Mecazi aşktan kurtulmanın yolu nedir? Risalelerde bu konu nasıl işlenmiştir?
Değerli Kardeşimiz;
Şu kâinatta çiçeğinden baharına, zemininden semasına kadar sevdiğimiz, takdir ve tahsin ettiğimiz her şey Cenâb-ı Hakk'ın Esmâ-i Hüsnâ'sının âyineleridir. Çünkü, sevgiye sebep olan her kemâl ve cemâl O'ndadır; O’ndandır. Cemal ise zatında sevilir. Ezelden ebede bütün nimet ve ihsanlar, lütuf ve ikramlar O'nun hazinesinden gelmekte, O'nun kereminden akmaktadır. Bütün güzellikler, ihsanlar ve ikramlar O’nun Zât’ının, sıfatlarının ve esmasının güzelliğindendir. Muhabbet ettiğimiz ve sevdiğimiz, başta Peygamber Efendimiz (sav.) diğer bütün peygamberler, evliyalar, insanlar, çiçekler, ağaçlar, semekler, felekler ve meyveler, yıldızlar, bağlar ve bahçeler ve hatta cennet Cenab-ı Hakk’ın güzelliğinin birer aynası ve cemalinin birer cilvesidir. Öyle ise insan için “sebebsiz ve bizzât mahbub olan kemal-i mutlak sahibi, Zât-ı Zülkemal’in ve Zülcemal’in”(1) muhabbetine mazhar olmaktan daha büyük bir saadet, şeref ve izzet düşünülemez.
“Muhabbet, şu kâinatın bir sebeb-i vücududur. Hem şu kâinatın rabıtasıdır. Hem şu kâinatın nurudur, hem hayatıdır.” (2)
Muhabbetin merkezi ve mahalli olan kalb, ancak Zât-ı Akdesin marifet ve muhabbetiyle O’nu zikir ve tesbihler, hamd ve tazimle, O’na dost olmanın, O’nu sevmenin şevk ve heyecanı ile mesrur olur, ancak O’nunla tatmin olur. O cemalin didarına velev bir an olsun nail olmak, o kalb sahibi için cennetlere değişilmez bir makam-ı âlâdır.
İnsan ebed için yaratıldığından onun kalbi, dünyanın fani lezzetleri ile asla tatmin olmaz. Zira dünyada mükemmel bir saadet yoktur, uzaktan sesini duysak bile kendisine kavuşmak mümkün değildir. Dünya ancak ıstırap, meşakkat ve musibetlerin mahallidir. Dünyada fazilet ve marifetten başka hiçbir şey insanı tatmin ve mutlu edemez. Marifet ve muhabbetullahtan başka hiçbir şey insanı saadete kavuşturamaz.
Evet, kalb, imanın mahalli, marifet ve muhabbetin tecelligâhı ve bütün feyizlerin menbaıdır. Âyine-i Samed olan kalb, beden ikliminde itaat olunan bir melik gibidir. Cenab-ı Hakk’ın marifet ve muhabbetine mazhar ve ayna olan bu kalbin değeri, bütün tasavvurların fevkindedir. Bu kemalin dışındaki kemaller kemal değil, mahbup değil, maksûd değil. Derakab zeval ile zedelenen zevkler, alâka-i kalbe değmez, muhabbete lâyık değildir. Fıtraten en ziyade sevimli, muhabbetli ve en müstesna mahlûk olan insan fıtratına bütün bütün zıt olarak fenada mahvolan bir mahbubun, bir maksudun peşinden koşsa, o mahbub onun kalbini doyurmaz, çünkü kalbâyine-i Samed'dir, Mahbûb-u Hakiki'den başkası ile tatmin olmuyor. Sonu mahcubiyet, nedamet, hıçkırık ile neticelenen herhangi bir sevgi ve muhabbet, elem ve kederden başka neyi netice verebilir?
“Güzel değil batmakla gaib olan bir mahbub. Çünki zevale mahkûm, hakikî güzel olamaz. Aşk-ı ebedî için yaratılan ve âyine-i Samed olan kalb ile sevilmez ve sevilmemeli.” (3)
Bunun içindir ki, senelerce Leyla’nın peşinden koşan, onun aşkından deli ve divane olan Mecnun; “Sen yürü ki Leyla, ben Mevla’yı buldum.” diyerek aşk-ı mecazîden aşk-ı hakikiye terakki ediyor. Elbette her insanın bundan bir hissesi vardır. Evet, her insan bir cihette Mecnun’dur. Leyla’sız Mecnun olmadığına göre, elbette her insanın bir de Leyla’sı vardır. Mecnun’un kıymeti, Leyla’sının kıymeti ve değeri nisbetindedir. Kimi insanın Leyla’sı servet, kiminin ki makam, bazısının ki şöhret, bir başkasının ki de siyasettir. Leyla’sı Mevla’sı olanlar, Allah’ın muhabbetinden ve O’nun rızasına mazhar olmaktan başka bir şey düşünmez ve O’ndan başkasına meyil ve iltifat etmezler.
İnsanın fıtratına konulmuş olan duyguları kökünden söküp atması mümkün değildir. Öyle ise bu duyguları yerinde kullanmak lazım. Aşk ve muhabbet en mühim ve en esaslı bir histir. Allah muhabbet hissini kendisini sevelim diye ihsan etmiştir. Bu hissi İlahî veya mecazî aşka çevirmek insanın iradesine bağlıdır.
Allah insana kendi cemal ve kemalini sevecek ve fani güzelliklerle tatmin olmayacak genişlikte ve keskinlikte bir kalb vermiştir. İnsanın bu geniş kalbi ancak ebedî ve solmayan bir güzellik ile tatmin olabilir.
Halbuki kâinatın ve içindeki bütün güzelliklerin üzerinde fena ve fanilik damgası vardır. Sevdiğimiz o güzellik ya eskir, pörsür ya da bize karşılık vermez, verse de bizim meftun olduğumuz o güzellik çabuk söner. Demek bize verilen bu kalb o fena ve fani güzellikler için değil, ebedî ve solmayan bir güzelliği sevmek için tahsis edilmiştir.
Biz su-i istimal edip Allah’a tahsis edilmiş kalbimizi fani mahlûkata tevcih edersek, bunun tokadını hem burada hem ahirette yeriz. Kalbimizdeki bu hastalığı tedavi etmenin yolu ise imanımızı taklitten tahkike çıkarmak, marifet vadisinde terakki etmek, ibadetlerimizi hassasiyetle yerine getirmek ve tefekkürde derinleşmektir. Bu sayede muhabbetimizi hakiki sahibine tevdi etmiş oluruz.
Bu yüzden aşağıdan yukarı (eserden müessire) muhabbet tarzı daha sağlam bir yoldur. Herkesin kavî ve aşılamaz sebebi farklı olabilir. Kimisi için bir evlat, kimisi için mal- mülk, kimisi için gençlik ve şehvet, kimisi için mecazî bir aşk, kimisi için şan ve şöhret, kimisi için kibir ve enaniyet ve kimisi için de dünyanın surî tatlılığı birer mâni ve perde olabilir.
İşte bunlar gibi çok kuvvetli perdeler, sebepler ve barikatlar, kalbin Allah’a ulaşmasına mâni olabilirler. Bunları geçse de, o yolda epey yara aldığından, safi bir muhabbet olamaz; olsa da nakıs olur.
Önce tahkikî imanı elde edip, tefekkür ve marifet ile kalben Allah’a aşk ve muhabbetini tahsis ettikten sonra, masivaya kalben yönelmek lazımdır. Yoksa, kalb, kesrette boğulur, kuvvetli sebeplere yapışır, tevhide yönelmesi ve muhabbetullahı bulmak çok zor olur.
Halbuki kâinatın ve içindeki bütün güzelliklerin üzerinde fena ve fanilik damgası vardır; sevdiğimiz o güzellik, ya eskir ya da bize karşılık vermez, verse de bizim meftun olduğumuz o güzellik çabuk söner. Demek kalb, o fena ve fani güzellikler için değil, ebedî ve solmayan bir güzelliği sevmek için verilmiştir.
Biz su-i istimal edip, Allah’a tahsis edilmiş kalbimizi fani mahlûkata tevcih edersek, bunun tokadını hem dünyada hem ahirette yeriz. Kalbimizdeki bu hastalığı tedavi etmenin yolu ise iman ve tefekkür üzerinde yoğunlaşıp o güzellikler üzerinde fanilik damgalarını okuyarak sevgi ve aşkımızı hakiki sahibine tevdi etmektir.
Kâinattaki bütün güzellikleri toplasak, Allah’ın cemal ve kemaline nisbeten okyanustan bir damla mesabesinde kalır. Üstelik bu güzellik ebedîdir. Öyle ise damla ile oyalanıp elem çekmemeli, bütün muhabbetimizi hakiki sahibine vermeliyiz.
Mesela, çok susamış, ağzı susuzluktan kavrulmuş bir adam düşünelim. Bu adam bir baraja rast gelir, barajdan sızan suyun toprağın üzerinde hafif bir yaşlılık vardır, asıl su göletin içindedir. Şu şaşkın adam, susuzluktan kavrulmuş ağzını toprağın üzerindeki yaşlığa dayamış kanmaya çalışıyor.
Bizler de ıslaklık mesabesindeki fani ve âdi güzelliklere kalp dudağımızı yapıştırıp kanmaya çalışıyoruz. Üstelik o güzellikler Allah’ın güzelliğinden zaif ve çok perdelerden geçmiş bir sızıntısı mahiyetindedir. Biz nazarımızı ve kalbimizi o mecazî sevgiliden hakiki sevgiliye, yani Allah’a çevirirsek, hem o beladan kurtuluruz, hem de hakiki güzelliği bulmuş oluruz.
Mecaz, bir sözün kendi asıl mânası dışında bir başka maksat için kullanılmasıdır. Yani, mecazda, sözün asıl mânasından tecavüz etmesi, sapması söz konusudur Cömert birisine ‘eli açık’ dediğimizde mecaz san’atını kullanmış oluruz. Elin hakiki mânasından sapılmış ve bir başka maksat gözetilmiştir. Muhabbetin de asıl yeri Allah sevgisi ve mahlûkatı O’nun namına sevmektir, bunun dışındaki bütün muhabbetlerde asıldan sapma yani mecaz söz konusudur. Mahlûkatı nefis hesabına sevmekten vazgeçip Allah’ın razı olduğu mânada sevmeye başlayan kimsede “muhabbetin yüzü mecazî mahbubtan hakikî mahbuba” çevrilmiş demektir.
“ …Fıtrat-ı beşeriyede cemale karşı bir muhabbet ve kemale karşı perestiş etmek ve ihsana karşı sevmek vardır.”(Lem’alar)
Yani insan daima güzel ve mükemmel olanı sever. Bunlar bizzat sevilirler, yani bir sebebe bağlı olmaksızın sevilirler; başkasının yaptığı bir san’at eserini sevmemiz, takdir etmemiz gibi.
Yine insan kendisine ihsan edeni, ihtiyacını göreni de sever.
Bazan âsâra muhabbet suretiyle esmâyı sever.” cümlesi cemale karşı muhabbeti ifade eder.
İnsan, kendisine bir faydası olsun veya olmasın güzel olan her şeyi sever. Çiçeği de sever, kuzuyu da sever, güneşi de sever. Bütün güzel eşya Allah’ın Müzeyyin, Musavvir, Kuddüs gibi esmâsının birer aynasıdırlar, o esmânın güzelliklerini yansıtırlar.
Bazan esmâyı, kemâlât-ı İlâhiyenin ünvanları olduğu cihetle sever.” cümlesi kemale karşı perestiş etmeyi ifade eder.
Yine insan, kendisine bir faydası olsun veya olmasın mükemmel olan her şeyi sever, ona hayranlık duyar. Bu âlemde her mahlûk kendi mahiyetine göre en mükemmel olarak yaratılmıştır. Deniz de mükemmeldir içindeki balıklar da… Orman da mükemmeldir, içindeki ceylanlar ve aslanlar da… Ağaç da mükemmeldir, yaprakları, çiçekleri meyveleri de. Bütün bu kemaller hepsi nihâyet kemalde olan Hâlık, Mâlik, Zâhir, Bâtın, Celil, Cemil gibi çok esmânın tecellileridirler.
“… hadsiz ihtiyacat noktasında esmâya muhtaç ve müştak olur ve o ihtiyaçla sever." ifadesi de ihsana karşı sevmekle mukabele dersi verir.
Ve insan birbirinden farklı çok ihtiyaçlarının her birinin ayrı isimlerin tecellileriyle görüldüğünü düşünmekle Rezzâk, Mün’im, Basir, Semi’, Kerîm gibi bütün cemalî isimleri sever, Rabbine hamd ve şükreder.
Kalbin fani olan mahlûklara âşık olması, kalbin manevî bir hastalığıdır. Zira Allah kalbi insana sadece kendisini sevmemiz için tahsis etmiştir. Biz bu tahsise ihanet ederek, farklı şeylere tevcih edersek elbette bu Allah katında makbul ve caiz olmaz.
"Kalbler ancak Allah'ın zikriyle tatmin olur." (Rad, 13/28)
ayetinde de ihtar ve ikaz edildiği gibi insan, kalbini tatmin edip doyuracak tek maşuk tek mahbub Allah’tır. Bu sebeple kalbimize giren bu kir ve pasları temizleyip Allah aşkına yanmamız gerekir. Yoksa insanın fani aşklar içinde boğulup imtihanı kaybetme riski çok fazla olur. Hazret-i İbrahim (as) gibi “La uhibbül afilin” (Fani şeyleri sevmem) deyip mecazî aşklardan kalbimizi ve gönlümüzü arındırıp kurtarmalıyız.
"Sabıkan beyan edildiği gibi, ehl-i gaflet ve ehl-i dünya tarzında ve nefis hesabına olan muhabbetlerin, dünyada belâları, elemleri, meşakkatleri çoktur; safâları, lezzetleri, rahatları azdır. Meselâ şefkat, acz yüzünden elemli bir musibet olur. Muhabbet, firak yüzünden belâlı bir hırkat olur. Lezzet, zeval yüzünden zehirli bir şerbet olur. Âhirette ise, Cenâb-ı Hakkın hesabına olmadıkları için, ya faydasızdır veya azaptır (eğer harama girmişse)."
"Sual: Enbiya ve evliyaya muhabbet nasıl faydasız kalır?"
"Elcevap: Ehl-i teslisin İsâAleyhisselâma ve Râfızîlerin Hazret-i Ali Radıyallahu Anha muhabbetleri faydasız kaldığı gibi. Eğer o muhabbetler, Kur'ân'ınirşad ettiği tarzda ve Cenâb-ı Hakkın hesabına ve muhabbet-i Rahmân namına olsalar, o zaman hem dünyada, hem âhirette güzel neticeleri var."
"Amma dünyada ise, leziz taamlara, güzel meyvelere muhabbetin, elemsiz bir nimet ve ayn-ı şükür bir lezzettir."
"Nefsine muhabbet ise, ona acımak, terbiye etmek, zararlı hevesattan men etmektir. O vakit nefis sana binmez, seni hevâsına esir etmez. Belki sen nefsine binersin. Onu hevâya değil, hüdâya sevk edersin."(4)
Elhasıl, mevcudatı Allah hesabına ve O’nun isim ve sıfatlarının tecellisi olduğu için sevmeliyiz ve Allah’a olan muhabbetimize bir vesile yapmalıyız.
Dipnotlar
(1)Şualar, 4. Şua
(2)Sözler, 24. Söz
(3) Sözler, 17. Söz
(4) Sözler, Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf.Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar