir âleme sevk ediliyor diyerek, insanlığın aciz ve çaresiz kalbine merhem oluyor.
Maddeci felsefe; tercüme özürlü bir rehber iken, Kur’an-ı Kerim; hakiki ve şaşmaz bir mütercim ve rehberdir.
"Ezelî tercüman" tabirinde şöyle ince bir nükte var:
İnsanın kafa feneri hükmünde olan aklı; ancak maddî âlem üzerinde hareket edebiliyor, onun da uzak noktalarına da ulaşamıyor. Hâlbuki âlemler, sadece bu şehadet âlemiyle kayıtlı ve sınırlı değildir. Allah’ın mülkünde insan aklının anlamakta zorlanacağı nice âlemler ve noktalar vardır. İnsan aklının bu âlemleri ve noktaları sadece aklı ile yani vahyin yardımı olmadan anlaması ve ihata etmesi mümkün değildir.
Hâlbuki vahiy; Allah’ın ezelî ilminden süzülüp gelen bir rehber olmasından dolayı, değil kâinatı, Allah’ın bütün mülkünü kuşatacak ve ihata edecek bir mahiyettedir. Demek varlık bütünü ile tarif ve tasvir etmek; ancak vahye mahsus bir hususiyettir. İşte bu nokta ezelî ve ebedî tercüme şeklinde ifade ediliyor. Kur’an’ın bir ucu maddi âlemde iken, diğer ucu vacibü'l-vücud olan Allah’ın Zât-ı Akdesi ve sıfatlarındadır. Böyle ihatalı bir kelama karşı, insanın kafa feneri hükmünde olan aklını ileri sürüp kibirlenmesi, gerçekten komik ve acınası bir durumdur.
Evet, insanlığın saadet ve mutluluğu; ancak semadan inen Peygamber Efendimiz (asm)'ın ipine sarılmak ile mümkündür. İnsanların kafasından çıkan vehimli çürük iplere sarılmak, insana saadet ve mutluluktan çok, bela ve sıkıntı getirir...
Bir insan ne kadar zeki, kabiliyetli, temiz, ince anlayışlı, ilim ve irfanda ileri olursa olsun yine de bir peygambere ve vahye ihtiyacı vardır, ondan müstağni olamaz. Her insanın anlayış ve kabiliyeti farklıdır. Bu bakımdan herkes aynı derecede her hakikati anlayamaz, hayır ve şerri birbirinden ayıramaz. Birinin şer dediğine diğeri hayır diyebilir. İnsan, sadece aklını kullanarak varlıkları tanır ve vazifelerini bilir; fakat onların yaratılış gayelerini, tesbih ve ibadetlerini anlayamaz. Tevhid akidesi, hakikat-ı eşya, insanın ve kâinatın yaratılış gayesi gibi ulvi hakikatler, ancak onlar ile anlaşılır ve bilinir. Hem bu kâinatın ve insanın yaratılışındaki âli maksatlar ve ilahî hikmetler ancak “yüksek dellal, doğru keşşaf, muhakkik üstad ve sadık muallim” olan başta Hz. Muhammed (asm) olmak üzere diğer bütün peygamberlerle bilinir ve anlaşılır.
Peygambersiz akıl, her zaman sırat-ı müstakimde yürüyemez, ufku her şeyi kuşatamaz ve tam bir mürşid olamaz. Çünkü akıl da bir mahlûktur, idraki sınırlı ve mahduttur. Nitekim Aristo ve Eflatun gibi üstün zekâ sahibi olan dâhiler, Allah’a iman ettikleri halde, tekrar dirilmenin ruhen olacağına inanmışlar ve bedenin de dirilmesini akıllarına sığıştıramamışlardır.
İnsan, mücerred akıl ile Allahü Teâlâ'nın varlığını bilse dahi, o Zât-ı Akdes'in kudsî sıfatlarını ve esmasını, bu kâinatın yaratılış hikmetini, insanların vazifelerini, şu mevcudatın nereden gelip, nereye gittiklerini ve ahirete ait hakikatleri bilemeyeceğinden Cenâb-ı Hak onlara peygamberler ve semavî kitaplar gönderdi.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü