"Kalbin telefonu ile vasıtasız münacat eden bir veli der: Kalbim Rabbimden haber veriyor. Demiyor: Rabbül âleminden haber veriyor. Çünkü yetmiş bine yakın hicapların nispet-i ref’i derecesinde mazhar-ı hitap olabilir." İzah?

Cevap

Değerli Kardeşimiz;

Önce şu noktanın açıklanması gerekiyor: Bu ifadede zikredilen veli kul, Allah’ın lütfuna mazhar ve kurbiyetine nail olmuş, ancak insanları irşad konusunda manevî bir vazifesi olmayan münferit ve mübarek bir zâttır.

“Âlimler peygamberlerin vârisleridirler.”(1) hadîs-i şerifinin haber verdiği üzere, kendi çevrelerine iman ve hakikat dersi veren, yahut bulundukları asrın müceddidi olmakla o asrın manevî bir hekimi olarak Allah Resulünün vazifesini vekâleten deruhte eden büyük mürşitler de Allah’ın veli kullarıdırlar, ama onların durumu biraz farklıdır. Onlar İslâm’a hizmet usullerini kendi içtihatlarıyla değil, çoğu zaman ilham ve sünuhat yoluyla ders alır ve asırlarına tatbik ederler.

“O hevadan (kendi arzusuna göre) konuşmuyor. O (Kur’ân) ancak kendine vahyolunan bir vahiydir.” (Necm, 53/3-4)

âyetiyle haber verildiği gibi Allah Resulünün (asm.) konuşması, yani insanlara tebliğ ettiği hakikatler kendi şahsî fikirleri değil, O’na vahyedilen İlâhî hakikatlerdir.

“Sonra, onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, lâkin Allah attı.” (Enfal, 8/17)

âyetinden aldığımız derse binaen, nasıl ki “o attığı zaman gerçekte atan Allah idi.” aynı şekilde, O zât vahiyle konuşurken de gerçekte konuşan Allah’tır. O (asm.) ancak ya Allah kelamını konuşmakta veya İlahî kelama yine Allah’ın izniyle izahlar getirmekte, bütün bunları yaparken de kesinlikle kendi heva ve hevesiyle konuşmamaktadır.

Yetmiş bine yakın perdelerin kalkması meselesine gelince:

“Yetmiş bin perde” tâbiri, her ismin tecellisinde binler mertebe olduğuna işaret etmektedir. Yani, yetmiş bin perde, ilâhî sıfatların ve isimlerin tecelli mertebeleridir.

Kâinat kitabındaki hangi esere baksak, Allah’ın o eserde tecelli eden ilim ve hikmetini, kudret ve kemalini hayretle seyrederiz. Şu var ki, bu seyir bizim kabiliyetimiz ve ilmimiz nisbetinde gerçekleşir. Her gün seyrettiğimiz çiçeklerle bile aramızda nice perdeler vardır. Biz sadece ilk perdeye bakıyor, onların şekline, rengine hayran oluyoruz. Hâlbuki bir botanik âlimi için o çiçeğin her bir hususiyeti ayrı bir perdedir; Allah’ın ilmini ve hikmetini ayrı bir yönüyle ders verir.

Bütün bunlar bizi şu hakikatin kapısına götürür: “Cenâb-ı Hak yetmiş bin perde arkasındadır.”

Yüce Rabbimiz, Kur’ân-ı Kerim’inde insan ve kâinat hakkında birçok tefekkür levhaları beyan ediyor. Ancak, yıldızları birer nokta, güneşi bir lamba kadar gören şu gözlerimiz, kâinatın tümünü seyredebilmekten ne kadar âciz ise, aklımız da bu âlemi ve içindekileri idrak ve ihata etme hususunda o kadar kifayetsizdir.

Kaldı ki, akıl, henüz kendi mahiyetini bile ihata etmekten çok uzaktır. İşte insan, kendi ruh iklimindeki bu mâna derinlikleri karşısında hayretler içinde kalır ve yine aynı hakikatle karşı karşıya gelir: “Cenâb-ı Hak yetmiş bin perde arkasındadır.”

Yine Nur Külliyatından Miraç Risalesi” nde, yetmiş bin perdenin, “berzah-ı esmâ ve tecelli-i sıfat ve ef’al ve tabakat-ı mevcudat” olduğu ifade edilir. Bir başka bahiste ise, Cenâb-ı Hakk’ın “huzur-u kibriyasına perdesiz girmek istenilse, zulmanî ve nuranî, yani maddî ve ekvanî ve esmâî ve sıfatî yetmiş binler hicabdan geçmek” iktiza ettiğine dikkat çekilir.

“Maddî ve ekvanî” olarak tavsif edilen zulmanî perdeler şu gördüğümüz madde âlemidir; bunlar bir önceki vecizede “tabakat-ı mevcudat” şeklinde ifade edilmişlerdir. Nuranî perdeler için “esmâî ve sıfatî” denilmiştir. Bu perdeler, İlâhî isimlerin ve sıfatların farklı mertebelerdeki tecellileridir ve yine bir önceki vecizede “berzah-ı esmâ ve tecelli-i sıfat ve ef’al” olarak kaydedilmiştir.

Bu perdeler Risalelerde şöyle dile getirilir:

“...Bütün mevcudatı kat’edip, cüz’iyetten çıkıp, külliyetin meratibinde gitgide binler hicablardan geçip, tâ bütün mevcudata muhit bir ismine yanaşır, ondan daha ileride çok meratibi kat’ eder. Sonra bir nevi kurbiyete müşerref olur.”(2)

Bu ifadelerden anlaşılacağı gibi, her bir İlâhî ismin bile nice perdeleri, nice tecelli mertebeleri var.

Misâl olarak “Hakîm” ismi üzerinde kısaca duralım:

“Hakîm”, yani her şeye nice hikmetler takan, nice manalar ve faydalar yerleştiren.

Bütün varlık âlemini tümüyle seyredebilmekten çok uzak olduğumuza göre, hiç olmazsa bu kâinatın bir küçük misali olan kendi varlığımıza bakalım. Saçımızdan tırnağımıza, sinir sistemimizden kan şebekemize kadar bütün bedenimiz hikmetlerle, faydalarla âdeta kaynaşıyor. Gözümüz, kulağımız, dişimiz, derimiz, iç organlarımız her biri ayrı bir ihtisas sahası. Her biri için nice tezler yazılmış, nice tebliğler sunulmuş, nice kitaplar telif edilmiş. Bu neşriyatla ortaya konulan hikmetlerin tamamı, “Hakîm” isminin insan bedenindeki tecellisinin özet bir açıklamasıdır.

Buna aklımızı, hafızamızı, his dünyamızı da ilave ettiğimizde maddemiz ve mânamızla “Hakîm” ismine en güzel bir ayna olduğumuzu idrak ederiz. Sadece bir insanda bile “Hakîm” isminin bu kadar tecelli mertebeleri bulunduğunu görmekle İlâhî sanat ve hikmete hayran oluruz.

Düşüncemizi kâinatın diğer varlık âleminde ve fertlerinde de dolaştırmaya çalışırız. Hayalimizi semalara ve ötelerine göndeririz. Meleklere, arşa, levh-i mahfuza varırız. “Hakîm” isminin bu varlıkların her birinde başka tarzlarda ve farklı mertebelerde tecelli ettiğini hayalen seyreder ve yine aynı hakikate varırız: “Cenâb-ı Hak yetmiş bin perde arkasındadır.”

Soframıza dizdiğimiz nimetlerde Allah’ın “Rezzak” ismini çok küçük bir perdede okuyabiliriz. O anda üç dört nimeti, yine üç dört kişi yemektedir. Şehrimizdeki yüz binlerce insanı, sofraları başında hayal etsek, “Rezzak” ismini daha geniş bir perdede seyretme imkânı buluruz.

Bu yüz binleri, milyarlara taşıyalım. İnsanlar âlemine, üç milyonu aşkın hayvan türünü de ilave edelim. İçinde bulunduğumuz zamanı genişletelim; geçmiş asırları düşünelim, gelecek nesillere nazar edelim. Her defasında bu İlâhî ismin tecellilerini daha geniş bir dairede temaşa etmiş oluruz.

“Rezzak” ismi gibi bütün isimlerin de böyle en küçük daireden, en geniş dairelere kadar nice tecellileri var.

İşte miraç mu’cizesiyle bu tecellilerin tamamı seyredilmiş, ilâhî sıfat ve fiillerin bütün icraatları müşahede edilmiş ve mevcudat tabakalarının tamamı çok gerilerde bırakıldıktan sonra, bütün bu mülk âleminin yegâne Mâliki, tek Halıkı ve Hâkimi olan Cenâb-ı Hakk’ın rü’yetine mazhar olunmuştur. O en büyük Resulün (asm.) bu en yüksek mu’cizesi bize en açık bir şekilde ders verir ki: “Cenâb-ı Hak yetmiş bin perde arkasındadır.”

Üstad Bediüzzaman Hazretleri, Sözler adlı eserinde, Kur’ân’ın, “yetmiş bin perdelerden geçerek” “fehm ve zekâca muhtelif binler tabaka muhatablara feyzini dağıttığını ve nurunu neşrettiğini” ifade eder.

Dipnotlar:

(1) bk. Buhârî, ilim, 10; Ebû Dâvud, İlim, 1; İbn Mâce, Mukaddime, 17.
(2) bk. Sözler, Otuz Birinci Söz, İkinci Esas.

Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü

Kategorileri:
Okunma sayısı : 5.949
Sayfayı Word veya Pdf indir
Bu içeriği faydalı buldunuz mu?

Yorumlar

Kullanıcı

"... Demiyor: Rabbül âleminden haber veriyor. Çünkü yetmiş bine yakın hicapların nispet-i ref’i derecesinde mazhar-ı hitap olabilir."

Mealen: Yetmiş bine yakın perdenin kalkmasıyla ancak kişinin kalbi Rabbül âleminden haber verebilir. Bu perdeler kalmamışken kişi ancak kalbim Rabbimden haber veriyor diyebilir.

Olarak anladım.

Her perdenin arkasında Allahın ile ismi farklı bir pencereden, bakış açısıyla okunuyor. Sanki her ismin arkasında (temsil olarak söylüyorum) Bir perde veya bir kapı var. O perdeyi kaldıracak veya o kapıyı açacak olan o isimlerde terakki etmiş olanlardır. Peygamber efendimiz bütün perdeler veya kapılar açık konumda Allahı tanırken (insan olması nisbetiyle o da sonsuz bir tanıma değil) bizim nice kapılarımız Peygamberlere göre kapalıdır, kilitlidir. 

Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
Yükleniyor...