İnsanın fiilî duası kâfi gelmezse, kavlî duasının ehemmiyeti pek yoktur, diyebilir miyiz? Ayrıca insan âciz yaratıldığı için, duanın meydana gelme şartlarının hepsini temin edemiyor. Neticeye razı olup "Hakkımda hayırlısı buymuş." demek ne kadar doğrudur?
Değerli Kardeşimiz;
İnsan bir fiili ve ameli tahakkuk ettirme noktasında gayet zayıf ve aciz bir varlıktır, elinden hiçbir şey gelmez. İnsanın tek sermayesi, cüz’î iradesidir. Bu iradesi fiilleri gerçekleştirme hususunda gayet acizdir, tasarrufu çok sınırlıdır. İnsanın böyle bir mahiyette yaratılmasının hikmeti Allah’ın isim ve sıfatlarına mazhar ve ma’kes olabilmesi içindir. İnsan nihayetsiz aczi, sonsuz fakrı ve naksı ile Cenab-ı Hakk’ın nihayetsiz kudretine, sonsuz gınasına ve mutlak kemaline ayna olur. Her şeye muhtaç olması ile hiçbir şeye muhtaç olmayan sonsuz zenginlik sahibi Allah’a sığınır. İnsanın göze muhtaç olması fakrdır, göz yapmaya güç yetiremeyişi aczdir. İnsan ekmeğe muhtaç olduğu gibi, ekmeğin vücut bulması için çalışan güneşe ve yıldızlara da muhtaçtır. Unutması, yorulması, uyuması, iradesinin cüz’î olması ise nakstır. Bu, zengin-fakir, amir-memur bütün insanlar için aynıdır. Her insan aynı derecede aciz, aynı nisbette fakir ve aynı ölçüde nakıstır. Yani insanın aczi de fakrı da naksı da sonsuzdur. İnsanların bazı konularda birbirlerinden üstün olmaları, bu üç sonsuzluk karşısında çok küçük ve ehemmiyetsiz kalır.
Ubûdiyetin üç temel rüknü vardır: Acz, fakr ve naks (kusur). Nur Külliyatı’nda bu konu sıkça ve ehemmiyetle işlenir. Zira acz, fakr ve naksını bilen insan, Rabbinin kudretine istinad eder, O’ndan medet diler ve O’nun sonsuz kemâlinin eşyadaki tezahürlerine hayran olur. Yani ubûdiyet insanın acz, fakr ve naksının şuurunda olması ve hayatını bir kul olarak Rabbinin rızası dairesinde tanzim etmesidir.
İnsanın fiil ve infial olmak üzere iki yönü vardır. Fiil, iş demektir, infial ise “fiili kabul etmek, kendisinde bir işin yapılmasına müsait olmak” mânâsına gelir. Meselâ, yazı yazmak bir fiildir ama suya yazı yazamayız. Dolayısıyla su, yazı yazma fiilini kabul etmemiş olur. Ama bir kâğıda yazı yazarız, kâğıt, infial cihetiyle, kendisinde yazı yazılma fiilini kabul etmiş olur.
İnsanın fiil ciheti kendi gücü ve kuvvetiyle, şahsî ilmi ve maharetiyle bir şeyler ortaya koyması, bazı eserler yapmasıdır. İnfial ciheti ise onun İlâhî fiillerin icra edilmesine müsait olmasıdır. Meselâ, rızıklandırmak bir İlâhî fiildir. İnsan bu fiili kabul eder, yani onda bu iş icra edilir. Ama bir taş rızıklanmayı kabul etmez, rızka muhtaç olmadığı için rızıklanması da söz konusu olmaz. İşte infial cihetiyle insan taştan daha ileri gitmiştir.
İnsanda tecelli eden bütün fiilî isimler insanın infial cihetini ifade eder. Tasvir fiiliyle sûret kazanmış, tezyin fiiliyle bezenmiş, ihya fiiliyle hayata kavuşmuş, imate fiiliyle ölümü tatmıştır. Böylece insanda Musavvir, Müzeyyin, Muhyi, Mümit isimleri tecelli etmiştir.
İnsan bu yönüyle çok zengindir, zira mahlûkat içerisinde İlâhî isimlere en büyük ve en câmi’ ayna insandır. İnsanın fiil ve infial cihetlerini Üstadın şu hârika misâli ile daha iyi anlıyoruz:
“Şeffaf parlak bir zerrecik, bizzat kendi başıyla kalsa bir kibrit başı kadar bir nur içinde yerleşmez. Fakat o zerrecik, güneşe intisab edip ona karşı gözünü açıp baksa; o vakit o koca güneşi ziyasıyla, elvan-ı seb’asıyla, hararetiyle hattâ mesafesiyle içine alabilir.”
Burada bir fiil, bir de infial ciheti var. Fiil ciheti, aynanın kendiliğinden parlaması ve ışık saçması. Bu cihetle ayna, ışığın ve parıltının zerresine bile sahip değildir. Ama infial yani fiili kabul etme cihetiyle güneşin ışığını içine alabilmekte, onunla parlamakta, onunla güzelleşmektedir. Bu ayna şuurlu olsa, kendisindeki bu güzelliğin, bu kemalin hep güneşten geldiğini ilân eder ve nefsini değil güneşi metheder. Yoksa o ışığı ve parlaklığı kendine mâl ederek gururlansa, manen çok aşağılara düşer ve akşamın gelmesiyle de karanlıklar içinde perişan olur.
Aynanın kalınlığı birkaç milimetre olduğu halde, kendini güneşe karşı tuttuğu anda, bir derinlik kazanıyor ve yüz elli milyon kilometrelik bir mesafeyi içine alabiliyor. Şimdi bu ayna, “Ben yüz elli milyon kilometreyim.” dese gülünç hale düşer; zira onun kaç milimetre olduğu herkesin malûmudur. Onda teşekkül eden derinlik, infial cihetiyledir.
Ayna kendisini iki metre ilerideki bir duvara karşı tutsa, onda iki metrelik bir mesafe teşekkül eder. Yüz metre ötedeki bir dağa karşı tutsa, içindeki mesafe yüz metre olur.
İnsan da infial cihetiyle, dua ve istemek noktasında kâinatı kuşatacak kadar geniş istidatta yaratılmıştır. İnsan Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellilerine en geniş büyük bir aynadır. Allah’ın her bir ismini ayrı ayrı tanıyıp tartabiliyor ve O’na küllî bir muhatap haline gelir. Kâinat onun önüne serilmiş bir sofra hükmündedir, o da Allah’ın en nazdar ve çok nazik bir misafiridir. İnsanın her bir duygusu kâinat sofrasına istifade için açılan bir pencere gibidir. Akıl ve hayal gibi madde ile kayıtlı olmayan duyguların istifade sahası çok geniştir. Göz, gördüğü eşyadan istifade ederken, akıl ve hayal daha geniş ve daha ihatalı istifade ediyor.
Fiilî dua, Allah’ın kâinatta koymuş olduğu sebeplere müracaat etmektir. Mesela, çocuk sahibi olmak için evlenmek fiilî bir duadır. Zengin olmak için çalışmak fiilî bir duadır. Topraktan mahsul almak için tarlayı sürmek, sulamak, tohumlamak, ekip biçmek fiilî bir duadır... Şartları ve sebepleri yerine getirilir ise, fiilî dua da ekseriyetle makbuldür.
Yalnız fiilî duayı tam yapan, sebepleri eksiksiz yerine getiren kişi her zaman maksadına ulaşamayabilir. Bu da kavlî duaya sarılmak içindir. Şayet netice yüzde yüz sebeplere bakmış olsa idi, kulluk vazifesi tamam olamazdı. Çiftçi tarlayı sürmek, sulamak, tohumlamak, ekip biçmekle neticeyi alır, yağmur için dua etmek aklına gelmezdi. Bu yüzden hem sebeplere riayet etmek hem de netice için duayı ihmal etmemek gerekir. Çocuk sahibi olmak için evlenmek şarttır, ama kâfi bir şart değildir. Birçok evli çiftin çocuğu olmuyor. Bunun için kavlî dua da etmek lazımdır.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü