"İ’lem eyyühe’l-aziz! Cenâb-ı Hakka malûm ve mâruf unvanıyla bakacak olursan, meçhul ve menkûr olur..." Devamı ve "taklidî bir sema’" ile izah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
“Cenâb-ı Hakk'a malûm ve ma’ruf ünvanıyla bakacak olursan, meçhul ve menkûr olur.”
Üstad Hazretlerinin; “Hakikat-i mutlaka mukayyed enzâr ile ihâta edilmez” cümlesiyle verdiği büyük ders, bu gibi yanlışlara kapılmamak için en büyük bir irşad kapısıdır. Yâni, insanın sınırlı olan aklı, mutlak ve sonsuz hakikatleri ihata edemez, her yönüyle tam olarak bilemez. Bu hakikatlerin başında Allah’ın kudsî mahiyeti ve sonsuz sıfatları gelir.
Gözün her gördüğü mahlûk olduğu gibi, aklın da her anladığı mahlûktur. O halde bir insan; “Cenâb-ı Hakk'a malûm ve ma’ruf ünvanıyla bakacak olursa” Allah’ın Zât’ı ve sıfatlarının mahiyeti hakkında bildiğini sandığı şeyler bütünüyle yanlıştır, batıldır, hurafedir.
İnsanın bilgileri ya düşünme yoluyla kendi aklının meyveleridir yahut çevresinde gördüğü ve işittiği şeylere dayanır. Allah’ın zâtı tefekkür edilmez, başkalarından duyulan ve örfe dayanan yanlış bilgiler de insana doğru malumat kazandırmaz. Allah hakkında tek doğru bilgi kendi kelamından ve elçileri olan peygamberlerden öğrenilebilir. Bu hak bilgiye ve doğru inanca göre; “Akıl, Allah’ın varlığını bilebilir, birliğine ulaşabilir, ama Zât’ının mahiyetini bilemez. O’nun sonsuz olan sıfatları da sınırlı akla sığmazlar.”
Cenâb-ı Hakk’a malum unvanıyla bakan kişinin zihninde teşekkül eden farazî ilah, akıl mahsulüdür; Bu vehmî İlah ne vacib bir vücûda sahiptir ne de sonsuz ve mutlak sıfatlara. Bu kişi “Zât-ı Akdesi” kendi zihninde öyle mülahaza etmiştir ve bu mülahaza eksik ve batıldır.
“Cenâb-ı Hakk'a mevcud-u meçhul ünvanıyla bakılırsa, ma’rufiyet şuâları bir derece tebârüz eder.”
Bu hakikatin anlaşılmasında bize en büyük yardımcı kendi ruhumuzdur. İnsan, ruh hakkında ne söylese, büyük dese, küçük dese, mavi dese, yeşil dese hep hata eder. Fakat “Ruh vardır ama mahiyeti bilinmez” dediğinde ruh konusunda sağlam ve doğru bilginin kapısını çalmış olur.
Ruhun mahiyeti bilinmez. O, beden ülkesini sevk ve idare eden ilâhî bir kanundur. Toprağı görüp yerçekimini göremediğimiz gibi, bedeni görür fakat ruhu seyredemeyiz.
Ruh, ne hanesi olan bedene benzer ne de o haneyi kuşatan kâinata. Ruh bedende misafir olan apayrı bir mahiyettir.
Ruh hakkında insana çok az bilgi verilmiştir. İnsan bu bilgi ile ruhunu “bilinmez” olarak bilir, “anlaşılmaz” olarak anlar. Ruhunu mahiyeti meçhul bir varlık olarak bilen insan hakikati bulmuştur. Aksi hâlde, hakikat dışı bir yola girmiş demektir.
Taklidi bir sema; Zihinde oluşan bu malum ve maruf manasının temeli, yukarıda izah edildiği gibi, ya nefis dairesinde bir tasavvurdur, ya etrafını çevreleyen hemcinsinden bir esinlenmedir, ya da imkan dairesinden uzak bir düşüncedir. Hiçbir zaman Allah’ın kendisi değildir. Ekser insanların ilah diye kabul ettikleri şeylerin cismani putlardan ibaret olması meseleye ışık tutar. Taklidi sema demek, insanların zihnini çevreleyen kayıt ve sınırlamalardır. Yani insan zihninin düşünce kapasitesini tespit ve tayin eden kayıt ve sınırlamaların hepsine birden denir.
“Ve kâinatta tecelli eden sıfât-ı mutlaka-i muhita ile bu mevsufun o ünvandan tulû etmesi ağır gelmez.”
Bu cümlede, Cenab-ı Allah'ın kâinatta tecelli eden sıfatlarının mutlak ve muhit olduğu ifade ediliyor. Önce mutlak ve mühit kelimeleri üzerinde kısaca duralım.
Mutlak: mukayyedin zıddıdır, “kayd altına alınamayan, kendisine bir sınır biçilemeyen” manasına gelir. Allah, mutlak kemal sahibidir. Kudretini icraattan men edecek bir başka kudret yahut iradesini hükümsüz kılacak ayrı bir irade söz konusu olmaz.
Mühit ise: ihata eden, tamamını kaplayan, tümünü kapsayan” demektir. İlâhî sıfatların hepsi muhittir, yani bütün mahlûkatı kuşatmıştır. Muhit için mahlûkat âleminden bir misal verecek olursak, atmosfer yeryüzündeki bütün canlıları kuşatmıştır. Havanın sadece kan temizleme vazifesini misal alırsak, atmosfer bütün ciğerleri ihata etmiştir ve hepsinde kan temizleme fiilini birlikte yapar. Cenâb-ı Hak, varlık âlemindeki icraatını küllî iradesiyle, mutlak kudretiyle, muhit ilmiyle yapar. Sıfatlarını böylece tecelli ettirir, fiillerini bu şekilde icra eder. Bu küllî ve muhit tasarruftan hiçbir şey hariç kalamayacağı gibi, hiçbir şey de saklanamaz. Şu var ki, bu küllî icraat içinde her bir ferdin her türlü ihtiyacı, onları karşılayacak İlâhî isimlerin tecelli etmesiyle görülmektedir. Yani, umumî tasarruf ve icraat içinde her bir fertle de -tabiri caiz ise- hususî bir alaka söz konusudur.
"Bu mevsufun o unvandan tulû' etmesi ağır gelmez." Cümlesinde ise, bütün isim ve sıfatları mutlak ve mühit olan bir zata bu işleri yapmak ağır gelmez. Denilmek isteniyor.
Bu cümlenin izahını konu bütünlüğü açısından baktığımızda ise, Allah'ın ilim, irade ve kudret gibi bütün isimleri ve sıfatları mutlak ve mühit, bizimkiler ise kayıtlı olduğundan, biz Cenab-ı Hak hakkında ne düşünürsek düşünelim o mahluk olur. Zâtını mahiyetiyle bilmekten âciz olduğu O “mevcud-u meçhul”ün sonsuz sıfatlarını bilmekten de âciz olduğunu itiraf eder. Böylece bu sonsuzları O’na isnad etmesi kolay olur.
Ve böylelikle, bir insan da Allah’a “varlığı şüphesiz ama mahiyeti bilinmez” olarak inandığında, “ma’rufiyet şuâları” yâni Allah’ı hak bir itikatla tanımanın ışıkları aklında ve kalbinde bir derece parlar; onun iç âlemini ve inanç dünyasını aydınlatır. Üstat Hazretleri "hakikat-i mutlaka, mukayyet nazar ile ihata edilemez" diyerek, bütün bunları veciz bir şekilde ders veriyor.
Ek bilgi için:
https://sorularlarisale.com/mevcud-u-mechul-ne-demektir
https://sorularlarisale.com/allahin-bilinemezligine-karsi-ustad-hazretleri-neler-diyor-risalelerden-alintilar-yaparak-aciklar-misiniz
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar