"Kezâlik, mülk ile melekût, dünya ile âhiret arasında ehl-i kalb için şeffaf, ehl-i hevâ için kesif ince bir perde vardır... Kezâlik, hayatın da iki veçhi vardır. Biri siyah, dünyaya bakar; diğeri şeffaf, âhirete nâzırdır..." İzah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
"Kezalik mülk ile melekût, dünya ile âhiret arasında ehl-i kalb için şeffaf, ehl-i heva için kesif ince bir perde vardır. Kezalik gece ile gündüz arasında latif bir perde var ki, gözün kapanmasıyla gece olup, açılmasıyla gündüz olduğu gibi; nefsin âlem-i manevîyata gözü kapanırsa ebedî bir gece içinde kalır; gözü manevîyata açılırsa neharı inkişaf eder."
"Kezâlik, Allah’ın hesabına kâinata bakan adam her ne müşahede ederse ilimdir. Eğer gaflet ile esbab hesabına bakarsa, ilim zannettiği şey de cehil olur."
"Kezâik, iman ve tevhid ile bakan, âlemi nurlu görür ve illâ âlemi zulümat içerisinde görecektir."
"Kezâlik, ef’âl-i beşer için iki cihet vardır. Eğer niyet ile Allah’ın hesabına olursa, tecelliyata mâkes, şeffaf, parlak olur. Eğer Allah hesabına olmasa, zulmetli bir manzarayı göstermiş olur."
"Kezâlik, hayatın da iki veçhi vardır. Biri siyah, dünyaya bakar; diğeri şeffaf, âhirete nâzırdır. Nefis, siyah veçhin altına girer, şeffaf veçhe terettüp eden saadet-i ebediyeyi ister."(1)
Mülk ile melekut arasındaki ince perdeyi Üstad'ın şu vecizesi çok açık nazara veriyor:
“Evet, nimet içinde in'âm görünür, Rahmân'ın iltifatı hissedilir. Nimetten in'âma geçsen, Mün'imi bulursun.”(2)
Bir nimetin, meselâ bir meyvenin mülk ciheti onun görünen şekli, rengi, kokusu ve tadıdır. Melekût ciheti ise onun bir “in’am”, bir ikram olduğudur.
İn’am; “nimetin verilmesi, ikram edilmesi” demektir. Nimetten bu ikram manasına geçilirse, ağacın insanı tanımadığı, onun gözünü, dilini, dişini, midesini bilmediği nazara alınır ve bütün bunlara hitap eden bir meyveyi ağacın düşünüp yapamayacağı açık olduğundan, bu ince perde kolaylıkla aşılır ve nimetten in’ama geçilerek Mün’im yani o nimeti ihsan eden Allah’ın varlığı bilinir.
“Ehl-i kalb için şeffaf” olup arkasında in’am manasını ve Mün’imin varlığını gösteren bu perde, “ehl-i heva için kesif”tir. Yani, koyu ve katıdır, altında bu manaları göstermez.
Ehl-i heva; hiç düşünmeden yaşayan, nefsinin ve hevesinin peşinde koşan, nimetin sadece lezzetiyle ilgilenen ve boş bir hayat süren gafil insanlardır.
Bunlar nimetten in’ama geçemedikleri gibi eserden de sanata geçemez ve şu mucizeler diyarındaki İlahi eserleri de seyredemezler.
“Hem, her eser-i Samedânî, bir mektup gibi, bir Sâni-i Zülcelâlin esmâsını bildirir. Nakıştan mânâya geçsen, esmâ yoluyla Müsemmâyı bulursun.”(3)
İşte gözü maneviyata açılanlar, âlemi dolduran bu samedanî mektupları okur, onlarda tecelli eden esmâ ve sıfat-ı İlahiyeyi tefekkür ederler. Bunlar mülk ile melekût arasındaki ince perdeyi aşıp, eşyanın ve hâdiselerin hakikatine erdikleri gibi, dünyanın da mülk cihetine bağlanıp kalmaz, onun melekûtu olan ahirete iman eder ve dünyayı onun tarlası bilerek ebedî hayatları için elden geldiğince mahsul toplamaya çalışırlar.
Nereden gelip nereye gittiklerini, bu dünyada vazifelerinin ne olduğunu, kendilerini kimin misafir ettiğini, O’nun rızasına nasıl ereceklerini düşünenlerin gözleri maneviyata açılmış demektir. Aksi yolda gidenler ise, cehalet ve küfür karanlığından kurtulamadıkları için “ebedî bir gece içinde kalır,” ahirette de “nursuz hararetli” cehennem azabını tadarlar.
"Kezalik Allah'ın hesabına kâinata bakan adam her ne müşahede ederse ilimdir."
Kâinat, Allah’ın kudret kalemiyle yazdığı bir kitabıdır. Baştan sona ilim ve hikmet doludur. Bütün fenler bu kitabın tefsiri gibidir. İnsan, Kelam sıfatından gelen Kur’ân-ı Kerim’i okuduğunda her harfine en az on sevap kazandığı gibi, bu kâinat kitabını da Allah hesabına, O’nun isimlerinin aynası olduğu cihetle okuduğunda her neye baksa onu İlâhî bir sanat eseri olarak bilir, hikmetlere hayran olur. Nitekim hadis-i şeriflerde, tefekkürün diğer nafile ibadetlerden kat kat sevaplı olduğu defalarca ifade edilmiştir.
"Eğer gafletle esbab hesabına bakarsa, ilim zannettiği şey de cehl olur. Kezalik İman ve tevhid ile bakan, âlemi nurlu görür ve illâ âlemi zulümat içerisinde görecektir."
Önce sebepler yaratılıyor, sonra onların ellerine müsebbebler yani neticeler takılıyor. Ağaçları birer meyve fabrikası olarak yaratan da, onlardan meyveleri süzüp çıkaran da ancak “güneşin, havanın, suyun ve baharın yaratıcısı” olan Allah’tır. Bu hakikatten gaflet ederek, neticeleri o sebeplerin kendi eserleri ve san’atları zanneden kişiler, tam bir cehalet içindedirler.
Marifete inkılab etmeyen ilim, faydasız bilgiden öteye geçemez. İnsana nefsini bildirmeyen ve Zât-ı Zülcelalin varlığına ve birliğine güneş gibi ayna olan eserleri tefekkür etmeyen akıl, kişiye hiçbir şey kazandırmaz.
Bunun içindir ki, Yüce Allah birçok ayette düşünmemizi, o harika eserleri okumamızı emretmektedir. Ne kendisini ne de kâinattaki harika eserleri okumayan, yaratıcının sonsuz kudretini, mutlak iradesini, nihayetsiz fiillerini düşünmeyen akılda hiç bir hayır yoktur.
Kendini okuyamamış, hakikati bulamamış, yaratılış gayesinden habersiz ve ulvî hasletlerden mahrum olan bir insanın makamı ne olursa olsun, onun Allah katında hiçbir kıymeti yoktur. İman, marifet, ubudiyet, tefekkür, zikir ve dua gibi ulvî hasletlerden mahrum olanlar, mesleğinin zirvesine de çıksalar, fen ve teknik adına birçok eser de ortaya koysalar, yine de cehalet karanlığından kurtulamazlar. Onlar mesleklerinin faydasını sadece burada görürler.
Sadece fizik, kimya ve matematik gibi ilimler insana bir fazilet kazandırmaz. Üstad Hazretleri Münazarat adlı eserinde şöyle buyurur:
"Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassub, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder."
Yalnız kalbini besleyenler mutaassıb, aklını doyuranlar ise şüpheci olurlar. Midenin maddî gıdalara ihtiyacı olduğu gibi, akıl ve kalbin de manevî gıdalara ihtiyacı vardır. Aklın gıdası ilim, mantık ve fen gibi müsbet ilimler; kalbin gıdası ise iman, marifet, muhabbet, zikir ve tesbih gibi kudsî hakikatlerdir. Zira kalb ancak bunlarla tatmin olur.
Üstadımız müsbet ilimleri mükemmel bilip, bunları Allah'ı bilmeye ve O'na yaklaşmaya vesile yapmayan insanların, kâinatı ve varlıkları tesadüfe verdiklerini, abes gördükleri için, cahil olduklarını veciz bir şekilde şöyle ifade etmektedir:
"İşte, ene, şu hâinâne vaziyetinde iken, cehl-i mutlaktadır. Binler fünunu bilse de cehl-i mürekkeble bir eçheldir. Çünkü duyguları, efkârları kâinatın envâr-ı marifetini getirdiği vakit, nefsinde onu tasdik edecek, ışıklandıracak ve idame edecek bir madde bulmadığı için, sönerler. Gelen her şey nefsindeki renklerle boyalanır. Mahz-ı hikmet gelse, nefsinde abesiyet-i mutlaka sûretini alır. Çünkü, şu haldeki enenin rengi, şirk ve ta’tildir, Allah’ı inkârdır. Bütün kâinat parlak âyetlerle dolsa, o enedeki karanlıklı bir nokta, onları nazarda söndürür, göstermez." (4)
“İman ve tevhid ile bakan” kimsenin, “âlemi nurlu” görmesi iki yönden ele alınabilir. Birisi, bu varlık âleminin yokluk karanlığından kurtulup “vücud nuruna” sahip olmasıdır.
Üstad Hazretleri vücudun nur, ademin (yokluğun) zulmet olduğunu birçok risalesinde ehemmiyetle nazara verir.
Mutlak yokluğa göre mutlak varlık bir nurdur. Yani, taş olmak, yok olmaya göre vücud nurundan bir hisseye sahip olmuş demektir.
Canlı olmak da cansız olmaya göre ayrı bir vücud nuru taşır.
Bilgili olmak bilgisizliğe göre çok ileri bir vücud mertebesidir.
Bu mertebelerin en ilerisi, iman nuruna kavuşmaktır. İman nuruna sahip olanlar, küfür zulmetinde kalanlardan mukayese edilemeyecek kadar ileri bir vücud mertebesi kazanmış olurlar.
Âlemin nurlu görünmesinin diğer yönü de şudur: Allah’ın bir ismi Nur’dur ve bütün isimleri nuranîdirler. Kâinata iman ve tevhid nazarıyla bakan kişi, varlık âleminde tecelli eden bu nurlu isimleri okur. Rızıklarda Rezzak isminin, hayatlarda Muhyi isminin, suretlerde Musavvir isminin, güzelliklerde Cemil ve Müzeyyin isimlerinin, renkler âleminde Mülevvin isminin tecellisini görmekle bütün âlemi nurlu görmüş olur.
Eşyaya, bu nurlu isimlerden gafil olarak bakanlar, o nurları göremezler, cehalet ve küfür karanlığında kalırlar.
"Kezalik ef'al-i beşer için iki cihet vardır. Eğer niyet ile Allah'ın hesabına olursa, tecelliyata ma'kes, şeffaf, parlak olur. Eğer Allah hesabına olmasa, zulmetli bir manzarayı göstermiş olur."
Bir önceki paragrafta, iman ve tevhidle bakan kimsenin âlemi nurlu göreceği ifade edilmişti. Burada aynı mananın “ef’al-i beşer” (insanların işleri) için de söz konusu olduğu nazara veriliyor.
Bu fiillerin de nurlu ve zulmetli olanları vardır. Mesela, adaletle iş görmek nurludur, zira Adil isminin tecellisine bir aynadır. Aynı şekilde, merhamet etmek Rahmân ismine, ikram etmek Kerîm ismine, iman kurtarma hizmeti Rahîm ismine, tefekkür etmek Hakîm ismine, ihsan emek Muhsin ismine, açları doyurmak Rezzak ismine, hastaları tedavi etmek Şâfi ismine ayna olmaktır. Bu fiiller bu isimlerin tecellileriyle nurlu neticeler verirler.
Cenâb-ı Hakk’ın isimleri ikiye ayrılıyor: Zatî isimler ve Fiilî isimler.
Fiilî isimler sonsuzdur. Meselâ, tasvir bir fiildir, onun icra edilmesiyle Musavvir ismi tecelli eder. Terzik (rızıklandırmak) ayrı bir fiil, onun icrasıyla da Rezzak ismi tecelli ediyor.
Kâinatta ne kadar farklı fiil varsa, o kadar da farklı esmâ var demektir. İnsan da yaptığı işlerle bu isimlere ayna oluyor. Meselâ, birisini hak yola sevk etmeye çalışan insan, Hâdi (hidayete erdiren) ismine ayna olduğu gibi, insanları yoldan çıkaran kimse de Mudill (dalalete düşüren) ismine ayna olur. Bu ikinci tecelli, zulmetin nura ayna olması kabilindendir ve o kişiye bir şeref kazandırmaz, ancak azabına vesile olur.
"Kezalik hayatın da iki vechi vardır. Biri siyah, dünyaya bakar. Diğeri şeffaf, âhirete nâzırdır."
Dünya hayatının karanlık vechi, ahirete bakmayan yüzüdür. Şeffaf olan yüzde dünya işlerinin arkasında ahiret ticareti görülür. Sadece dünyanın fani lezzetlerine ve geçici zevklerine bakan karanlık vechin arkasında ise bir şey görünmez. Bu yüzde, öte âlem için bir ticaret söz konusu olmaz.
Bu dünyada harika manzaraları Allah için tefekkür etmenin neticesi, cennet bahçelerini seyir ve tefekkür etmektir. Aynı manzaraların, düşünüp tefekkür edilmeden seyredilmesi, sadece dünyaya bakar. O anda sadece nefis bir haz alır; onun arkasında ahirete bakan bir netice yoktur. Bu yönüyle bu seyir, siyah bir perde gibi olmuştur. Bakanlara sadece perdenin kendini gösterir, onun arkasında başka bir şeye bakma imkânı temin etmez.
Bu dünya hayatında Allah için yapılan sohbetlerin arkasında, ahiretteki ebedî sohbetler gizlidir. Buradaki sohbetler o âlemdekilere göre gölge gibi zayıf kalırlar, ama o asıllara da ancak bu gölgelerle varılır.
“El cezaü min cinsil amel” yani, “Karşılık (netice), amelin cinsindendir” buyurulur.
Sohbetin ahiretteki meyvesi cennete layık sohbet, tefekkürün meyvesi tefekkür, ihsanda bulunmanın meyvesi ihsana mazhar olmaktır...
"Nefis, siyah vechin altına girer. Şeffaf veche terettüb eden saadet-i ebediyeyi ister."
Toplumda sıkça karşımıza çıkan bir tablo var: Adam, ibadet vazifesini yerine getirmiyor; bunu bir noksanlık olarak görüp telafisine çalışmak ve en azından buna niyet etmek yerine, kendini teselli için başka dallara atlıyor, bazı faziletlerini öne sürüyor. “Ben” diyor, “namaz kılmıyorum, ama bugüne kadar hiç kimse hakkında kötülük düşünmemişimdir.” Böyle demekle, ibadet etmese de cennete gitme ümidi taşıyor. Burada karanlık vecih “ibadetsizlik”tir, şeffaf vecih ise saadet-i ebediye. Nefis ne tembellikten vazgeçiyor, ne cennetten.
Kimse hakkında kötülük düşünmemek iyi bir şey. Zilzal Sûresinde haber verildiği gibi, her insan, zerre miskal hayır veya şer işlemiş olsa, mahşerde bunları yazılmış olarak görecek. Kötülük düşünmemek de bir hayırdır. Ama bu hayır, o insanın kılmadığı namazların, tutmadığı oruçların, vermediği zekâtların cezasını silmez. Onlar da ayrı yazılmışlardır, onların hesabı da ayrı olarak görülür. Bunları birbirine karıştırmamak gerekiyor.
Başkası hakkında kötü düşünmemek, bütün haramları silse ve kişinin cennete girmesine tek başına yeterli olsa, bütün koyunlar, güvercinler, serçeler ve daha nice masum hayvanlar hep cennete giderler.
Risale-i Nurda “İman manevî bir tuba-i cennet çekirdeği taşıyor” buyurulur. Yani, cennet, imanın meyvesidir, cehennem de küfrün meyvesi.
Cennetin yolu açıkça ortaya konulmuş: İman ve salih amel.
Diğer taraftan, takva ile de günahlardan sakınarak sevapları korumak da gerekiyor.
İnsan bu saadet yoluna girmez de küfür üzere ölürse, cehenneme gider. Onun diğer güzel hasletleri, belki oradaki azabını hafifletebilir; zalim bir kâfirle mazlum bir kâfirin azaplarının aynı olmaması beklenir.
Bu noktada iki hususa kısaca temas etmek gerekiyor:
Birisi; ibadet insanın mazhar olduğu sonsuz nimetlere karşı Rabbine şükretmesidir. Nimetlerin hakiki sahibine ve yaratıcısına şükür borcunu ödemeyen bir kişinin, başka insanlarla iyi geçinmesi onun bu borcunu ortadan kaldırmaz.
İkincisi; kalb temizliği sadece insanlar hakkında kötülük düşünmemek demek değildir. Kalbin en büyük temizliği imandır. Küfür ve isyanla kararan bir kalbin hakiki manada temiz olması düşünülemez.
Allah Resulü (asm.), “her işlenen günahın kalpte bir kara leke hâsıl ettiğini”(5) haber verdiği hadis-i şerifleriyle, bu hakikati en güzel şekilde ifade buyurmuştur.
Dipnotlar:
(1) bk. Mesnevi-i Nuriye, Şemme.
(2) bk. Sözler, On Yedinci Söz, İkinci Makam.
(3) bk. age.
(4) bk. Sözler, Otuzuncu Söz, Birinci Maksat.
(5) bk. Tirmizî, Tefsîru Sûre: 83:1; İbni Mâce, Züht: 29; Muvattâ, Kelâm: 18; Müsned, 2:297.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü