"İ’lem Eyyühel-Aziz! Âyetlerin bahsettikleri hakikatler, şiirlerin bahsettikleri hayalattan pek vâsi ve pek yüksektir. Bu itibar ile şiirden addedilmemiştir. Hem de âyetler, sahibinin şuunat ve ef'alinden bahseder.." Devamıyla izah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
"İ’lem eyyühe’l-aziz! Âyetlerin bahsettikleri hakikatler, şiirlerin bahsettikleri hayalâttan pek vâsi ve pek yüksektir. Bu itibarla şiirden addedilmemiştir. Hem de âyetler, sahibinin şuûnat ve ef’âlinden bahseder. Şiir ise, fuzulî olarak gayrdan bahseder. Hem de filcümle âdi şeylerden bahsi harikulâdedir. Şiirin harikulâdelerden bahsi, alel-ekser âdidir."(1)
Önce hakikat ve hayal mefhumları üzerinde kısaca duralım.
Hakikat için birçok tarif yapılmış. Bunlardan birisinde şöyle deniliyor: “Eşyanın Allah’ın ilmindeki haline 'mahiyet' denilir, bu mahiyetler yaratıldıklarında 'hakikat' olurlar.”
Âyetlerin, hakikatlerden bahsetmesini de iki ayrı yönden ele almak gerekiyor:
Birisi; hakikatin tarifinde de geçtiği gibi, âyetler şu âlemde sergilenen mahlûkattan, onlarda tecelli eden ilahî isimlerden ve sıfatlardan söz ederler; iman ve marifet için yaratılan insana, mahlûkatı tefekkür etmesini, bu hakikatlerden ders almasını isterler. Aksini yapanları, yani bu mûcize varlıklar üzerine küfran perdesini çekenleri de cehennem azabıyla tehdit ederler.
Âyetlerin bahsettikleri ikinci hakikat ise şudur: Kur’ân-ı Kerim, insanın kâmil bir mü’min olması için gerekli olan esasları en güzel ve en mükemmel şekilde ortaya koyar. Bunları, hülasaten, iman ve salih amel olarak tespit eder; insanın ancak böylece kemale ereceğini bildirir.
Salih amel denilince, namaz ve zekâttan, tevazu ve dürüstlüğe kadar uzanan bir hakikat zinciri hatıra gelir. Bunun zıddı ise, küfür ve şirkten, sahtekârlığa, edebsizliğe kadar uzanan bir isyan zinciridir. Bunlardan uzak kalmaya takva denilir.
İşte Kur’ân’ın ortaya koyduğu bu esaslar da hakikattirler.
Hakikatin bir başka tarifi, “hükmün vakıa mutabakatı,” şeklindedir. Yani, verilen bir hüküm gerçeğe uyuyorsa hakikattir, yoksa hurafedir, safsatadır, dalalettir. Meselâ, “Göz görme aletidir” cümlesi bir hüküm ifade eder. İnsan gerçekte de gözüyle gördüğünden bu hüküm vakıa mutabakat gösterir ve hakikat olur.
Aynı şekilde, kâmil insanın vasıflarından, muamelata dair hükümlere kadar Kur’ân’ın ders verdiği her şey hakikattir, zira vakıa mutabakat gösterir. Yani, gerçekten de iyi insan, kâmil insan, üstün insan bu vasıflara sahip olandır.
Hayal ise, doğru kullanıldığında hakikate giden ilk adım olur. Ancak, insan çoğu zaman vehimle karışık hayaller kurar. Meselâ, bir ev yapmayı planlıyorsa, hayalinde öyle bir ev canlandırır ki, hakikatle hiçbir alâkası olmaz ve insanın hissini tatmin etmekten öte bir işe yaramaz. Hislerine esir olmamış bir akıl ise, bu hayalî planı inceler “Bu genişlikteki bir evi ne yapacaksın? gibi suallerle o hayalî hanede tasarruflarda bulunur ve onu hakikate yaklaştırmaya çalışır.
Bazı hayallerin ise hakikatle, o birinci ev kadar olsun, alâkası yoktur. Bunlar tamamen hakikat dışı hurafelerdir. Mektubat'ta buna şu güzel bir misal verilir:
“Biri demiş: ‘Güneş mahbubumun hüsnünü görüp utanıyor; görmemek için bulut perdesini başına çekiyor.’ Hey âşık efendi! Ne hakkın var, sekiz İsm-i Âzamın bir sahife-i nuranîsi olan güneşi böyle utandırıyorsun?”(2)
"Hem de âyetler, sahibinin şuûnat ve ef'alinden bahseder. Şiir ise, fuzulî olarak gayrdan bahseder."
Üstad Hazretleri bir risalesinde “...kabiliyet-i zatiye, tabir edemediğimiz o mükemmel şuûn-u zâtiye,..”(3) şeklinde bir ifade kullanır. Allah’ın yaratıcılığı, terbiye ediciliği, hayat vericiliği, rahmet ediciliği, azap vericiliği,…, vardır. Bütün bunlar Allah’ın şuûnatındandır. Bunlardan birisini, meselâ yaratıcılığını, göstermeyi irade ettiğinde, yaratma (halk) fiilini icra eder ve böylece Hâlık (yaratıcı) ismi tecelli eder.
İşte Kur’ân ayetleri, bu ilâhî şuûnattan, fiillerden, sıfatlardan, esmâ tecellilerinden bahseder. Bunlar, insanın kalbini marifet ve muhabbet nurlarıyla doldururlar. Şiir ise daha çok mahlûkatı konu alır, onların güzelliklerini, hallerini tasvir etmeyi ön planda tutar. Bu tasvirde de çoğu zaman hayal hakikate galip gelir ve okuyucu hakikat deryasına dalmak yerine, hayal âlemlerinde gezer.
Şu var ki, Üstadımız “Hüküm eksere göre verilir” kaidesinden hareketle böyle konuşmaktadır. Ve burada asıl muhataplar, asr-ı cahiliyette şiirde çok ileri gitmiş kişilerin bile, Kur’ân’ın belağatı karşısında aciz kaldıklarını ortaya koymaktır. Yoksa Kur’an’dan feyiz alarak ondaki ulvî hakikatleri insanlara şiir yoluyla ulaştırmaya çalışan şairler, bu kaideye dâhil değildir. Nitekim Üstad Hazretleri de şiir hakkındaki bu söylediklerine “alelekser” yani çoğunluk itibariyle kaydını koymuştur.
"Hem de filcümle âdi şeylerden bahsi hârikulâdedir. Şiirin hârikulâdelerden bahsi, alelekser âdidir."
Âdi, “adet üzere yapılan” demektir. Türkçedeki, “basit, ehemmiyetsiz” manasına kullanılan “âdi” kelimesiyle bir alâkası yoktur.
Âdet olarak yapılan işler de ikiye ayrılır: Birisi, insanların “yeme, içme, yatma” gibi âdetleridir. Bunlar sünnet-i seniyyeye uygun olarak yapıldıklarında ibadet hükmüne geçerler.
“Ey nefis! Az bir ömürde hadsiz bir amel-i uhrevî istersen ve her bir dakika-i ömrünü bir ömür kadar faydalı görmek istersen ve âdetini ibâdete ve gafletini huzura kalbetmeyi seversen, Sünnet-i Seniyyeye ittibâ et.”(4)
Bir de “Allah’ın kanunları, takdir ettiği esaslar” mânasına gelen “âdetullah” vardır, bunlara “sünnetullah” da denilmektedir. Meselâ, âdetullah üzere, “Cenâb-ı Hak ve Hakîm-i Mutlak, o zayıf, cüz-î irâdeyi, irâde-i külliyesinin taallûkuna bir şart-ı âdi yapmıştır.”(5)
Öte yandan, geceleri istirahat etmek insanın bir ihtiyacı ve âdetidir. Kur’ân, beşerin bu ihtiyacının ilahî bir kanun olan “gece” ile karşılandığını, büyük bir nimet olarak nazara verir. Gözlere uykunun hâkim olması gibi, yeryüzünü de karanlığın kaplaması büyük birer hâdisedir ve Allah’ın birer kanunudur; âdetullahtandır.
Kur’ân-ı Kerim, insanların ülfet ederek bakamadıkları bu gibi hâdiseleri ehemmiyetle nazara verir. Bunu farklı şekillerde yapar. Bunlardan birisi de kasemler yani yeminlerdir. Allah, bir takım mahlûkatına yemin etmekle, onların çok büyük birer mucize ve üzerinde düşünülmesi gereken çok mühim birer hâdise olduğuna dikkat çeker. Bu noktada Şems Sûresi en güzel bir misaldir. Bu sûrenin başında Cenâb-ı Hak, Güneş'e, Ay'a, gündüze, geceye, semaya, arza yemin ettikten sonra şöyle buyurur:
"Nefsini arındıran (temizlikle parlatan) kurtuluşa ermiştir (gerçek felâh bulmuştur). Onu kötülüklere gömüp kirleten kimse de ziyana uğramıştır." (Şems, 91/9, 10)
Bu kasemlerin hiçbiri yapılmadan da doğrudan “Nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir” buyurulabilirdi. Ama bu kasemlerle, sanki bize şöyle bir ikazda bulunulmaktadır: “Güneş deyip geçmeyin, her sabah doğması her akşam batması size adi bir hareket gibi gelmesin. Güneş de kamer de gece ve gündüz de kasem edilmeye layık çok mühim mahlûklardır. Bunları ibret nazarıyla seyredin, üzerlerinde ehemmiyetle durun."
Kasem edilen bu varlıkların hayatımızla yakından alâkalı olmaları ise bizi şükür ve hamde götürür. İşte bu misalde olduğu gibi, Kur’ân, kâinattaki âdiyattan söz ederken, harikulade olarak, insan kalbini ve aklını büyük gayelere, ebedî hedeflere yönlendirir. İlahî feyizden uzak olup sadece insanın nefsine hitap eden, hayal mahsulü şiirlerde ise, bu harikalar yerine çok basit hissiyatlara hitap edilir, onların tatmini nazara verilir.
Az önce de arz ettiğimiz gibi bu hüküm “alelekser” kaydıyla sınırlandırılmıştır. Yani, bütün şiirler böyle değildir, ama çoğunluğu böyledir.
Dipnotlar:
(1) bk. Mesnevi-i Nuriye, Şemme.
(2) bk. Mektubat, Sekizinci Mektup.
(3) bk. Sözler, Otuz Üçüncü Söz, On Sekizinci Pencere.
(4) bk. age., Yirmi Dördüncü Söz, beşinci Dal.
(5) bk. age., Yirmi Altıncı Söz, İkinci Mebhas.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü