"İ’lem eyyühe’l-aziz! Bütün kâinatı ihata eden bir nurdan hiçbir şey gizlenemez. Ve gayr-ı mütenahi bir daire-i kudretten bir şey hariç kalamaz. Ve illâ, gayr-ı mütenahinin tenâhisi lâzım gelir..." Bu i'lemi açıklar mısınız?
Değerli Kardeşimiz;
"İ’lem eyyühe’l-aziz! Bütün kâinatı ihata eden bir nurdan hiçbir şey gizlenemez. Ve gayr-ı mütenahî bir daire-i kudretten bir şey hariç kalamaz. Ve illâ gayr-ı mütenahînin tenahisi lâzım gelir.
Ve keza hikmet-i İlahiye her şeye değeri nisbetinde feyiz veriyor. Ve herkes bardağına göre denizden su alabilir.
Ve keza mukaddir olan Kadîr-i Hakîm’in büyüğe olan teveccühü, küçüğe olan teveccühüne mani olamaz.
Ve keza maddeden mücerred zahir ve bâtın olan muhit bir nazara, en büyük bir şey gibi en küçük bir şeyi veya nev bir ferdini gizletemez.
Ve keza küçük olan bir şey, mazhar ve mahal olduğu sanat nisbetinde büyür. Ve küçük şeylerin nevileri büyük olurlar.
Ve keza azamet-i mutlaka şirketi aslâ kabul etmez.
Ve keza fevkalâde bir suhuletle, hârika bir süratle, mu’ciz bir itkan ve intizamla cûd-u mutlaktan akan âsârdan anlaşılıyor ki mikrop gibi en küçük ve daha küçük havaî, maî, türabî hayvanlar boş zannedilen âlemin yerlerini doldurmuşlardır."(1)
Bu metinde geçen cümlelerin birbiriyle yakın ilgisi olmakla birlikte, her biri müstakil bir konudur. Bunun için metnin tamamı yerine, söz konusu cümleleri müstakil olarak ele almaya çalışacağız.
Cenab-ı Hakk’ın bir ismi Nur’dur, bütün isimleri ve sıfatları da nuranîdirler. Öte yandan, bütün ilâhî sıfatlar sonsuzdur ve muhittir. Bu derste ilim ve kudret sıfatlarının muhit olduğuna, yani her şeyi kapladığına dikkat çekilmiş oluyor. Birinci cümlede geçen nur, ilim sıfatına işaret etmektedir. İkinci cümlede ise kudret sıfatı açıkça nazara verilmiştir.
O’nun ilminden bir şey gizlense yahut kudretinden bir şey hariç kalsa o zaman “gayr-ı mütenahinin tenahisi lâzım gelir.” Yani Allah’ın sonsuz sıfatlarına bir sınır getirilmiş olur, bu ise muhaldir.
Bilindiği gibi, meselâ kudret sıfatına bir sınır çizilse, o noktadan sonrasına taalluk edemese, o zaman bu kudret ilâhî kudret olmaz, ancak mahlûk kudreti olur. Zira, sonu olanın başı da vardır. Başı ve sonu olan ise mahlûktur, böyle bir kudret de mahlûk kudretidir.
Her varlığın yaratılışında bu iki sıfat birlikte düşünülür. Bir tek örnek vermekle yetinelim:
Cenab-ı Hak göz yapmayı bilir ve kudretiyle de onu yaratır.
“Yaratan bilmez olur mu? O, Latîf’dir, Habîr”dir (en gizli şeyleri bilir, her şeyden hakkıyla haberdardır.)” (Mülk, 67/14)
"Ve illâ, gayr-ı mütenahinin tenahisi lazım gelir."
Allah’ın kudreti ya sonsuzdur ya sonludur; aklen ve mantıken bunun ortası yoktur. Bu önerme akli ve mantıki bir önermedir. Zira sonlu olan bir kudret, aynı zamanda sonsuz olamayacağı gibi; sonsuz bir kudret de aynı zamanda sonlu olamaz. Şayet bir kudret bir yerde durup orayı yapamayacağı anlaşılır ise, zaten onun sonsuz kudret olmadığı sabit olur.
"Mantıkta iki zıt bir arada olamaz." hükmü kati bir hükümdür. Öyle ise Allah ya sonsuzdur ya da sonludur. Sonlu olsa, sonluları icat edemez, zira kendi de sonlu olduğu için yaratmaya kadir değil, mahaldir; yani kendi de yaratılmaya muhtaçtır.
Şayet -haşa- Allah sonlu ise ona zaten ilah diyemeyiz. Zira ilah sonsuzluğu temsil eden zaruri bir hükümdür. En nihayetinde akıl ve mantık sonsuz ve ezeli olan bir varlığı kabul etmek durumundadır. Zira mümkün mümküne illet olamaz. Yani varlık sahasına çıkmamış bir şey, başka bir şeyin varlık sahasına çıkmasına yardımcı ve sebep olamaz. Demek ezelde var ve sabit olan ezeli ve sonsuz bir ilah bulunmak aklen zaruridir.
Malum, aklen ve mantıken zaruri olan bir varlık, levazımı ile sabit olur. Yani İlah’ı ilah yapan ilahi ve ezeli sıfatlarıdır. İlahi sıfatların arızi hallere konu olması ise imkansızdır. Öyle ise Allah sonsuz kudret sahibidir ve yaratamayacağı hiçbir şey yoktur. Bu, kainat olsa da olmasa da, aklın ve mantığın kabul etmesi gereken zaruri bir hüküm ve önermedir.
Üstad Hazretleri bu özet ifadesinde "Sonsuz olan, aynı zamanda sonlu olamaz." diyerek, mantıki bir delil sunmuş oluyor. "Her şeyi Allah yapar, ama şu işi yapamaz." dediğimiz zaman, Allah’ın sonsuz kudretine bir sınır koymuş oluyoruz ki, bu bir şeye hem sonsuz hem de sonlu demek anlamına gelir. Bunun ise tutarsızlığı çok açık ve nettir.
“Ve kezâ, hikmet-i İlâhiye her şeye değeri nisbetinde feyiz veriyor. Ve herkes bardağına göre denizden su alabilir.”
Feyz, suyun taşıp akması demektir; verimlilik, ilim, irfan manasında da kullanılır.
Bir şeyin yaratılış gayesi ne ise ona uygun cihazlarla donatılıyor, maddi ve manevi nimetlere mazhar oluyor. Her şey mahiyetine göre İlâhî isimlerden birine, birkaçına yahut tamamına mazhar olabildiği gibi her bir ismin tecellisi de yine varlıkların mahiyetlerine göre farklı mertebelerde oluyor. Meselâ, Rezzak ismi canlılarda tecelli ediyor, ama taşta ve demirde tecelli etmiyor. Onların mahiyetleri bu ismin tecellisine imkân vermiyor. Üstat Hazretleri buna infial ciheti diyor. İnfial, fiili kabul etmek, üzerinde iş görülmek... Taş ve demir terzik (rızıklandırma) fiilini kabul etmiyorlar, yani onların mahiyetleri bu isimlerin tecellisine uygun değil.
Öte yandan bu fiil her canlıda aynı ölçüde tecelli etmiyor. Herkes bardağına göre denizden su alması misali, her canlının da bu ismin tecellisinden nasibi bardağına yani mahiyetine göre oluyor. Karıncanın, kuşun, koyunun, aslanın, balinanın rızıklanmadan nasipleri çok farklılık gösteriyor.
İlâhî isimlerin tecellileri gibi ilâhî sıfatların icraatında da bu hakikat geçerlidir. Gezegenlerini çeviren Güneş'te de elektronlarını çeviren atom çekirdeğinde de kudret sıfatından bir cilve vardır, ama aradaki fark rakamlara dökülemeyecek kadar büyüktür.
Bu hakikat insanların ilim, irfan gibi manevî feyizleri için de aynen geçerlidir. Kur’ân deryasından müminlerin istifadeleri de yine herkesin bardağına göredir.
“Ve kezâ, mukaddir olan Kadîr-i Hakîm'in büyüğe olan teveccühü, küçüğe olan teveccühüne mâni olamaz.”
Cenab-ı Hak, her şeyi ihata eden sıfatlarıyla, büyük-küçük her varlığın yanında hazırdır ve her birinin her işini bizzat görür. Sonsuz ilmiyle, yıldızları bilmesi, çiçekleri bilmesine mani olmadığı gibi, sonsuz kudretiyle de gezegenleri yaratması ve idare etmesi böceklerde tasarruf etmesine engel olmaz.
Bu hakikate Üstat Hazretleri Güneşi misâl veriyor ve büyük-küçük her şeyi birlikte aydınlattığına dikkat çekerek şöyle buyuruyor:
“... Şemsin ziyasından bazı şeylerin mahrum ve hariç kalması, şemse bir nakîse olur.”(2)
“Ve kezâ, maddeden mücerred zâhir ve bâtın olan muhit bir nazara, en büyük şey en küçük bir şeyi veya nev bir ferdini gizletemez.”
Bu cümlede “nazar” kelimesi bakış, görme manasında kullanılmıştır. İnsanın nazarı madde ile kayıtlıdır. Gözümüz maddi olduğu için ancak madde âlemini görebilir. Konuştuğumuz şahsın sadece simasını görürüz, aklını, hafızasını göremeyiz, nazarımız muhit olmadığı için de onun iç organlarını göremeyiz.
Bir ismi Nur olan Cenab-ı Hakk'ın nazarı zahir ve batın her şeyi birlikte görür. İlim ve kudret sıfatları gibi basar (görme) sıfatı da muhit olduğundan büyük-küçük, fert-nev her şeyi birlikte görür, biri diğerine engel olmaz.
