İnsanlar bu dünyaya imtihan için geldiklerine göre, Kur'an-ı Kerim'den haberleri olmayan kimseler bu imtihandan muaf mı? Eğer muaflarsa bu insanlar neden var; imtihana da tabi tutulmuyor. Kur'an-ı Kerim'den haberleri yok diye cennete mi gidecekler?
Değerli Kardeşimiz;
Evvela, imtihan kainatın yaratılma gerekçelerinden sadece bir tanesidir. Bu yüzden bütün kainatı ve hadisatı sadece imtihan ile izah etmek mümkün değildir.
İkincisi, kainatın ve içindekilerin yaratılma gerekçelerinde tabiri caiz ise aslan payı Allah’ın kendi cemal ve kemalini mahlukat aynasına görmek ve göstermek istemesidir. Bu yüzden mahlukatı kesretle yaratıp icat ediyor.
"Ben gizli bir hazineydim, bilinmeyi istedim ve mahlûkatı yarattım."(1)
Yani şu kainat sarayının yaratılma gerekçesi, Allah’ın isim ve sıfatlarını bu kainat sahnesinde tecelli ettirip hem kendi İlahi nazarı ile hem de gayrın nazarı olan mahlukatın nazarı ile bu tecellileri seyredip müşahede etmektir.
Kainatta sergilenen isimlerin en büyük gözlemcisi ve seyircisi Allah’ın bizzat kendisidir, sonrada sırası ile insanlar, melekler, cinler ve ruhanilerdir. Yani kainatın asıl yaratılma gerekçesi Allah’ın kendini tanıtmak ve sevdirmek istemesidir diyebiliriz. İnsanların imtihana tabi tutulması bu dev gayelerin yanında tali ve küçük gayeler olarak kalıyor.
Üçüncüsü, şuunat-ı İlahidir. İnsan nasıl kendi güzelliğini görmek ve göstermekten bir keyif ve lezzet alırsa, aynı şekilde, ama kudsi olarak Allah da kendi sonsuz kemal ve cemalini görmek ve göstermekten bir keyif ve lezzet alır. Bu Allah’ın şuunatıdır, yani İlahi bir keyfiyetidir. Bu keyfiyet sayesinde kainatta bir hareket ve faaliyet vardır. Bu yüzden bir iki milyon sineği yaratıp kendi cemal ve kemalini tanıtması yeterli iken trilyonlarca sinek icat ediliyor.
Sevmek, lezzet almak, hoşlanmak insan için birer şe’ndir. Allah da mahlûkatını sever ama, bizim bir eserimizi sevmemiz gibi değil. İşte bu İlâhî muhabbeti, mahlûkatın sevgilerinden ayırmak için “mukaddes” kelimesi kullanılır. Allah da kulunun ibadetinden memnun olur. Ama, bu memnuniyet bir padişahın kendisine itaat eden bir askerinden memnuniyeti cinsinden değildir. İşte bunu zihinlere yerleştirmek için “memnuniyet-i mukaddese” tabiri kullanılıyor. Bunlar da şuunat-ı İlahiyedendirler. Allah’ın bütün mahlûkatının ihtiyaçlarını görmekte bir lezzet-i mukaddesesi vardır. Ama bu lezzet, bizim bir fakiri giydirmekten yahut doyurmaktan aldığımız lezzet gibi değildir.
“Her bir faaliyette bir lezzet nev’i vardır.” hakikatından hareket ederek kâinata nazar ettiğimizde, Cenâb-ı Hakk’ın herbir fiilini icra etmekte, herbir ismini tecelli ettirmekte bir lezzet-i mukaddesesi olduğu aklımıza görünür. Bu lezzetin keyfiyetini ise akıl idrak edemez. Zira, akıl ancak mahlûkat sahasında düşünebilir.
Özet olarak, sonsuz cemal ve kemalin gözlemlenme ve müşahede edilme isteği Allah’ın bir şuunatı ve İlahi bir keyfiyetidir. Tabir biraz dar biraz riskli ama şunu diyebiliriz ki Allah kendini görmek ve göstermekten İlahi bir lezzet ve keyif alıyor bu yüzden mahlukatı icat etmiştir.
Dördüncüsü, mecnunluk, fetretlik gibi şeyler sadece imtihana taalluk eden şeylerdir. Onların kainat sahnesinde Allah’ın sanat ve şuunatına mazhar ve ayna olmaları yaratılmalarına yeterli nedenlerdir.
Beşincisi, ÜstadHazretleri kainatın ve içindekilerin yaratılış hikmetini en veciz olarak şöyle ifade ediyor:
"Ey kardeş! Eğer hikmet-i âlemin tılsımını ve hilkat-i insanın muammasını ve hakikat-i salâtın rümuzunu bir parça fehmetmek istersen, nefsimle beraber şu temsilî hikâyeciğe bak:"
"Bir zaman bir sultan varmış. Servetçe onun pek çok hazineleri vardı. Hem o hazinelerde her çeşit cevahir, elmas ve zümrüt bulunuyormuş. Hem gizli, pek acaip defineleri varmış. Hem kemalâtça sanayi-i garibede pek çok mahareti varmış. Hem hesapsız fünun-u acibeye marifeti, ihatası varmış. Hem nihayetsiz ulûm-u bediaya ilim ve ıttılaı varmış."
"Her cemal ve kemal sahibi kendi cemal ve kemâlini görmek ve göstermek istemesi sırrınca, o sultan-ı zîşan dahi istedi ki, bir meşher açsın, içinde sergiler dizsin, ta nâsınenzarında saltanatının haşmetini, hem servetinin şaşaasını, hem kendi san'atının harikalarını, hem kendi marifetinin garibelerini izhar edip göstersin. Ta, cemal ve kemâl-i mânevîsini iki vecihle müşahede etsin: Bir vechi, bizzat nazar-ı dekaik-âşinâsıyla görsün. Diğeri, gayrın nazarıyla baksın."(2)
Dipnotlar:
(1) bk. Keşfu’l-hafâ, II / 132, hadis: 2016.
(2) bk. Sözler, On Birinci Söz.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü