"Hem şu haldeki insan, merhamet ve şefkate layık değildir. Çünkü kendi kendine bu dehşetli vaziyeti veriyor." Üstad Hazretleri ve diğer mürşitler dalalet yolunda olanlar için çok çabalıyor. Bu iki meselenin değerlendirmesini nasıl yapmak gerekir?
Değerli Kardeşimiz;
Şirk, dalalet, fısk ve sefahet yolunda gitmede ısrar edenlere acınmaz; çünkü zarara bile bile yani rızası ile gidenlere acınmaz.
Üstadımızın şefkat ettiği kâfir ve müşrikler, genelde küfrü dava edinmemiş ama hakkı da göremeyen şaşkın insanlardır. Üstadımız ve diğer mürşitler bu tarz insanların ıslahı, hidayeti ve hakkı bulması için çok gayret etmişlerdir.
“Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor, içinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeğe, imanımı kurtarmağa koşuyorum.” (Tarihçe-i Hayat, Isparta Hayatı, Tahliller)
İşte Bediüzzaman Hazretleri o engin himmetini, bu milletin imanının kurtulmasında merkezîleştirmiş büyük mürşid, manevi hekim ve eşsiz müceddiddir. Bütün mesaisini iman vadisine hasreden bu büyük mürşid:
"Ben imanın cereyanındayım, karşımda imansızlık cereyanı var, başka cereyanlarla alakam yok." buyurarak, müsbet hareketin iman hizmeti, menfinin ise imansızlık cereyanı olduğunu veciz bir şekilde ifade buyurur.
İman hakikatlarını kalplerde hâkim kılmanın, İslam’ın emirlerini ferdin fiil âlemine aksettirmenin yolu sabırdan, şefkatten geçer. Menfi harekete müsaade yoktur. Zaten, dâhilde niza ve kavga olamaz. Kendi yüzünü yumruklayan birisine rastladınız mı? Ağrıyan gözünü yuvasından çıkarıp atanı gördünüz mü? Romatizmalı bacağını baltalayana şahid oldunuz mu?
Dersin devamında şu misal veriliyor:
“… Nasıl bir adam, güzel bir bahçede, güzel bir ziyafette, güzel ahbaplar içinde, nezahetli, tatlı, namuslu, hoş, meşru bir lezzet ve eğlenceye kanaat etmeyip gayrimeşru mülevves bir lezzet için çirkin ve necis bir şarabı içse, sarhoş olup kendini kış ortasında, pis bir yerde vahşi canavarlar içinde tahayyül etse, titreyip, bağırıp çağırsa, nasıl merhamete layık değil. Çünkü ehl-i namus ve mübarek arkadaşlarını canavar tasavvur eder, onlara karşı hakaret eder. Hem ziyafetteki leziz taamları ve temiz kapları mülevves, pis taşlar tasavvur eder, kırmaya başlar. Hem mecliste muhterem kitapları ve manidar mektupları manasız ve adi nakışlar tasavvur eder, yırtarak ayakaltına atar ve hakeza... Böyle bir şahıs nasıl merhamete müstehak değildir, belki tokata müstehaktır.” (Sözler, Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf.)
Aklı başında olan insan çok iyi bilir ki, nefsin arzu ettiği her lezzetin mutlaka meşru olanı da vardır ve bu lezzet gayrimeşru lezzetten daha güzel, daha faydalıdır. Bu hakikatten gaflet edenler manen sarhoş olup, necasetten hoşlanan bazı canlılar gibi güzelin yerine çirkine talip olur, temizi bırakıp mülevvesi sever ve hayatlarını azaba çevirirler.
Her şey Allah’ı hamd ile tesbih ettiğinden mümin olan insan, her varlığa mübarek bir arkadaş olarak bakar. Meyve ağaçlarını lezzetli nimetlerin kapları gibi düşünür. Kâinat kitabında kudret kalemiyle yazılmış her varlığı manalarla dolu görür. Fenni ilimlerin her birinin bu kitabın bir harfini, bir kelimesini yahut bir meselesini konu aldıklarını ve her biri için ciltlerle kitaplar yazdıklarını düşünür.
Ve aklı başında olan her insan, arkadaşlarını canavar tahayyül eden, o kapları kıran, o kitapları ayakaltına alan sarhoş misafirin tokada müstahak olduğuna hükmeder.
Hayatlarını azaba çeviren bu bedbaht grubun hali bir sonraki paragrafta güzelce tahlil edilmiştir.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü