"İMAN-I BİLLÂH RÜKNÜNÜN BİNLER KÜLLÎ BURHANLARINDAN BİRTEK BURHANA KISACA BİR İŞARETTİR" ON BİRİNCİ ŞUA, ALTINCI MESELEYİ İZAH EDER MİSİNİZ?

Risale-i Nur’un çok yerlerinde izahı ve kat’î hadsiz hüccetleri bulunan iman-ı billâh rüknünün binler küllî burhanlarından birtek burhana kısaca bir işarettir. Kastamonu’da lise talebelerinden bir kısmı yanıma geldiler. “Bize Hâlıkımızı tanıttır; muallimlerimiz Allah’tan bahsetmiyorlar” dediler. Ben dedim: Sizin okuduğunuz fenlerden her fen, kendi lisan-ı mahsusuyla mütemadiyen Allah’tan bahsedip Hâlıkı tanıttırıyorlar. Muallimleri değil, onları dinleyiniz.

Üstad Kastamonu’ya getirildiğinde, Abdullah Yeğin Ağabey lisede öğrenciymiş. Arkadaşlarıyla birlikte Üstadı ziyaret etmişler ve bu soruyu sormuşlar. Öğretmenlerin bir kısmı kasıtlı olarak dinden bahsetmese de, büyük çoğunluk ders kitaplarının haricine çıkmaktan çekinmekte, maişetinden endişe ile ders kitabında yazılı programa aynen bağlı kalmayı tercih etmektedirler. Üstadımıza bu sorunun sorulduğu dönemde, memleketimizde, kendi gençlerimizi, tarafsızlık adına, “idealsiz ve gayesiz” yetiştiren bir eğitim anlayışı benimsenmişti.

Bu mantık, üniversitelerimizde bile, belli dallarda, halen hükmetmektedir. Meselâ, botanik dalında ihtisas yapanlar, evrim teorisini bir kanun gibi kabul etmeye zorlanırlar.

Üstad'ın zamanında ise, dine karşı açıkça bir tavır alınmış, Kur’an okutulmasına izin verilmemiş, ezanın dahi aslî haliyle okunması bir süre yasaklanmıştır. Kastamonu’da Üstad'a bu soru sorulduğunda da Milli Eğitimde tarafsızlık adına dine karşı bir hava hâkimdir. Öğretmenler, dine ve din adamlarına yapılan baskıları da bizzat gördüklerinden, doğrudan Allah’tan bahsetme cesaretini kendilerinde bulamamışlardır.

Fenleri dinlemek ise, kâinat kitabındaki hikmetleri, manaları bizzat o kitaptan öğrenmek demektir. Üstad Hazretleri o günkü öğrencilerin şahsında bütün öğrencilere şu mesajı vermektedir:

Öğretmenler Allah’tan bahsetmeseler de kâinattaki hikmetleri, manaları, faydaları, gayeleri anlatmakla, aslında, Allah’ın isimlerinin tecellilerinden söz etmektedirler. Öğretmenleriniz, bu kâinat kitabındaki ince manaları size ders verdikleri halde, kendileri şu veya bu sebeple Allah’tan bahsetmezlerse, onların bu suskunluklarını önemsemeyip, verdikleri faydalı bilgilerden, iman ve marifet adına, faydalanmaya çalışınız. Siz, öğretmenleri değil, kitaplardaki bu ibretli ve hikmetli dersleri dinleyiniz.

"Meselâ, nasıl ki mükemmel bir eczahane ki, her kavanozunda harika ve hassas mizanlarla alınmış hayattar macunlar ve tiryaklar var; şüphesiz gayet maharetli ve kimyager ve hakîm bir eczacıyı gösterir."

"Öyle de küre-i arz eczahanesinde bulunan dört yüz bin çeşit nebatat ve hayvanat kavanozlarındaki zîhayat macunlar ve tiryaklar cihetiyle bu çarşıdaki eczahaneden ne derece ziyade mükemmel ve büyük olması nisbetinde, okuduğunuz fenn-i tıb mikyasıyla, küre-i arz eczahane-i kübrasının eczacısı olan Hakîm i Zülcelâli, hatta kör gözlere de gösterir, tanıttırır."

Risalelerdeki bu adetleri yuvarlak rakamlar olarak anlamak daha uygun olur, şu anda 1.200.000 tür hayvan ve 400.000 tür bitki varmış. Genetik çalışmalar ise 10.000.000 tür olduğunu söylüyor. Buradaki rakam o zamanki bilimin tespiti de olabilir.

Üstad Hazretleri bu temsilde, bitki ve hayvanları birer kavanoza benzettiği için, temsilin hakikate tatbikinde temsile atfen, hayvan ve bitkiler için "kavanoz" tabirini yineliyor. Nasıl eczanedeki ilaçların hammaddesinin kapları kavanozlar ise, yani kavanozlara konuluyorlar ise, dünya eczanesinin hammaddeleri hükmünde olan hayvan ve bitkiler de, bir nevi ilaçların istif edildiği kavanozlar hükmündedir. Mesela; portakal ve mandalina gibi narenciyeler, c vitamin kavanozu, hayvanların etleri de protein deposu ve kavanozu gibidirler. Üstad Hazretleri bu sebeple hayvanlara ve bitkilere ilaç deposu anlamında kavanoz demiştir. Ve bunların tesadüfen kimyagersiz oluşması kabil ve mümkün değildir.

Hem, meselâ, nasıl bir harika fabrika ki, binler çeşit çeşit kumaşları basit bir maddeden dokuyor; şeksiz, bir fabrikatörü ve maharetli bir makinisti tanıttırır."

"Öyle de küre-i arz denilen yüz binler başlı, her başında yüz binler mükemmel fabrika bulunan bu seyyar makine-i Rabbâniye ne derece bu insan fabrikasından büyükse, mükemmelse, o derecede, okuduğunuz fenn-i makine mikyasıyla, küre-i arzın Ustasını ve Sahibini bildirir, tanıttırır."

Bir fabrika elbette ki, fabrikatörü gösterir. Dünyanın kendisi ve üzerinde bulunan binlerce fabrika da elbette bir fabrikatörü göstermesi lazımdır. Fabrikaların büyüklüğü ve mükemmel olması oranında, ustalarının da büyüklüğü, mahareti söz konusudur. Mesela; binlerce meyve ve sebzeyi veren toprak bir fabrikadır. Her bir ağaç bir fabrikadır. Tavuk, yumurta fabrikası; inek, koyun, keçi gibi hayvanlar birer süt fabrikası; arı, bal farikası; ipek böceği, ipek fabrikası ve hakeza... Bu canlı fabrikalar elbette bir makinist ve fabrikatörü göstermektedir. Bu usta ise kainata hükmeden Allah'tan başkası olamaz.

Hem meselâ, nasıl ki, gayet mükemmel bin bir çeşit erzak etrafından celb edip içinde muntazaman istif ve ihzar edilmiş depo ve iaşe ambarı ve dükkân şeksiz, bir fevkalâde iaşe ve erzak mâlikini ve sahibini ve memurunu bildirir."

" Öyle de, bir senede yirmi dört bin senelik bir dairede muntazaman seyahat eden ve yüz binler ve ayrı ayrı erzak isteyen taifeleri içine alan ve seyahatiyle mevsimlere uğrayıp, baharı bir büyük vagon gibi, binler ayrı ayrı taamlarla doldurarak, kışta erzakı tükenen biçare zîhayatlara getiren ve küre-i arz denilen bu Rahmânî iaşe ambarı ve bu sefine-i Sübhâniye ve bin bir çeşit cihazatı ve malları ve konserve paketleri taşıyan bu depo ve dükkân-ı Rabbânî, ne derece o fabrikadan büyük ve mükemmel ise, okuduğunuz veya okuyacağınız fenn-i iaşe mikyasıyla, o kat’iyette ve o derecede küre-i arz deposunun Sahibini, Mutasarrıfını, Müdebbirini bildirir, tanıttırır, sevdirir."

Yirmi dört bin sene ifadesi; insanın yürüyüşüne göre hesaplanmıştır. Dünya, güneş etrafındaki seyahatinde, yaklaşık 950.000.000 kilometrelik yolu bir yılda tamamlıyor. Dünyanın güneş etrafındaki dönüş hızının ise, saatte yüz sekiz bin kilometre olduğu söyleniyor. Dünya güneş etrafında insanın yürüyüş hızıyla yol alsaydı, bu seyahatini yirmi dört bin senede tamamlayacaktı.

Dünya ve gezegenlerin iki hareketle; birisi kendi etrafında dönmeleri, diğeri ise gezegenlerle beraber güneşin etrafında dönmeleri ile güneş kendi sistemi ile beraber o da başka bir sistemin etrafında dönüyor; aynı zamanda güneşler güneşi denilen Herkül burcuna doğru ilerlemelerine işarettir. Bütün bu intizamlı ve hassas seyahatte, tesadüfün ve sebeplerin hiçbir müdahalelerinin olmadığı ifade ediliyor. Yani dünya öyle bir hızla ilerliyor ki, hem içinde barınan canlıları dökmeden ve saçmadan, hem de rahatsızlık vermeden böyle bir hızla ilerlemesi ve çok uzun yollar kat etmesi, Allah'ın bir kudret mucizesi olduğunu ispat eder.

Üstelik bu seyahatin her safha ve aşamasında, Allah her canlıya muhtelif rızıklar ve erzaklar ihsan ve ikram ediyor. Her mevsim adeta yiyecek ve içeceklerin depolandığı bir rızık ambar ve deposu hükmünde tasarlanmış. Kışın meyve ve sebzeleri kışa, yazınki de yaza göre ihsan ediliyor. Nasıl bir yolcu otobüsü yolda giderken istirahat ve yemek molası için lokanta ve tesislerde konaklar, aynı şekilde dünyamız da bir yolcu otobüsü gibi kat ettiği yolda mevsimler lokantasına uğrayarak, misafirleri olan canlıların ihtiyaç ve istirahatına mutabık sevk ediliyor. Özet olarak, üzerinde yaşamış olduğumuz dünya hem bir binek, hem bir mesken, hem bir lokanta, hem bir izzet ve ikramın sergilendiği teşhirgah hükmündedir. Bütün bu tasarım ve kurguları yapan Zatı görüp takdir ve teşekkür etmemek akıl karı değildir.

"Hem nasıl ki dört yüz bin millet içinde bulunan ve her milletin istediği erzakı ayrı ve istimal ettiği silâhı ayrı ve giydiği elbisesi ayrı ve talimatı ayrı ve terhisatı ayrı olan bir ordunun mu’cizekâr bir kumandanı, tek başıyla bütün o ayrı ayrı milletlerin ayrı ayrı erzaklarını ve çeşit çeşit eslihalarını ve elbiselerini ve cihazatlarını, hiçbirini unutmayarak ve şaşırmayarak verdiği o acip ordu ve ordugâh, şüphesiz, bedahetle o harika kumandanı gösterir, takdirkârâne sevdirir."

"Aynen öyle de zemin yüzünün ordugâhında ve her baharda yeniden silâh altına alınmış bir yeni ordu-yu Sübhânîde nebatat ve hayvanat milletlerinden dört yüz bin nev’in çeşit çeşit elbise, erzak, esliha, talim, terhisleri gayet mükemmel ve muntazam ve hiçbirini unutmayarak ve şaşırmayarak, birtek kumandan-ı âzam tarafından verilen küre-i arzın bahar ordugâhı, ne derece mezkûr insan ordu ve ordugâhından büyük ve mükemmel ise, sizin okuyacağınız fenn-i askerî mikyasıyla dikkatli ve aklı başında olanlara o derece küre-i arzın Hâkimini ve Rabbini ve Müdebbirini ve Kumandan-ı Akdesini hayretler ve takdislerle bildirir ve tahmid ve tesbihle sevdirir."

Nasıl büyük bir kışladaki askerlerin giydirilmesi, beslenmesi, silahlandırılması, terhisi, talimi ve askere alınmaları büyük bir komuta merkezini ve onun komutanını akla gösterip ispat ediyor. Aynı şekilde ve daha mükemmel olarak, kainat büyük bir kışla olup dört yüz bin türü aşkın olan bitki ve havyanlar ise bu kışladaki sübhani birer ordu gibidirler. Hepsinin elbisesi, silahı, erzakı, talim ve terhisi birbirinden farklı. Bütün bunları şaşırmadan, karıştırmadan, zamanlı bir şekilde temin edip yaratmak, Allah’ın varlığına ve birliğine işaret eden kati ve mucizevi delillerdir.

"Hem nasılki bir harika şehirde milyonlar elektrik lâmbaları hareket ederek her yeri gezerler. Yanmak maddeleri tükenmiyor bir tarzdaki elektrik lâmbaları ve fabrikası, şeksiz, bedahetle elektriği idare eden ve seyyar lâmbaları yapan ve fabrikayı kuran ve iştial maddelerini getiren bir mu’cizekâr ustayı ve fevkalâde kudretli bir elektrikçiyi hayretler ve tebriklerle tanıttırır, yaşasınlar ile sevdirir."

Bir şehrin aydınlatma sistemi nasıl ki, o sistemi kuran bir mühendis ve ustayı akla gösteriyor ise, aynı şekilde kainat şehrinin aydınlatma sistemi içinde yer alan yıldızlar ve galaksileri mükemmel bir şekilde oraya yerleştiren ve onları gazyağsız ve odunsuz alevlendiren bir Zatı akla gösterip ispat eder.

Bir lambanın mucitsiz ve mühendissiz vücuda gelmesi nasıl mümkün değilse, o lambadan daha büyük ve daha mükemmel olan güneş ve yıldızların da mucitsiz ve mühendissiz vücuda gelmeleri mümkün ve kabil değildir.

"Aynen öyle de bu âlem şehrinde, dünya sarayının damındaki yıldız lâmbaları, bir kısmı -kozmoğrafyanın dediğine bakılsa- küre-i arzdan bin defa büyük ve top güllesinden yetmiş defa sür’atli hareket ettikleri halde, intizamını bozmuyor, birbirine çarpmıyor, sönmüyor, yanmak maddeleri tükenmiyor."

"Okuduğunuz kozmoğrafyanın dediğine göre, küre-i arzdan bir milyon defadan ziyade büyük ve bir milyon seneden ziyade yaşayan ve bir misafirhane-i Rahmâniyede bir lâmba ve soba olan güneşimizin yanmasının devamı için, her gün küre-i arzın denizleri kadar gazyağı ve dağları kadar kömür veya bin arz kadar odun yığınları lâzımdır ki sönmesin."

"Ve onu ve onun gibi ulvî yıldızları gazyağsız, odunsuz, kömürsüz yandıran ve söndürmeyen ve beraber ve çabuk gezdiren ve birbirine çarptırmayan bir nihayetsiz kudreti ve saltanatı, ışık parmaklarıyla gösteren bu kâinat şehr-i muhteşemindeki dünya sarayının elektrik lâmbaları ve idareleri ne derece o misâlden daha büyük, daha mükemmeldir; o derecede, sizin okuduğunuz veya okuyacağınız, fenn-i elektrik mikyasıyla, bu meşher-i âzam-ı kâinatın Sultanını, Münevvirini, Müdebbirini, Sâniini, o nuranî yıldızları şahit göstererek tanıttırır, tesbihatla, takdisatla sevdirir, perestiş ettirir.

Kainatın içindeki her bir sanat ve her bir eser, Allah’ın varlığına ve birliğine işaret eden levhalar hükmündedir. Nasıl şehirdeki ışık saçan lambalar bir elektrik merkezine bakıyor ise, gökyüzündeki nurani ve ışıklı lambalar hükmünde olan yıldızlar da Allah’ın varlığına ve birliğine işaret ediyor.

"Hem meselâ, nasıl ki bir kitap bulunsa ki, bir satırında bir kitap ince yazılmış ve herbir kelimesinde ince kalemle bir sûre-i Kur’âniye yazılmış. Gayet mânidar ve bütün meseleleri birbirini teyid eder ve kâtibini ve müellifini fevkalâde maharetli ve iktidarlı gösteren bir acîp mecmua, şeksiz, gündüz gibi kâtip ve musannifini kemâlâtıyla, hünerleriyle bildirir, tanıttırır. Mâşâallah, bârekâllah cümleleriyle takdir ettirir."

"Aynen öyle de bu kâinat kitab-ı kebîri ki, birtek sahifesi olan zemin yüzünde ve birtek forması olan baharda, üçyüz bin ayrı ayrı kitaplar hükmündeki üç yüz bin nebatî ve hayvanî taifeleri beraber, birbiri içinde, yanlışsız, hatasız, karıştırmayarak, şaşırmayarak, mükemmel, muntazam ve bazan ağaç gibi bir kelimede bir kasideyi ve çekirdek gibi bir noktada bir kitabın tamam bir fihristesini yazan bir kalem işlediğini gözümüzle gördüğümüz bu nihayetsiz mânidar ve her kelimesinde çok hikmetler bulunan şu mecmua-i kâinat ve bu mücessem Kur’ân-ı ekber-i âlem, mezkûr misaldeki kitaptan ne derece büyük ve mükemmel ve mânidar ise, o derecede -sizin okuduğunuz fenn-i hikmetü’l-eşya ve mektepte bilfiil mübaşeret ettiğiniz fenn-i kıraat ve fenn-i kitabet geniş mikyaslarıyla ve dürbîn gözleriyle- bu kitab-ı kâinatın Nakkaşını, Kâtibini hadsiz kemâlâtıyla tanıttırır, Allahu Ekber cümlesiyle bildirir, Sübhânallah takdisiyle tarif eder, 'Elhamdülillâh' senâlarıyla sevdirir."

Bir kitap düşünelim; her bir satırında adeta bir kitap değerinde manalar yüklenmiş, her kelimesinde Yasin harfinin içine ince bir hat ile Yasin suresinin yazılması gibi, sureler yazılmış. Üstelik bu kitabın her bir kelime ve satırları arasında mükemmel bir mana ve nazım dayanışması var ve birbirleri ile müthiş bir ahenk ve cevaplaşma içindeler. Elbette bu kitabın yazarının ne kadar harika ve mükemmel bir yazar olduğu bu kitabından anlaşılır. Aynı şekilde şu kainat bir kitap olup, her satırında kitap kadar manalar var. Mesela bir incir çekirdeği bu kainat kitabının içinde ancak bir nokta mesabesindedir. Ancak incir çekirdeğinin içini fen ilmi ile incelediğimizde onun içinde bir kitabın/ağacın dürüldüğünü hayret ile görüyoruz. İşte temsildeki kitap nasıl katibini gösterip ispat ediyor ise, şu kainat kitabı da daha mükemmel bir şekilde sahibini, yani katibi olan Allah’ı bize isim ve sıfatları ile izah edip ispat ediyor.

"İşte bu fenlere kıyasen, yüzer fünûndan her bir fen, geniş mikyasıyla ve hususi âyinesiyle ve dürbünlü gözüyle ve ibretli nazarıyla bu kâinatın Hâlık-ı Zülcelâlini esmâsıyla bildirir, sıfâtını, kemâlâtını tanıttırır."

Allah’ı tanımanın en sağlam ve güzel yollarından birisi, eserden müessire doğru gitmektir. Yani eserlerinden hareket ederek eser sahibini tanımaktır. Bu yüzden kainat ve içindeki sanatlar hepsi birer penceredir. Bu pencerelere iman gözü ile bakılırsa, marifet şuaları parıldar. Her bir eser üstünde Allah’ın isim ve sıfatları tecelli eder. İnsan bu tecellileri takip ederek kaynağı olan Allah’a ulaşır.

"İşte bu muhteşem ve parlak bir burhan-ı vahdâniyet olan mezkûr hücceti ders vermek içindir ki, Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan çok tekrarla, en ziyade خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ ve رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ âyetleriyle Hàlıkımızı bize tanıttırıyor, diye o mektepli gençlere dedim. Onlar dahi tamamıyla kabul edip tasdik ederek 'Hadsiz şükür olsun Rabbimize ki, tam kudsî ve ayn-ı hakikat bir ders aldık. Allah senden razı olsun.' dediler. Ben de dedim:"

"İnsan binler çeşit elemlerle müteellim ve binler nev’î lezzetlerle mütelezziz olacak bir zîhayat makine ve gayet derece acziyle beraber hadsiz maddî-mânevî düşmanları ve nihayetsiz fakrıyla beraber hadsiz zâhirî ve bâtınî ihtiyaçları bulunan ve mütemadiyen zevâl ve firak tokatlarını yiyen bir biçare mahlûk iken, birden iman ve ubudiyetle böyle bir Padişah-ı Zülcelâle intisap edip bütün düşmanlarına karşı bir nokta-i istinat ve bütün hâcâtına medar bir nokta-i istimdat bularak, herkes mensup olduğu efendisinin şerefiyle, makamıyla iftihar ettiği gibi, o da böyle nihayetsiz Kadîr ve Rahîm bir Padişaha iman ile intisap etse ve ubudiyetle hizmetine girse ve ecelin idam ilânını kendi hakkında terhis tezkeresine çevirse ne kadar memnun ve minnettar ve ne kadar müteşekkirâne iftihar edebilir, kıyas ediniz."

İnsan, fıtraten nihayetsiz aciz ve fakir olarak yaratılmıştır. Her şeye muhtaç olan birisi, her şeyin sahibi olan bir zata istinat ve istimdat etmek zorundadır. Şayet insan her şeyin dizgini ve tedbirini Allah’tan bilip ona iman ile iltica etmez ise, her şeye karşı dilenci ve köle vaziyetini alır. Her hadise karşısında korkar ve titrer. İnsanın mahiyetinde olan nihayetsiz acizlik damarı ancak nihayetsiz bir kudret tarafından tatmin edilebilir. Yine nihayetsiz fakir olan insanın fakrına, nihayetsiz zengin olan Allah karşılık verip doyurabilir. Güneşi bize lamba, ayı takvim yapan kudret, ancak bizim ihtiyaçlarımızı temin edebilir.

Özet olarak, insan kainatın umumuna muhtaç olarak yaratıldığı için, her şeye müracaat edip dilenmek yerine, kainatın bir tek Rabbi olan Allah’a müracaat edip, sadece ve sadece ona karşı dilenir. Böylece bütün kainata dilencilik etmekten kurtulur. Binlerce sebeplere köle ve dilenci olmaktansa, bir tek Allah’a köle ve dilenci olmak insan için bir felah ve kurtuluştur. Ayrıca ölüm gibi dehşetli acı veren bir şey iman ile ebedi saadetin başlangıcı olur ve insanı bu büyük yok olma derdi ve endişesinden kurtarır. Allah’a inanan, her kederden emin olur.

"O mektepli gençlere dediğim gibi, musibetzede mahpuslara da tekrar ile derim: Onu tanıyan ve itaat eden, zindanda dahi olsa bahtiyardır. Onu unutan, saraylarda da olsa zindandadır, bedbahttır."

İnsanın, maddi ve manevi olmak üzere iki bedeni vardır. Maddi beden malum cesedimizdir. Maddi ortamlara göre zevk ve elem duyar. Manevi bedenimiz ise kalp, ruh, akıl ve vicdan gibi manevi azalardan mürekkep bir mahiyettedir. Maddi beden sıkıntı içinde iken, manevi beden inşirah ve rahatlık içinde olabilir. Birçok büyük zat Allah için maddi sıkıntı çekmekten lezzet duymuşlar. Burada elemi çeken maddi beden iken, lezzeti duyan manevi bedendir. Hakiki saadet ve huzur imandadır. Zira; Allah insanın mahiyetini ancak iman ve ibadet ile tatmin olacak şekilde tasarlamıştır. İnsan bunun dışında tatmin ve huzur bulamaz. Kafir maddeten bolluk ve rahat içinde olabilir, ama hakiki anlamda manevi huzur ve itminanı asla bulamaz. Evet, Onu unutan, saraylarda da olsa zindandadır, bedbahttır…

"Hattâ bir bahtiyar mazlum, idam olunurken bedbaht zâlimlere demiş: 'Ben idam olmuyorum, belki terhis ile saadete gidiyorum. Fakat, ben de sizi idam-ı ebedî ile mahkûm gördüğümden sizden tam intikamımı alıyorum.' Lâ ilâhe illâllah diyerek sürur ile teslim-i ruh eder."

Buradaki bahtiyar mazlumun İskilipli Atıf Hoca olduğu söyleniyor, şapka takmadığı için zulmen idama götürülmüş.

Özetle; insan ile Allah arasında en güzel bağ ve en güzel köprü ise iman ve tevhittir. Bu yüzden kelime-i tevhitte hem istinat hem de istimdat manaları bütün envaı ile mevcuttur.

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yükleniyor...