“Ve kezâ, küçük olan bir şey mazhar ve mahal olduğu san’at nisbetinde büyür.”
Bir şeyin maddesinin küçük olması onun sanat değerinin de düşük olmasını gerektirmez. Aksine madde küçüldükçe sanat incelikleri kendini daha fazla gösterir ve bakanları hayrette bırakır. Üstat Hazretleri “Bir sineğin hilkati hayretfezâdır filden...”(3) buyurarak bu gerçeğe dikkatimizi çekmiştir. Varlık âlemine bu misâlin ışığında baktığımızda hiçbir şeyi küçük görmez, Allah’ın her varlıkta ayrı bir sanat sergilediğini biliriz ve yıldızlarla çiçekleri birlikte seyrederiz, böceklerle atları beraber düşünürüz.
“Ve küçük şeylerin nevileri büyük olurlar.”
Üstat Hazretleri “nevide celalîdir, fertte cemalîdir” buyuruyor. Bir tek çiçeğe baktığımızda ondaki güzellik hoşumuza gider, aynı çiçekle kaplanmış bir dağı seyrettiğimizde o güzellik içinde bir haşmet ve azamet manaları nazarımıza fazla çarpar.
Şunu da unutmamak gerekiyor ki, büyük dediğimiz şeyler küçüklerden yapılıyorlar. Taşların bir araya gelmesiyle kubbenin ortaya çıkması gibi, atomların bir araya gelmesiyle hücreler, hücrelerin bir araya gelmeleriyle de organlar ve onlara sahip canlılar meydana geliyorlar. Cenab-ı Hak küçükle ilgilenmese büyük dediğimiz hiçbir şey teşekkül etmez.
“Ve kezâ, azamet-i mutlaka şirketi asla kabul etmez.”
Mutlak, mukayyedin zıddıdır. Mukayyet, kayıtlı, sınırlı demektir. Bir müteşebbisin sermayesi büyük bir işi görmeye yetmeyince şirket kurar ve yeni ortaklar bulur.
Allah’ın bütün sıfatları mutlak ve sonsuz olduğundan icraatında “şirketi asla kabul etmez.”
Dersin sonunda şu noktaya dikkat çekiliyor:
Eşyanın son derece kolay yaratıldığı ve yaratılan her şeyin birer sanat mucizesi olduğu, özellikle bahar mevsiminde, açıkça görülüyor. Madem böyle bir cûd-u mutlak var, öyleyse âlemde boş yer kalmaksızın her yer canlılarla şenlendirilecektir. Bir gram toprakta yaklaşık on milyar bakteri bulunması bunun açık bir delilidir.
"Ve keza fevkalâde bir sühuletle, harika bir sür’atle, mu’ciz bir ittikan ve intizamla cûd-u mutlaktan akan âsârdan anlaşılıyor ki, mikrop gibi en küçük ve daha küçük havaî, mâî, türâbî hayvanlar boş zannedilen âlemin yerlerini doldurmuşlardır."
Allah, zatı ve sıfatları itibari ile maddeden mücerred ve münezzeh olduğu için, ona yaratma noktasında bir zorluk, bir engel, bir müşkül durum olmaz ve olamaz. O Allah ki en basit bir maddede, en büyük sanatını yerleştirebilir, en küçük bir mahlukunun içine sanat noktasında en büyüğü sığıştırabilir, hiçbir şey ona engel ve mani olamaz.
Mesela; küçük bir karınca, sanat ve incelik ve mazhar olduğu hayat noktasında, kainat kadar mükemmel ve muazzam olabilir ve olmuştur da. Nitekim bütün kainat bir fabrika gibi, karıncanın o cüzi hayatı etrafında işleyip çalıştırılıyor. Bu da ancak sonsuz ilahi sıfatlarla yapılacak icraatlardır. Bu sebeple Allah’ın icraatlarında ve fiillerinde büyük küçük, değerli değersiz, uzun kısa gibi maddi kıstas ve arızalar bulunmaz. Onun küçük gibi duran bir fiili kainat kadar geniş, fert gibi duran bir icraatı bir nev gibidir. Karınca ile kainat arasında sanat münasebeti buna güzel bir levhadır.
Sanatlar arasındaki bu arıza ve sınıf farklarının olmamasının sebebi; Allah için büyük küçük, ince kalın, uzun kısa, ağır hafif gibi maddi kayıtların olmamasıdır. Zira Allah Zatı ve sıfatları noktasından, madde ve onun kayıtlarından mukaddes ve mualladır.
Dipnotlar:
(1) bk. Mesnevi-i Nuriye, Şule'nin Zeyli.
(2) bk. Mesnevî-i Nuriye, Zeylü'l-Hubab.
(3) bk. Sözler, Lemeat.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü