Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan "Hadisat-ı maziyeyi ve vakıat-ı kevniyeyi bilmek." konusunda malumat sahiplerine karşı meydan okuyor. Kâfirlerin geçmiş bilgilerinin yanlış olduğu ispat edilmeli, bu nasıl olmuştur?

Cevap

Değerli Kardeşimiz;

Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan geldiği zaman, dört nevi malumat sahiplerine karşı meydan okudu:

Başta ehl-i belâğata birden diz çöktürdü. Hayretle Kur'anı dinlediler.

İkincisi, ehl-i şiir ve hitabet, yani muntazam hitabeti olan ve güzel şiir söyleyenlere karşı öyle bir hayret verdi ki, parmaklarını ısırttı. Altun ile yazılan en güzel şiirlerini ve Kâbe duvarlarına medar-ı iftihar için asılan meşhur "Muallakat-ı Seb'a"larını indirtti, kıymetten düşürdü.

Hem gaibden haber veren kâhinleri ve sahirleri susturdu. Onların gaybî haberlerini onlara unutturdu. Cinnîlerini tardettirdi. Kâhinliğe hâtime çektirdi.

Hem ümem-i salifenin vekayiine ve hâdisat-ı âlemin ahvaline vâkıf olanları hurafattan ve yalandan kurtarıp, hakikî hâdisat-ı maziyeyi ve nurlu olan vekayi-i âlemi onlara ders verdi.

İşte bu dört tabaka, Kur'ana karşı kemal-i hayret ve hürmetle onun önüne diz çökerek şakird oldular. Hiçbirisi, hiçbir vakit birtek sûreyle muarazaya kalkışamadılar.

"Eğer denilse: Nasıl biliyoruz ki, kimse muaraza edemedi ve muaraza kabil değil?

Elcevab: Eğer muaraza mümkün olsaydı, herhalde teşebbüs edilecekti. Çünkü muarazaya ihtiyaç şedid idi. Zira dinleri, malları, canları, iyalleri tehlikeye düşüyor. Muaraza edilseydi kurtulurlardı.

Eğer muaraza mümkün olsaydı, herhalde muaraza edecektiler.

Eğer muaraza edilseydi, muaraza taraftarları kâfirler, münafıklar çok, hem pek çok olduğundan, herhalde muarazaya taraftar çıkıp iltizam ederek, herkese neşredeceklerdi. -Nasılki İslâmiyetin aleyhinde her şeyi neşretmişler.-

Eğer neşretseydiler ve muaraza olsaydı; her halde tarihlere, kitaplara şaşaalı bir surette geçecekti.

İşte meydanda bütün tarihler, kitaplar; hiçbirisinde Müseylime-i Kezzab'ın birkaç fıkrasından başka yoktur.

Hâlbuki Kur'an-ı Hakîm, yirmi üç sene mütemadiyen damarlara dokunduracak ve inadı tahrik edecek bir tarzda meydan okudu." (Mektubat, On Dokuzuncu Mektub, On Sekizinci İşaret, İkinci Nükte)

Üstadımızın buraya kadarki kısımda Kur’an'ın mucizeliğine ve dolayısıyla Resulullah Efendimiz (asm)'ın nübüvvetine dair ortaya koyduğu mezkûr mesaili isbat etmek için, evvela getirdiği delillerde takip ettiği metoda nazar etmek icab ediyor. Çok ehemmiyetli olan bu noktayı ciddiyetle mütalaa ve müzakere etmek icab eder. Zira Üstadımızın bir meseleyi izah ederken delillerin kuvvetinden istifade etmesindeki yaklaşım tarzı bunu gerektirmektedir. Sonrasında ise Üstadımızın;

“Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir, göz ise maneviyatta kördür.” (bk. age., Hakikat Çekirdekleri: 54)

şeklinde tarif ettiği günümüz insanının bütünüyle maddiyatçı ve maneviyata kör olan nazarına, ilmî ve aklî delillerle bu tür mevzular izah ve isbat edilebilecektir. Yoksa evvelen ve bizzat maddiyatçı bir bakış açısıyla hadisat-ı kevniyeyi nazar-ı mütalaaya almak meselenin doğru anlaşılmasını akim bırakacaktır.

Evet, dikkat edildiğinde görülecektir ki; bu mevzunun ispatına dair, Üstadımız evvela malum mesaile geniş bir çerçeve çizmekte olduğunu görmekteyiz. Yani meselenin anlaşılması için bir nevi temel atmakta, sonrasında ise insanların kâinat kitabının tefekkür sahasında mütalaası için en büyük müfessir olan zamana havale etmektedir.

Şimdi Kur’an'dan nümunelerle, mazide vuku bulmuş ve istikbalde gelecek hadisat-ı kevniye ile hâdisat-ı maziyeden bahisle birlikte ehl-i dalaletin de inkârlarının temelsiz bad-i heva boşa gittiğini izah ve isbat etmeye çalışacağız inşaallah... Mesela:

“Firavun ise, ey ileri gelenler! Sizin için benden başka hiçbir ilah bilmiş değilim. Ey Haman! Haydi, benim için çamurun üzerinde ateş yak da (tuğla imal edip) bana bir kule yap; belki Musa’nın ilahına muttali olurum (onu görürüm). Çünkü şüphesiz ben onu gerçekten yalancılardan sanıyorum.” (Kasas, 28/38.)

Bu ayette mevzu bahis olan Haman’ın, Firavun'un yakınlarından olmakla birlikte, emrinde çalışmakla yaşadığı zamanda inşaat sektörünün ileri gelen idarecilerinden birisi olduğu anlaşılmaktadır.

Yüzyıl öncesine kadar “Haman” mefhumunun ne manaya geldiği bile bilinmiyordu. İlmî olarak Mısır medeniyetine ait tarihî hiyeroglifler çözülünce “Haman” isminde birinin Firavun’un yakın bir yardımcısı ve taş ocaklarının ustabaşısı olduğu anlaşılmıştır.

Hâlbuki Kur'ân, okuma yazmanın dahi yok denecek derecede az olduğu o cahiliye döneminde; hiçbir insan tarafından bilinmesinin mümkün olamayacak derecedeki maziye ait bu teferruatlı bilgiyi vermiştir. Böylece zaman, bu ayetin doğruluğunu tasdik etmekle birlikte, kâfirlerin hiçbir mesnedi olmayan türlü şüphelerden beslenen iddialarını da çürütmüştür.

Evet, zaman ihtiyarlandıkça, Kur’an gençleşiyor. Yıllar geçtikçe ortaya çıkan hakikatler, Kur'an'daki her bir hâdisat-ı kevniyeyi bizlere anlaşılır kılmakta olduğu aşikârdır.

Kur'an'da Firavun'la birlikte adı geçen kişilerden biri "Haman"dır. Haman, Kur'an'ın altı ayrı ayetinde, Firavun'un en yakın adamlarından biri olarak zikredilir. Buna karşılık Tevrat'ta Hz. Musa'nın hayatını anlatan bölümde değil de ondan yaklaşık 1.100 sene sonra yaşamış ve Yahudilere zulmetmiş bir Babil kralının yardımcısı olarak geçer. Bunu gören müsteşrikler; "İşte Kur'an'da hata bulduk!" diye ahmak çocuklar misali sevinirler.

Ancak bu sevinçleri Mısır hiyeroglif yazısının çözülüp, eski Mısır kitabelerinde "Haman" isminin bulunmasıyla yarıda kalır. Eski Mısır dilinde yazılmış hiyeroglif kitabeler XVII. yüzyıla kadar okunamıyordu. Çünkü Hristiyanlığın bölgede yayılmasıyla Mısır'ın eski inancıyla birlikte dili de unutulmuştu. Hiyeroglif yazısının kullanıldığı bilinen en son tarih M.S. 394 yılına ait bir kitabedir. Bundan sonra bu dil unutuldu; tâ ki, 1799 yılına kadar. Yazının sırrı, "Rosetta Stone" adı verilen ve M.Ö. 196 tarihine ait bir kitabenin bulunmasıyla çözüldü. Bu tabletin hususiyeti üç farklı yazıyla yazılmış olmasıydı: Hiyeroglif, Demotik (hiyeroglifin el yazısı şekli) ve Yunanca. Yunanca metnin de yardımıyla tabletteki eski Mısır yazısı Jean-Françoise Champollion adlı bir Fransız tarafından tamamen çözüldü.

Hiyeroglifin çözümüyle çok ehemmiyetli bir bilgiye daha erişilmiş oldu: "Haman" ismi gerçekten de Mısır kitabelerinde Hz. Musa (as) döneminde geçiyordu. Viyana'daki Hof Müzesi'nde bulunan bir âbide üzerinde bu isimden söz ediliyordu. Aynı kitabede Haman'ın Firavun'a olan yakınlığı da nazara veriliyordu.(1)

Tüm kitabelere dayanılarak hazırlanan "Yeni Krallıktaki Kişiler" sözlüğünde ise, Haman'dan "Taş ocaklarında çalışanların başı" olarak bahsediliyordu.(2) Mesela:

“Görmedin mi Rabb'in, Ad (kavmin)e nasıl (azap) etti? O (sütunlar üzerine kurulmuş binalarla dolu) direkli İrem (şehrin)e, ki şehirler içinde onun benzeri yaratılmamıştı.” (Fecr, 89/6–8.)

Yüce Rabbimiz bu mezkûr ayetlerde, asırlar önce yaşamış olan Ad kavmini ve yüksek sütunlar üzerine kurulmuş olan bağlarıyla meşhur olan İrem şehrini haber vermektedir.

1990'lı yılların başında dünyanın tanınmış gazeteleri çok mühim bir arkeolojik bulguya "Muhteşem Arap Şehri Bulundu", "Efsanevi Arap Şehri Bulundu", "Kumların Atlantisi Ubar" başlıklarıyla yer verdiler. Bu garip arkeolojik ilmî neticeyi daha ehemmiyetli hale getiren, isminin Kur'an'da zikrediliyor olmasıydı. O güne kadar Kur'an'da bahsi geçen Ad kavminin bir efsane olduğunu veya hiçbir zaman bulunamayacağını düşünen birçok kişi, bu yeni ilmî keşif karşısında hayrete düştü. Kur'an'da sözü edilen bu şehri bulan kişi, amatör bir arkeolog olan Nicholas Clapp idi.

Bir Arap tarihi mütehassısı ve belgesel yapımcısı olan Nicholas Clapp, Arap tarihi üzerine yaptığı tetkikler sırasında, 1932 yılında İngiliz araştırmacı Bertram Thomas tarafından yazılmış "Arabia Felix" adında bir kitaba rastlamıştı. Arabia Felix Romalıların Arap Yarımadası'nın güneyinde bulunan ve günümüzdeki Yemen ve Umman'ı kapsayan bölgeye verdikleri isimdi. Bu bölgeye Yunanlılar "Eudaimon Arabia", Orta Çağ'daki Arap bilginleri ise "El-Yemen es-Saiyd" ismini veriyorlardı. Bu isimlerin tümü "Mutlu Yemen" mânasına geliyordu. Çünkü eski zamanlarda bu bölge, Hindistan ve Kuzey Arabistan arasında yapılmakta olan baharat ticaretinin merkezi durumundaydı. Ayrıca bölgede yaşayan kavimler "kehribar" isminde nadir bulunan ve o zamanlar altın değerinde olan çam ağacı reçinesinin üretimini yapıyorlardı.

Kitabında bu bilgilere geniş olarak yer veren İngiliz araştırmacı Bertram Thomas, Ad kavminin yaşadığı Ubar kentinin harabelerinin bulunduğu bölgeye bir araştırma gezisi yapmıştı. Gezisi sırasında çölde yaşayan bedeviler, Umman'ın sahile yakın bir yerinde bulunan bu bölgede, eski bir patika yolu göstermişler ve bu patikanın Ubar isimli çok eski bir şehre ait olduğunu anlatmışlardı.

1992 yılında NASA'nın uzaydan görüntülediği Ubar Şehri'ne ait fotoğraflarda, antik çöl yollarına ait izler tespit edilmiştir. Kur'an'da 1400 yıl önce haber verilen Ad kavmi, günümüzün teknolojik imkânları ile bir Kur'an mucizesi olarak ortaya çıkmıştır.

Ubar'da yapılan kazılarda, Kur'an'da tasrih edilen şekliyle birçok sanat yapıları ve yüksek medeniyet eserleri bulundu. İngiliz araştırmacı, Ubar'ın varlığını ispatlamak için iki ayrı yola başvurdu. Önce bedeviler tarafından var olduğu söylenen patika izlerini buldu. NASA'ya başvurarak bu bölgenin resimlerinin uydu vasıtasıyla çekilmesini istedi. Daha sonra da California'da Huntington Kütüphanesi'nde bulunan eski kitabeleri ve haritaları tetkike başladı. Kısa bir araştırmadan sonra Mısır-Yunan coğrafyacısı Batlamyus tarafından MS. 200 yılında çizilmiş bir harita buldu.

Haritada, bölgede bulunan eski bir şehrin yeri ve bu şehre doğru giden yolların çizimi gösterilmişti. Bu arada NASA'nın çektiği resimlerde, yerden çıplak gözle görülmesi mümkün olmayan, ancak havadan bir bütün halinde görülebilen bazı yol izleri ortaya çıkmıştı. Hem eski haritada ifade edilen yollar hem de uydudan çekilen resimlerde görülen yollar birbirleriyle kesişiyorlardı. Bu yolların bitiş noktası ise eskiden bir şehir olduğu anlaşılan geniş bir alandı.

Böylece bedevilerin sözlü olarak anlattıkları hikâyelere konu olan efsanevî şehrin yeri bulunmuş oldu. Yapılan kazılarda kumların içinden eski bir şehrin harabeleri çıkmaya başladı. Bu nedenle de bu kayıp şehir "Kumların Atlantisi Ubar" olarak tarif edildi.

Bu eski şehrin Kur'an'da bahsedilen Ad kavminin şehri olduğunu ispatlayan asıl delil ise, şehrin harabeleriydi. Harabelerin ilk ortaya çıkarılışından itibaren, bu yıkık şehrin Kur'an'da bahsedilen Ad kavmi ve İrem'in sütunları olduğu anlaşılmıştı. Zira kazılarda ortaya çıkartılan yapılar arasında Kur'an'da varlığına dikkat çekilen uzun sütunlar yer alıyordu.

Kazıyı yürüten araştırma ekibinden Dr. Juris Zarins de bu şehri diğer arkeolojik neticelerden ayıran şeyin yüksek sütunlar olduğunu ve dolayısıyla bu şehrin Kur'an'da bahsi geçen Ad kavminin kenti İrem olduğunu söylüyordu. Görüldüğü gibi Kur'an'da geçmişle alâkalı verilen malumatın tarihî bilgilerle böylesine bir mutabakat içinde olması, Kur'an'ın Allah kelamı olduğunun ayrı birer delilidir.

Böylece dünyadaki bütün kâfirlerin bu ayetin inkârına dair safsatalarını, yıkık vaziyetteki bu sütunlar yakıp yıkmıştır. Zira bir tane sıdk, bir harman yalanı yakar kül eder... Mesela:

“Ötekileri (Firavun ve askerlerini) de buraya yaklaştırdık. Ve Musa ile beraberinde bulunanların hepsini kurtardık. Sonra ötekilerini suda boğduk.” (Şuara, 26/64–66.)

Şüphesiz bu ayetler, Kur'ân nazil olmadan asırlar önce yaşamış olan Firavun ve ordusunun denizde boğularak helak oldukları hâdiseyi tasvir etmekte ve böylece hâdisat-ı maziye levhalarından birisini daha insanoğlunun nazarına arz etmektedir.

Kur'an’da mazi ile alâkalı bildirilen hâdiselerin, günümüzde tarihî hakikatlerle tenvir edilmesi şüphesiz ki Kur'an’ın ehemmiyetli bir mucizesidir. Hz. Musa ve İsrailoğullarının Kızıldeniz’i geçerken yaşadıkları bu mucize, birçok araştırmaya konu olmuştur. Yapılan arkeolojik araştırmalarda, Mısır’dan çıktıktan sonra Kızıldeniz’e kadar takib edilen yolun yanı sıra, Firavun ile Hz. Musa ve kavminin karşı karşıya kaldıkları yerin, coğrafî açıdan dağlarla çevrili bir durumda olduğu da tespit edilmiştir.

Yakın zamanda yapılan tarihî arkeolojik kazılarda bulunan, Firavun zamanından kalma papirüslerde (yazı kâğıdı) şöyle bir açıklamanın kayda geçirildiğine şahitlik yapıyoruz: Sarayın beyaz odasının muhafızı, kitaplarının reisi Amenamoni'den kâtip Penterhor'a:

“Elemli felaketi, girdaba gark olma felaketlerini öğrenerek reislerin ölümünü, kavimlerin efendisinin şarkların ve garpların kralının denizde mahvolmasını tasvir et. Sana gönderdiğim haber hangi habere kıyas edilebilir?”(3)

Yüzyıllardır bu ayeti inkâr eden bir kâfiri nazara aldığımızda görülecektir ki, zaman en iyi bir müfessir olarak sıdk ve kizbin ortası olamayacağını kabul eden her akıl sahibine ilmî ve maddi bir gözle doğru bir hakemlik yapmıştır. Mesela:

“Biz de bugün senin bedenini arkandan gelenlere bir ibret olsun diye kurtaracağız. Bununla beraber, insanların birçoğu âyetlerimizden yine de gafildirler.” (Yunus, 10/92.)

ayetini tahlil edelim:

"Gark olan Firavuna der: 'Bugün senin gark olan cesedine necat vereceğim.' ünvanıyla umum Firavunların tenasüh fikrine binaen cenazelerini mumyalamakla, maziden alıp müstakbeldeki ensal-i âtiyenin temaşagâhına göndermek olan mevt-âlûd, ibretnüma bir düstur-u hayatiyelerini ifade etmekle beraber, şu asr-ı âhirde o gark olan Firavunun aynı cesedi olarak keşfolunan bir beden, o mahall-i gark denizinden sahile atıldığı gibi, zamanın denizinden asırların mevceleri üstünde şu asır sahiline atılacağını, mu'cizane bir işaret-i gaybiyeyi, bir lem'a-yı i'cazı ve bu tek kelime bir mu'cize olduğunu ifade eder." (Sözler, Yirmi Beşinci Söz, Birinci Şule, İkinci Şua, Beşinci Lem’a, Dördüncü Işık)

Kur'an-ı Kerim'de Firavun’un cesedinin ibret için korunacağı mezkûr ayette tasrih edilmiştir. Ayrıca Firavun'un suda boğulurken secdeye kapandığı da Kur'an-ı Kerim'de bildirilmektedir. Bu nedenle eğer ceset Firavun'a ait ise secde halinde olmalıdır.

Bazı resimlerde secde halinde, bazılarında ise oturur şekilde görünüyor. Aradaki farka gelince, aldığımız haberlere göre ceset ilk bulunduğunda secde halindeymiş. Sonradan Kur'an'ın verdiği haber anlaşılmasın diye sırt üstü yatırıldığı söyleniyor. Eğer her iki resimdeki ceset de Firavun'a ait ise, biri secde halindeyken çekilen resmi, diğeri de sırt üstü yatırılmışken çekilen resmidir. Ellerindeki bezlerin ise değişik sebeplerle bulunduktan sonra yapılmış olması mümkündür. Secde halinde çekilmiş olan resmi yıllar önce Zafer Dergisinde yayınlanmıştı.

Firavun’un cesedini ilk defa İngiltere’de görüp, fotoğrafını çekerek Zafer Dergisine gönderen yakından tanıdığımız çok değerli bir arkadaşımız, bir üniversitede halen vazife yapan profesör bir hocamızdır. Bu hâdiseyi bizzat kendisinden dinledik. O zaman aynen Dergide çıktığı gibi secde halindeydi. Daha sonra bu şeklini değiştirmiş olabilirler. Eğer bu değişiklik, teknik bir mecburiyet olarak gerçekleştirilmemişse, kuvvetle muhtemel Kur’an’ın bir i’caz parıltısına hizmet ettiğini görenlerin gayretleri neticesi olmuştur.

O dönemlerde, ceset üzerinde yapılmış testler neticesinde, tespit edilen yaşının tarihi itibariyle Hz. Musa (as) dönemine ait (2500-3000 yıl önce) tarihlere işaret ettiği ve cesedin de Firavun’a ait olduğu ehlince rapor edilmişti. Ayrıca çıkarıldığı yer de Firavun’un boğulduğu Kızıldeniz idi.

Bütün bunların yanında, bu ceset daha meşhur olmadan çok önce, İslam dünyasının yetiştirdiği asrın müceddidi Bediüzaman Said Nursi tarafından çok kesin bir ifadeyle, onun bizzat Hz. Musa (as) dönemindeki Firavun'a ait olduğunun ifade edilmiş olması, bize kesin kanaat vermektedir. Hususan, aynı dönemde yaşayan büyük müfessir Elmalılı Hamdi Yazır ve bizzat Mısır’da yaşamış olan değerli müfessir Seyyid Kutub’un -Yunus Suresinin alâkalı 92. ayetini tefsir ederken- bu hâdiseden söz etmemeleri, Bediüzaman’ın kesin tavrının manevî cihetini bir kat daha ehemmiyetli kılmıştır.

Hz. Musa (a.s) İ.Ö. 1200 yıllarında yaşamış ve hayır ile şer arasındaki mücadele onun zamanında da devam etmiştir. Hz. Musa (a.s.) peygamberlikle vazifelendirildikten sonra Firavun ile mücadele etmiştir. Firavun hem Hz. Musa (as)'a hem de ona iman eden Yahudi kabilelerine akıl almaz eza ve cefalar tatbik edilmişti. Bunun üzerine de Allah; Hz. Musa (as) ve ona tabi olanların Mısır'dan çıkmalarına müsade etti. Bundan haberdar olan Firavun güçlü bir ordu ile bunları takibe başladı. Hz. Musa (as) bu takipten kurtulmak için Cenab-ı Hakk'ın izniyle Kızıldeniz kıyısına kadar gelmişti. Önlerinde deniz, arkalarında Firavun'un ordusu vardı. İşte bu dehşetli durumdayken Allah'ın emriyle Hz. Musa (as)'ın bir mucizesi olarak deniz yarıldı ve açılan yoldan geçerek selamet sahiline ulaştılar.

Firavun ve askerleri İsrailoğullarını takip ederken denizin ayrılmış olan sularını dehşetle görmüşler, fakat kin ve düşmalıklarından dolayı bir anlık tereddütten sonra onlar da denizden açılan yola girerek takibe geçmişlerdir. Ancak denizin açılan suları tekrar birleşmeye başlamış ve sonunda Firavun ile bütün ordusu tek bir kişi bile kurtulamadan sulara gömülmüştür.

Firavun’un cesedi Kızıldeniz'in kenarındaki Cebelein mevkiinde bulunmuştur. 1881 yılında kızgın kumlar arasından çıkarılan ceset, İngiliz araştırma ekibi tarafından müzeye götürülmüştür. Secde vaziyetinde duran cesedin tüm organlarının tam olduğu, hatta başındaki sararmış saçları ile sakallarının var olduğu görülmüştür. Cesedin en hayret verici özelliği ise mumyalanmamış olmasıdır. Bilindiği gibi mumyalanmış cesedlerin iç organlarının bazıları çıkarılmış ve ilaçlanmış durumdadır. Fakat bu cesede hiçbir muamele yapılmamış ve kimyevî madde kullanılmamıştır. Karbon 14 denen usullerle cesedin en az 3.000 yıllık olduğu ispat edilmiştir.

Söz konusu ceset, Süveyş Kanalı açılırken denizin kenarında küçük bir tepecikte bulunmuş, Londra'ya getirilmiş ve British Museum’da teşhir edilmiştir.

Allah (c.c), Hz. Musa (as)'ın zamanında ilahlık iddasında bulunan Firavun'un cesedini, ölümünden üç bin sene geçmesine rağmen, ibret olması için çürütmemiştir.(4)

Elhasıl; hâdisat-ı maziye ile vakıat-ı kevniyeye dair Kur’an'da anlatılan her bir hâdisenin aklî, mantıkî ve ilmî olarak delillerinin, zamanla ortaya çıktığına ve asr-ı hazır zamanımızın sahillerine atılmakla nazarımıza arz edildiğine şahitler o kadar çoktur ki, saymakla ve yazmakla bitirilemez.

Risale-i Nur, mezkûr sualin manevî hakikatını kuvvetli bürhanlar ile isbat ve bir derece izah ettiğinden, bizler de maddî hakikatine dair yapılan ilmî izahlar ile bu denizden bu mezkûr misallerle şimdilik iktifa ediyoruz.

Dipnotlar:

1) Walter Wreszinski, Aegyptische Inschriften aus dem K.K. Hof Museum in Wien, 1906, J C Hinrichs' sche Buchhandlung.
2) Hermann Ranke, Die Ägyptischen Personennamen, Verzeichnis der Namen, Verlag Von J J Augustin in Glückstadt, Band I, 1935, Band II, 1952.
3) British Museum, 6 no’lu Mısır papirüsü.
4) bk. Firavun'un cesedinin, ünlü bir İngiliz bilim adamı (müzeci) tarafından yalanlanması söz konusu, bu konuda ne dersiniz?

Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?

Yorumlar

tahacan
Masallah cok guzel ifade edilmis .Detayli bir calisma yapilmis.Allah razi olsun
Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.

BENZER SORULAR

Yükleniyor...