"Hiçten, hiçbir şey icad edilmiyor ve hiçbir şey idam edilmiyor." Burada ehl-i dalalet, zerrelerin yok olmadığını ve yeniden yaratılmadığını kastediyor. Üstad da cevapta "belki zerrelerinden başka" diyor. Cevapla suali nasıl telif etmeliyiz?
Değerli Kardeşimiz;
Zerrelerin ezelî olması ile sonradan bir defa yaratılıp daha sonra yaratılmaması farklı şeylerdir. Materyalist felsefe "Atomlar ezelidir" demekle Allah’ı ve O’nun yaratma fiilini inkâr ediyorlar. Hâlbuki zerrelerin demirbaş olarak bir defa yaratılıp daha sonraki yaratmaların mevcut zerreler üzerinden yaratılmasını ifade etmek yanlış değildir. Üstad Hazretleri bu ikinci manaya işaret ediyor.
Allah mahlûkatı ibda ve inşa olmak üzere iki şekilde yaratmaktadır.
İbda; eşyayı ve mevcudatı def’î ve anî bir şekilde sebepsiz, müddetsiz ve benzersiz olarak yoktan var etmektir. Bu tarz yaratma daha çok eşyanın ilk olarak yoktan var edilmesidir. Ya da eşyaya kaynaklık eden temel maddelerin yoktan ihdasıdır. Bütün ruhlar ve melekler de ibda ile yaratılmışlardır.
Allah’tan başka hiçbir şeyin olmadığı safhada yarattığı ilk varlık ya da varlıklar buna misaldir. Aynı zamanda varlık içinde ilk kez vücuda gelmiş nisbî sıfat ve arazlar da buna misal teşkil eder. Mesela, bir insan suretinin ana hatları, yani yüzündeki organlar bir kalıp ve model olarak öncekilere ve sonrakilere benzer, bu yüzden ana hatları ile insanın yaratılışı ibda değil inşadır. Ama insanlara hiç benzemeyen kendine mahsus hususî kimliği, sesi ve parmak izi benzersiz ve modelsiz olarak hiçten ve yoktan yaratılıyor. Öyle ise ibda tarzı yaratmak hâlihazırda sürekli olarak devam ediyor. İlk varlıkların yaratılması ile bitmiş bir yaratma şekli değildir.
Allah’ın ibda tarzında yaratması iki şekilde tecelli eder:
Birisi, mevcudatın ilk yaratılması, yani yokluktan varlık sahasına çıkması şeklindedir.
İkincisi ise, mevcut eşya ile yeni varlıkları yaratmasıdır.
Bahar mevsiminde yaratılan her şey bir önceki bahar mevsiminde yaratılan şeylerin ne aynısı ne de gayrısıdır. Bu baharda bütün bitkiler hiçten, yoktan ve yeniden yaratılıyor. Bu ise baharda ibda ile yaratmanın başka bir tezahürüdür. Bu yazda yaratılan bütün meyve ve sebzeler, geçen baharda ve yazda yaratılanların aynı değildir. Burada misliyet vardır, ayniyet yoktur. Yani her iki baharda yaratılan elma birbirine benziyor, ama asla aynı değildir. Her baharda icat edilen bitkiler, sinekler ve birçok canlı, hiçten ve yoktan yaratılıyor.
Allah’ın şu an ibda ile yaratma tarzı belki esas maddeleri yoktan var etme olarak tecelli etmiyor olabilir, ama var olan esas maddelerden bir şeyi inşa ederken ibda ile yaratması devam ediyor. Mesela dedemiz ile bizim vücudumuzda çalışan zerreler yoktan var edilerek yapılmayabilir. Mevcut zerreler ile bir terkip şeklinde yapılıyorlar, ama dedemiz ile aramızdaki farklı hususiyetler, vasıflar ve şekiller hepsi terkip sureti ile değil, ibda şeklinde, yani yoktan var edilerek yapılıyorlar.
Günümüzün fennî malumatına göre kâinat genişliyor. Bunu teyit eden bir âyette mealen şöyle buyuruluyor:
“Göğü biz çok sağlam bir şekilde bina ettik. Şüphesiz onu genişleten biziz.” (Zariyat, 51/47)
Genişleme zahiren yeni şeylerin ve cevherlerin yaratılmasını iktiza ediyor ise de buna dair kat’i bir nas yoktur. Üstad Hazretleri bu hakikati şu şekilde izah ediyor:
"Evet, Kadîr-i Mutlakın iki tarzda, hem ibdâ', hem inşa suretinde icadı var. Varı yok etmek ve yoğu var etmek en kolay, en suhuletli, belki daimî, umumî bir kanunudur. Bir baharda, üç yüz bin envâ-ı zîhayat mahlûkatın şekillerini, sıfatlarını, belki zerratlarından başka bütün keyfiyat ve ahvallerini hiçten icad eden bir kudrete karşı 'Yoğu var edemez.' diyen adam, yok olmalı!"(1)
İnşa ise, eşyanın ve mevcudatın zaman ve müddet içinde sebeplerin eli ile yaratılmasıdır. Bu tarz yaratmada talim ve terbiye esastır. Topraktan bitkilerin, ağaçlardan meyvelerin yaratılması inşadır. Kâinatta en çok görülen yaratma şekli inşadır. Her bahar mevsiminde bunun milyonlarca misalini görüyoruz.
Allah bu inşa tarzı yaratmasında birçok unvan ve isimlerini insanlara göstermek ve izhar etmek istiyor. Bu yüzden anî ve def’î değil tedricen yapıyor:
Çekirdek içerisine ağacın bütün programını yerleştirmek ayrı bir san’attır ve bir ilim mucizesidir.
O çekirdeği açmak ayrı bir İlâhî fiildir ve Fettah isminin tecellisiyle meydana gelir.
Açılan bu çekirdeğin yeryüzüne çıkarılması, fidan olması, ağaç olması ve sonunda ondan yaprakların, çiçeklerin, meyvelerin çıkması, o meyvelere renkler, şekiller giydirilmesi, içlerine rızık maddelerinin yerleştirilmesi ve her meyvenin bütün çekirdeklerine ağacının plan ve programının yerleştirilmesi birbirinden farklı işlerdir. Ve bunların her biri ayrı bir ismin veya isimlerin tecellisiyle meydana gelir. Eğer bir meyve, içindeki çekirdekleriyle birlikte hiçbir sebep istimal edilmeksizin doğrudan yaratılsaydı, yukarıda bir kısmını saydığımız bu fiiller icra edilmeyecek ve onlara taalluk eden isimler de tecellisiz kalacaktı.
Allah dünya hayatını imtihan ve tecrübe için tanzim etmiştir. İnsan bu dünyaya hem fıtratına konulan kabiliyetlerin inkişaf etmesi hem de Allah’ın isim ve sıfatlarını talim etmek için gönderilmiştir. Bu kabiliyetlerin inkişaf etmesi ve Allah’ın isim ve sıfatlarını talim etmek ancak zaman ve müddet ile olur. Bu yüzden Allah, dünyada her şeyi sebepler vasıtası ile zaman içinde sıra ile tedricen yaratıyor.
Bilindiği gibi, Cenab-ı Hakk’ın Hayy, Kayyum, Ehad, Samed, Baki, Kadim gibi zâtî isimleri yanında fiilî isimleri de vardır. Rezzâk (rızık verici), Muhyi (hayat verici), Şâfi (şifa verici) gibi fiilî isimlerin sonsuz olduğu söylenmektedir. Zira ne kadar farklı fiil varsa, o kadar da fiilî isim var demektir. Halık (yaratıcı), fiilî bir isimdir, bu ismin sayılamayacak kadar alt şubeleri vardır ki, bunlarında her biri ayrı bir isim olarak düşünülmektedir. Mesela insan yaratmak bir fiildir, ancak insanda göz yaratmakla, el yaratmak, ciğer yaratmakla kalb yaratmak, damar yaratmakla sinir yaratmak, alyuvar yaratmakla akyuvar yaratmak ayrı fiillerdir. Bu nazarla bakıldığında insanda tecelli eden fiilî isimler bile sayılamayacak kadar çoktur.
Bir diğer misal: Terbiye etmek bir fiildir. Bunun birçok alt şubeleri olduğunu Cevşen-i Kebirde görüyoruz (cennetin ve narın Rabbi, nebilerin ve ahyarın Rabbi, sıddıkların ve ebrarın Rabbi, küçüklerin ve büyüklerin Rabbi, hububatın ve meyvelerin Rabbi gibi). Bunların her biri ayrı bir isim olarak düşünülmektedir.
Ağaç, su, hava gibi unsurlar sebepler zinciri içinde birer taş gibidir; bunların bizzat gösterdiği isimler olduğu gibi, dolaylı gösterdiği isimler de vardır.
Sebepler vasıtasıyla yaratılan bir şeyde şu üç madde birlikte düşünülmelidir. Sebeb, mesebbeb ve Müsibbibü’l-esbab.
Müsebbeb, netice, meyve demektir. Onun yaratılışında istimal edilen her vesile ise sebeptir. Mesela, meyve müsebbeb, ağaç ise sebeptir. Meyvenin yaratılmasına o ağacı sebep olarak takdir eden, Müsibbibü’l-esbab olan Allah’tır. O, dileseydi meyveyi ağaçsız da yaratabilirdi; kavun ve karpuz gibi.
“Meşiet ve hikmet-i İlâhîyenin muktezasıyla ve çok esmânın tezahür etmek istemesiyle; müsebbebat, esbaba rabtedilmiş. Her bir şey, bir sebeple bağlanmış.”
Bütün zâhiri sebepler ve vasıtalar İlâhî bir terbiyeden geçmişlerdir. Güneşi ışık verecek şekilde, gözleri de görecek şekilde terbiye eden Cenab-ı Hak, bütün sebepleri de müsebbebin yani neticenin meydana gelmesine hizmet edecek şekilde terbiye etmiştir.
(1) bk. Lem'alar, Yirmi Üçüncü Lem'a.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar
"Hiçbir şey vardan yok, yoktan var olmaz; değişir, dönüşür." Peki var olan his yoğunluğu yok oluyorsa, onu ikame eden şey ne, o neye dönüşüyor?
Evvelâ, “Var olan şey yok, yok olan da var edilemez" ifadesi Fransız kimyacısı A. L. de Lavoisier'e aittir. Ancak bu ifadeyi sadece insanlar için kullanıyor ve “Allah’tan başka” kaydını koyuyor, yani Allah isterse yapar diyor.
İkincisi, kâinat ve içindeki unsurlar birer harika sanat eserleridir, bunların bir sanatkârı ve ustası olması aklen vaciptir. Sanat ile sanatkâr arasındaki bağ, maddenin bir mucidinin olduğunu akla gösteriyor. Zira madde denilen şeyden harika ve mükemmel sanatlar icad edilmiş. Bunların kendiliğinden ya da aklı ve şuuru olmayan maddî sebepler tarafından teşekkülü mümkün değildir. Risale-i Nur’un ekser eczaları özellikle Tabiat Risalesi bu hususu gayet katiyetle izah ve ispat ediyor.
Üçüncüsü, kâinata ve mahlûkata baktığımız zaman, hiçbir şey kararında sabit olarak durmuyor, değişiyor. Biri gidiyor, biri geliyor; sürekli bir faaliyet, gözümüzün önünde işliyor. Bu da mahlûkatta değişmeyen hiçbir şeyin olmadığını ispat ediyor. Her değişen şey ise, sonradan meydana gelmiş, vücut bulmuştur. O halde bütün varlıkları yoktan ve hiçten yaratılıp meydana çıkaran Zatın ise ezelî ve vacib olması gerekir. Zira hâdis olanın yani sonradan yaratılanın, bir şeyi icat etmesi mümkün değildir. Yok, yoğa vücut veremez. Öyle ise her hâdisin bir muhdisinin yani onu varlık sahasına çıkaran bir Zatın var olduğu sabit olur.
Dördüncüsü, imkân delilidir. İmkân, kelime olarak varlığı mümkün olan şeylere denir. Yani, var olması ile yok olması müsavi olan demektir. Bu eşitlikten var olanlara vaki; yok olanlara da mümkün denir. İşte bu eşitliğin bozulması ancak ve ancak mümkinat cinsinden olmayan Vacib bir vücutla mümkündür. Zira mümkünün, mümküne illet, yani sebep olması imkânsızdır.
Şimdi varlık sahasına çıkmamış bir mümkün, nasıl olur da başka bir mümkünün varlık sahasına çıkmasına sebep olabilir. Önce kendisi varlığa kavuşacak ki, sonra da başka bir mümküne sebep olsun. Demek ki, mümkün, mümküne sebep olup icat edemez. O halde, başlangıcı olmayan ezelî bir varlık olacak ki, bu mümkünlere vücud versin. Bu da ancak ezelî ve ebedî olan Allah’tır.
Kâinattaki her bir faaliyetin ve icraatın faili, ezelî ve ebedî olan sonsuz kudret sahibi Allah’tır. Allah’ın iradesi ve kudreti olmadan en küçük bir şey vuku bulamaz. Bir şeyin nasıl ve ne şekilde teşekkül ettiği fennî ilimlerin sahasına girer. Bizim asıl bilmemiz gereken husus, madde ezelî değildir ve onun Halık’ı Allah’tır.
Yoktan var olmaz, var da yok olmaz” deyip, bu bâtıl ve hata düsturu Kadîr-i Mutlaka teşmil etmek istiyorlar....
Kadir-i mutlaka teşmil etmeleri kısmını açarmısınız?