"Kardeşlerim! Nefsin en mühim bir hastalığı da şudur ki; küllü cüz'de, büyüğü küçükte görmek istiyor. Göremediği takdirde red ve inkâr eder. Meselâ: Küçük bir kabarcıkta, güneşin tamamıyla tecelliyatını ister..." İzah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
"Kardeşlerim! Nefsin en mühim bir hastalığı da şudur ki; küllü cüz'de, büyüğü küçükte görmek istiyor. Göremediği takdirde red ve inkâr eder."(1)
Küll, “bütün”; cüz ise “parça” demektir. İnsanın bedeni kül, parmağı ondan bir cüzdür. Ağaç kül, dal ondan bir cüzdür.
Bir bütünün hususiyetlerini onun her parçasında aramak nefsin mühim bir hastalığıdır. Buna göre, insanın görmesini, işitmesini, düşünmesini ve daha nice hâsiyetlerini onun bir parçası olan parmakta aramak yahut ağacın bütün özelliklerini bir yaprakta veya dalda aramak insanı yanlışlıklara götürür.
Böyle bir hastalığa tutulan nefis, aynı yanlış değerlendirmeyi bu âlemde sergilenen İlâhî sanatlarda da yapmağa koyulur ve hak yoldan saparak dalalet ve isyan yoluna girer. Şöyle ki:
Allah’ın ilmi, kudreti, hikmeti, rahmeti, inayeti kısacası bütün isimleri, sıfatları, şuûnatı bütün varlık âlemini kuşatmıştır. Ancak, her varlıkta bütün isimler tecelli etmez.
Meselâ, rızık verme fiili sadece canlılarda icra edilir. Bunu gören nefis, “Mademki Allah rızık vericidir, o isim bu varlıkta niçin tecelli etmiyor?” diyerek itiraz yoluna gider ve dalalete düşer.
Öte yandan, Allah’ın hikmeti sonsuzdur ve her şeyi hikmetli yaratmıştır. Ancak, bu sonsuz hikmeti bir çakıl taşında yahut küçücük bir dikende de aynen görmek isteyen nefis, bunu göremeyince İlâhî hikmeti inkâr yoluna gider.
Kısacası, nefis, Allah’ın sonsuz rahmetini, hikmetini, ilmini her şeyde görmek istiyor; göremeyince red ve inkâr ediyor.
Hâlbuki Allah’ın yarattığı her şey küçük olsun büyük olsun, parça olsun, bütün olsun birer mucizedir, harikadır, taklidi mümkün değildir. Cenâb-ı Hakk’ın yarattığı yaprak da böcek de Güneş de insan da taklit edilemez.
Allah'ın her eseri büyüktür. Ama nefis bunu görmek istemez.
Her parçada, bütün bir âlemde tecelli eden ilim ve hikmeti, kudret ve rahmeti görmek ister. Göremeyince inkâr yoluna gider. İşte nefsi bu büyük yanlışından vazgeçirmek üzere harika bir misal veriliyor; güneş misali.
"Meselâ: Küçük bir kabarcıkta, güneşin tamamıyla tecelliyatını ister. Bunu göremediği için, o kabarcıktaki cilvenin güneşten olduğunu inkâr eder."
Küçük bir damladaki ışık da güneşten gelir, Ay’ın ışığı da. Nefis şöyle bir cerbeze yapıyor: Bu kabarcıktaki ışık güneşten gelseydi ışığı az olmazdı. O da ay gibi, deniz gibi parlak olurdu.
Allah’ın her bir isminin bir manevî güneş olduğunu ve ayrı bir karanlığı aydınlattığını düşünerek, burada verilen misali hakikate tatbike çalışalım. Meselâ: Rezzak ismi bir güneş gibidir. Bütün rızıklar o güneşten gelen ışıklardır. Nefis, küçük bir sineğin rızıklanmasına baktığında, “Eğer bunu Allah beslemiş olsaydı böyle küçücük bir varlık olmazdı; rızkı çok fazla, bünyesi de çok büyük olurdu” der. Hâlbuki rızık yaratmak ancak Allah’a mahsustur ve en küçük bir rızık bile bütün bir kâinat fabrikasının muntazam çalışması neticesinde meydana gelmektedir. Ay’ı da bir küçük damlayı da ışıklandıran aynı güneş olduğu gibi, küçük bir sineği de balina balığını da rızıklandıran Allah’tır; O’ndan başka Rezzak yoktur.
“Meselâ, şeffaf bir zerre, şemsi tavsif eder, fakat şems olamaz. Bal arısı Sâni’-i Hakîm’i vasıflandırır, amma Sâni’ olamaz...”
Aynı şekilde, bir böceğe de bir insana da hayat veren Allah’tır; O’ndan başka Muhyi yoktur.
Bir atomu da güneş sistemini de yaratan Allah’tır; O’ndan başka Hâlık yoktur.
Bir çiçeği de bütün gökyüzünü de süsleyen Allah’tır; O’ndan başka Müzeyyin yoktur.
Bütün İlâhî isimler ve sıfatlar aynı şekilde düşünülebilir.
"Halbuki şemsin vahdeti, tecelliyatının da vahdetini istilzam etmez."
Aynı güneşin, büyük-küçük her şeye ışık vermesi gibi, aynı İlâhî isim de büyük-küçük her varlıkta tecelli eder. Güneşin bir olması bütün tecellilerinin de aynı olmasını gerektirmediği gibi, İlâhî isimlerin de bütün tecellilerinin aynı olması gerekmez. Rezzak ismini misal olarak alalım. Sekiz milyon kadar hayvan türü olduğu söyleniyor. Bunların tümünü rızıklandıran Allah’tır, ama Rezzak’ın bir olması, rızıkların da bir ve aynı olmasını gerektirmez.
Güneş bütün ışığını bir tek aynaya dökmediği gibi, bir İlâhî isim de bütün tecellilerini bir tek varlıkta göstermez.
Aynalar, kabiliyetlerine göre güneşten ışık alırlar.
Bir misal de İlâhî sıfatlardan verelim. Allah’ın bütün sıfatları gibi Kudret sıfatı da sonsuzdur. Her varlık O’nun kudretiyle yaratılır ve her varlığa onun kabiliyetine göre bir kuvvet ve kudret ihsan edilir. Zaten, bu sonsuz sıfat, cennet dâhil hiçbir varlıkta tam olarak tecelli etmez, çünkü her varlık sınırlıdır, kudret ise sonsuzdur.
"Ve keza delalet etmek tazammun etmeği iktiza etmez. Meselâ: Kabarcıktaki güneşin cilvesi güneşin vücuduna delalet eder, fakat güneşi tazammun edemez, yani içine alamaz."
Delalet etmek, delil olmak demektir; tazammun etmek ise içine almak manasına gelir.
Aynı şekilde, her varlık da Allah’ın sonsuz kudretini, ilmini gösterir ve bunlara delalet eder, ama onların hiçbirinde bu sıfatların sonsuzluğu görülmez ve görülemez.
"Ve keza bir şeyi bir şeyle tavsif edenin, o şeyle muttasıf olması lâzım gelmez."
Tavsif etmek; “vasıflandırmak, bir şeyde söz konusu sıfatın bulunduğunu söylemektir." Muttasıf olmak ise o şeyin kendisinin o sıfata sahip olması manasınadır. Bir sayfaya yazılan makale, yazarının ilmini gösterir, onu bu ilimle vasıflandırır, ama o sayfanın kendisi söz konusu ilimle muttasıf olamaz, yani onun yazılarında ilim yoktur.
Bir eser, sanatkârın her sıfatını üstünde gösterecek diye bir kayıt yoktur. Mesela, marangozun yaptığı bir masanın marangoz gibi görmesi, konuşması, iradesi, aklı ve düşünmesi yoktur. Masa, sadece marangozun sanatını ve maharetini sergilediği bir aynasıdır. Marangozun bizzat kendisi değil ki, ustanın vasıfları o masada da tezahür etsin.
Bal arısı Allah'ın bir san’atıdır; onda birçok isim kendi hüküm ve manasını sergiler ve gösterir. Lakin Allah'ın sonsuz sıfatları bütün haşmeti ile o arıda görünmez. Şayet Allah'ın her san’atında ulûhiyet ciheti tam manası ile bizzat yerleşse idi, her sanatın bir ilah olması -hâşâ- bir ilah gibi sonsuz ilim, mutlak irade ve nihayetsiz kudret sahibi olması iktiza ederdi ki, bu da tam bir safsatadır.
Güneş bir damla suda tecelli ederken, bizzat gelip o damlanın içine girip yerleşmiyor. Güneş, damlanın mahiyet ve istiâb haddine göre onda tecelli ediyor. Allah da her varlıkta Zât’ı ile değil, isim ve sıfatları ile tecelli ve tasarruf ediyor.
İnsan, küçük bir sineğe baktığı zaman, onda güneş ve yıldızların azametini göremediği için, onun hilkatini sebeplere ve tabiata vermeye meylediyor. Hâlbuki sineğin haşmeti ince sanatında ve hayatında gizlidir. Sinekte tecelli eden birçok isim güneş ve yıldızlarda tecelli etmiyor. Bu ince noktalara dikkat etmeyen hasta ruhlar, maalesef, red ve inkâra sapıyorlar.
(1) bk. Mesnevî-i Nuriye, Katre'nin Zeyli.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü