"İ’lem eyyühe’l-aziz! Halk-ı eşya hakkında mûcibe-i külliye sadık olmadığı takdirde, sâlibe-i külliye sadık olur. Yani, ya bütün eşyanın hâlıkı Allah’tır veya Allah hiçbir şeyin hâlıkı değildir..." Devamıyla izah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
"İ’lem Eyyühel-Aziz! Halk-ı eşya hakkında 'mûcibe-i külliye' sâdık olmadığı takdirde 'sâlibe-i külliye' sâdık olur. Yani ya bütün eşyanın hâlıkı Allah'tır veya Allah hiçbir şeyin hâlıkı değildir. Çünkü eşyanın arasında muntazam tesanüd ile halk ve yaratmak, tecezziyi kabul etmez bir külldür, bâziyet yoktur. Ya mûcibe-i külliye olacaktır veya sâlibe-i külliye olacaktır. Başka ihtimal yok. Her şeyde illetin ademini tevehhüm eden vehmin vâhi hükmünde bir kıymet yok. Binaenaleyh edna bir şeyde Hâlıkıyet eseri göründüğü zaman, bütün eşyada tahakkuk eder."
"Ve keza Hâlık ya birdir veya gayr-ı mütenahîdir, evsat yoktur. Zira Sâni' vâhid-i hakikî olmazsa, kesîr-i hakikî olacaktır. Kesîr-i hakikî ise gayr-ı mütenâhîdir."
"Maahaza nuru neşredenin nursuz, icad edenin vücudsuz, îcab ettirenin vücubsuz olması muhaldir."
"Ve keza ilim sıfatını ihsan edenin ilimsiz, şuuru ihsan edenin şuursuz, ihtiyarı verenin ihtiyarsız, iradeyi verenin iradesiz, kâmil şeylerin sânii gayr-ı kâmil olduğunu telakki etmek muhaldir."
"Ve keza aynı tersim, basarı tasvir ve nazarı tenvir edenin basarsız olduğunu düşünmek, ancâk basar ve basiretten mahrum olan adamın işidir. Maahâza masnûdaki kemalât, tamamen Sâni'deki kemalden akan bir feyizdir. Fakat kuşlardan yalnız sineği gören, tanıyan bir mikrop, kartalı gördüğü zaman 'Bu kuş değildir.' der. Çünkü sinekteki şeyler onda yoktur."(1)
Mûcibe-i külliye: Her şeyi Allah yaratmıştır.
Sâlibe-i külliye: Hiçbir şeyi Allah yaratmamıştır.
Ya öyle veya böyle. Bu iki şıkkın ortası yoktur. Bu davanın ispatı sadedinde şu hakikate dikkat çekiliyor: “Çünkü eşyanın arasında muntazam tesanüd ile halk ve yaratmak, tecezziyi kabul etmez bir küldür."
Bu kâinat, bir muhteşem fabrika gibi muntazam çalışıyor. Bu âlemdeki eşya arasında, fabrikanın aletleri, cihazları, bölümleri arasındaki münasebetten çok daha ileri derecede bir yardımlaşma, dayanışma ve tesanüd görülüyor. Hiçbir şey tek başına müstakil bir varlığa sahip değil, her şey birbiriyle “el ele verip beraber çalışıyorlar.”
Bir yaprağı tutalım; gücümüz yetse ve yaprak da yerinden kopmasa onu çektiğimizde ağacın tümü harekete gelir. Çünkü yaprak, ağacın tümü ile irtibatlıdır. Aynı şekilde, ağaç da toprakla irtibatlıdır. Eşya arasındaki muntazam tesanüdü bu yaprağın yaratılışında açıkça görüyoruz. Onun yaratılması için, toprak, denizler, rüzgâr, bahar, güneş bir araya gelmişler, her biri kendi sermayesine göre bir katkıda bulunarak o yaprağın yaratılmasında vazife almışlar. O halde, bu yaprağı yapan, bütün eşyanın yaratıcısıdır. Yahut o yaprağı yapan, hiçbir şeyin hâlıkı değildir. Birincisi mûcibe-i külliye, ikincisi sâlibe-i külliyedir.
Şuursuz, iradesiz, ilimsiz varlıklar arasındaki “muntazam tasanüd” çok hayret vericidir. İnsanlar arasında dayanışmayı yerleştirmek için çok gayret ediliyor, yine de tam netice alınamıyor. Üç gün ortaklık yapıp, dördüncü gün ayrılıyorlar. Ama hava, su, toprak, güneş yaratıldıkları günden beri arkadaşlık yapıyorlar, beraber çalışıyorlar. Bu nasıl oluyor?
Önümüzde iki şık var, ya diyeceğiz ki bütün bu varlıklar Allah’ın emri, iradesi, ilmi ve kudretiyle birbirlerinin imdadına koşuyorlar, tam bir dayanışma içinde birlikte çalışıyorlar. Yahut diyeceğiz ki, bunların hiçbiri Allah’ın emrinde değil. Bu ikinci halde, birlikte çalışma ve dayanışma şuurunu her varlığın kendi ilmine, iradesine vermemiz gerekiyor.
Bunların tümünün ilimden ve iradeden mahrum olduğundan kimsenin şüphesi yok. O halde, bu salibe-i külliye şıkkı imkânsız ve muhaldir. Diğer şık olan mûcibe-i külliye ise vacib ve makuldur.
Konunun devamında şu husus nazara veriliyor:
“Her şeyde illetin ademini tevehhüm eden vehmin vâhi hükmünde bir kıymet yok.”
İllet; bir şeyin meydana gelmesine esas teşkil eden sebep demektir. İlletin ademini tevehhüm etmek, bu kâinatın ve içindeki eşyanın sebepsiz, hikmetsiz, gayesiz ve tesadüfen ortaya çıktıklarını vehmetmektir.
Atomlardan hücrelere, hücrelerden bedenlere, gezegenlerden sistemlere kadar her şeyin sonsuz hikmetler taşıdığı bu âlemi, Alîm ve Hakîm olan Allah’ın yarattığı hakikati “mûcibe-i külliyedir.” Bu kabul edilmediği takdirde her şeyin hikmetsiz, gayesiz olduğunu kabul etmek gerekir.
Ya her şeyde illet ve İlahî hikmet kabul edilecek yahut her şeyde illetin ademi kabul edilecektir. Bu ikinci şıkkın akılda yeri yoktur, vehimdir, vâhi hükmündedir, yani bir saçmalıktır, bir kıymet ifade etmez.
“Binaenaleyh edna bir şeyde Hâlıkıyet eseri göründüğü zaman, bütün eşyada tahakkuk eder.”
Meselâ, bir böceğin gözünü yaratmak bir hâlıkiyet, yani yaratıcılık eseridir. O gözü yaratan zat, göz yapmayı ve yaratmayı biliyor demektir. Burada da ya sâlibe-i külliye ya mûcibe-i külliye olacaktır. Ya Allah bütün gözlerin yaratıcısıdır yahut hiçbir canlının gözünü Allah yaratmamıştır.
Metinde geçen bir diğer cümle:
“Ve keza Hâlık ya birdir veya gayr-ı mütenahîdir, evsat yoktur.”
Bu cümle, metnin ilk cümlesinde yer alan, “Halk-ı eşya hakkında 'mûcibe-i külliye' sâdık olmadığı takdirde 'sâlibe-i külliye' sâdık olur” hükmüyle yakından alâkalı.
Bu kâinat sarayı ve içindeki eşya Allah’ın eseridir. Başta insan olmak üzere, bütün canlılar da o sarayın sakinleri ve misafirleridirler. Halık’ı bir bilmeyen kimseler, eşya adedince ilahları kabul etmeye mecbur kalırlar. Çünkü “Bir harf kâtipsiz, bir iğne ustasız olamayacağına" göre, bu güneşlerin, bu yıldızların, şu deryaların, dağların, ovaların ve bu âlemde misafir edilen şu insanların, ceylanların, kuşların, balıkların tek bir hâlıkı olduğu kabul edilmediğinde, bunların yaratılmaları için gayrimütenahi yani sonsuz ilahların kabulü gerekecektir. Gök tanrısı, yer tanrısı gibi, çiçek tanrısı, kuş tanrısı, deniz tanrısı, kara tanrısı, ağaç tanrısı, taş tanrısı, hava tanrısı, güneş tanrısı ve daha bunlar gibi nice tanrılar...
Bu konuda, Nur Risalelerinde geçen harika bir misali ana hatlarıyla hatırlayalım:
Güneş doğuyor ve ışığıyla karşısında bulunan bütün eşyayı kuşatıyor. Kar’ın parlak zerrelerinden tut, bütün aynalara, bütün gözlere, bütün denizlere ışığını veriyor, onları parlatıyor. İşte bu parlayan şeylerdeki ışıklar bir tek güneşe verilmediği takdirde her parlak şeyin içinde bir ışık kaynağı olduğunu kabul etmek lazım gelecektir. İşte, Hâlık’ın birliğini inkâr edenler de her şey için ayrı bir İlahın varlığını kabul etmeğe mecbur kalacaklardır. “Evsat yoktur” yani bu işin ortası olmaz.
“Zira Sâni' vâhid-i hakikî olmazsa, kesîr-i hakikî olacaktır. Kesîr-i hakikî ise gayr-ı mütenâhîdir.”
Konunun son kısmında, bütün eşyayı ancak Allah’ın yarattığını bütün akıllara kabul ettirecek hüküm cümleleri sıralanıyor:
“Maahaza nuru neşredenin nursuz, icad edenin vücudsuz, îcab ettirenin vücubsuz olması muhaldir. Ve keza ilim sıfatını ihsan edenin ilimsiz, şuuru ihsan edenin şuursuz, ihtiyarı verenin ihtiyarsız, iradeyi verenin iradesiz, kâmil şeylerin sânii gayr-ı kâmil olduğunu telakki etmek muhaldir. Ve keza aynı tersim, basarı tasvir ve nazarı tenvir edenin basarsız olduğunu düşünmek, ancâk basar ve basiretten mahrum olan adamın işidir.”
Bu tespitlerde, maddenin, tabiatın, sebeplerin yaratıcı olamayacakları nazara veriliyor. Dün biz yoktuk, önceki gün dünya yoktu, daha önceleri de kâinat yoktu. Vücud nurdur, adem zulmettir. Bu vücud nuru, bize ve bütün varlık âlemine kimden geldi?
Yok olan bir şey, varın mûcidi olamaz. Gözümüz önündeki ağaçlarda bu hakikati şöyle bir düşünelim. Bu ağaç meyvenin mûcidi olamaz, zira bir süre önce kendisi de yoktu. Onu kim var etti ve bir meyve fabrikası olarak planladıysa onun başındaki meyveleri ondan çıkaran da O’dur.
Daha önce de dünyamız yoktu. Güneş'ten kopmakla başlayan bir yolculuk sonunda, bugünkü halini kendi kendine alması düşünülemez.
O ateş parçası şunları düşünebilir mi?
- Ben güneşten bu ayrılışımı öyle bir noktada durdurmalıyım ki, ileride benden çıkacak varlıklar hayat bulabilsinler.
- Öyle bir hızla dönmeliyim ki, üzerimdeki yolcular rahatsız olmasınlar.
- Öyle bir eğimle dönmeliyim ki, mevsimler meydana gelsin.
- Benliğimdeki ateşin bir kısmı okyanuslara, bir kısmı karalara dönüşmese bende hayat olmaz.
Bütün bu ve benzeri hikmetleri o ateş parçasına mı vereceğiz?
O ateş soğuyor ve üzerine toprak seriliyor. O ateşten, denizler yaratılıyor ve her tarafı atmosferle kuşatılıyor. Sonunda dünyamız bugünkü halini alıyor.
Önceki ağaç misalinde olduğu gibi, burada da bu dünya üzerinde her ne yetişse, ondan her ne çıksa bunları dünyanın yaptığı söylenemez. Zira bir süre önce kendisi ortada yoktu. Ona, üzerindeki toprağa, onu kuşatan havaya, içindeki sulara kim vücut verdi ise üzerindeki mevcutları yaratan da odur. “İcad eden vücudsuz olamaz.” O zatında var olacaktır ki, eşya O’nun yaratmasıyla var olsunlar. Vücud nur olduğu gibi, hayat da nurdur. O zat da hayat sahibi olacak ki, bu cansız element yığınlarından canlı insanlar çıkarsın.
Eşyanın yaratılması için lüzumlu bütün sebepleri Allah yaratıyor. Hayat için su gerekiyor, toprak gerekiyor, ziya gerekiyor. Bütün bunları bilen bir vacibü’l-vücud olacaktır ki, mümkinata vücud versin ve onlara bu nimetleri ihsan etsin.
Nuru yaratmak ve neşretmek ancak nur sahibi olmakla mümkündür. Aynı şekilde, ortada icad varsa, onu yaratanın vücudu da var demektir. Kendisi var olmadığı halde, başka bir şeyi var etmesi elbette mümkün değildir.
Işık huzmeleri nasıl küllî bir ışık kaynağına işaret ediyor ise, kâinattaki bütün icadlar, varlığı vacib, ezelî ve ebedî olan Allah’ı ilan ve ispat ediyor.
Devamında ilme, şuura, iradeye dikkat çekiliyor. Bunlar da elementlerde, sebeplerde yok. Bu konular Nur Külliyatı'nda çok geniş olarak işlenmiştir. Mesnevî o bahçeden bir demettir. Biz de bunu dikkate alarak, bu kadarla yetinmek istiyoruz.
“Maahâza masnûdaki kemalât, tamamen Sâni'deki kemalden akan bir feyizdir.”
Masnu’; san’at eseri demektir. Bu varlık âleminde her şey çok san’atlı olarak, yaratılmıştır. Onlarda görülen ilk kemal tecellisi, “var” olmalarıdır. Bu varlık nimeti onlara, Allah’ın bir ihsanıdır. O Vacibü’l-Vücud’un varlığının kemalinden akan feyizlerle Güneş de var olmuştur, dünya da yıldızlar da Ay da insanlar da hayvanlar ve bitkiler de.
Bu hakikatin küçük misalleri insanların san’atlarında da kendini gösteriyor. “Ne mükemmel câmi!” diyor ve ekliyoruz; “Bu mükemmellikte bir câmi ancak Sinan gibi bir mimar yapabilir.” Sinan’ın yaptığı bütün camilerde, köprülerde, hanlarda, hamamlarda ve daha nice san’at eserlerindeki bütün kemaller, mükemmellikler, ondaki san’atın mükemmelliğinden süzülmüşlerdir.
“Fakat kuşlardan yalnız sineği gören, tanıyan bir mikrop, kartalı gördüğü zaman 'Bu kuş değildir.' der. Çünkü sinekteki şeyler onda yoktur.”
İnsan, sadece gördüğü şeylerin mahkûmu oldu mu, sadece gördüğüne inanır, gördüğü varlıkları tanır, başka şeyler işittiğinde de onları bu gördüklerine kıyas ederek kabul veya reddeder. İnsan havasız, gıdasız, susuz yaşayamadığından bunların hiçbirine muhtaç olmayan meleklere inanmakta zorlanır.
İnsan, kendini ölçü olarak, melekleri anlamaya kalkıştığında nasıl büyük bir hataya düşüyor ve sonunda onları inkâr yoluna gidebiliyorsa, bundan çok daha tehlikelisi, İlâhi icraatları işittiğinde bunları kendi işlerine kıyas etmesi, onları akıldan uzak görmesi ve inkâr etmesidir. Üstadımız bu ruh hastalığına “İstib’ad” diyor. Yani akıldan uzak görüp inkâr etmek. Bunu mikrop misaliyle ortaya koyması ise, hem insanın küçüklüğü, acizliği ve hem de bozulduğunda zararlı olmasına imadır.
Sadece bir misal vermekle iktifa edelim:
İnsan bir anda iki şey irade edemez. İrade edemeyince de bir anda iki şey yapamaz. Bu aciz ve nakıs iradesini ve kudretini ölçü aldığında Cenab-ı Hakk'ın bütün eşyayı birlikte irade etmesini ve yaratmasını aklına sığıştıramaz. Hayrete düşüp Allahu Ekber demek yerine, gaflet ve inkâr yoluna sapabilir. Hâlbuki kendi vücudunda onun iradesi dışında icra edilen bu kadar işlerin birlikte icra edildiğini düşünse, bunları kendisinin yapmadığını da dikkate alsa bu vartadan kurtulacaktır.
(1) bk. Mesnevi-i Nuriye, Zerre.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar