Mevcudatın hikmet ve gayeleri nelerdir? Risale-i Nur zaviyesinden değerlendirir misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
Birinci hikmet: Mevcudatın ve eşyanın en mühim ve birinci hikmeti, Cenab-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarının isimlerinin mânasını ve nakışlarını göstermesi ve ayna olmasıdır. Burada, mevcudat ve eşya, Allah’ın sonsuz nazarına arz-ı endam ediyor. Allah, kendi sanat hünerlerini ve maharetlerini mevcudatın üstünde, nazar-ı dekaik aşinası ile görüyor. Bu ise, eşyanın en azim hikmetidir.
İkinci hikmet: Mevcudat ve eşya, aynı zamanda, diğer şuur sahibi varlıklara da, Allah’ın isim ve sıfatlarını talim ettiren birer levhadır. O şuur sahibi nazarlara kıymetli birer mektub, manidar birer kelimeler hükmündedir. En büyük ikinci hikmette budur.
Üçüncü hikmet: Mevcudatın ve eşyanın bizzat kendine bakan yönüdür. Kendi nefsinin devamı ve varlık sahasında kalması ve diğerlerinden ayrılan şahsını ifade etmesidir. Bir de insana doğrudan ya da dolaylı bir faydası varsa, o menfaat adedince hikmeti olmuş oluyor.
Mesela, bir elmanın insana doğrudan faydası vardır; hikmeti de insana ikram olunmasıdır. Bir yıldızın ise, doğrudan bir faydası yoktur ama güzel bir mehtaplı gecede, dolaylı olarak insanın diğer latifelerini okşaması, ona bir hikmet takar. En azından manzarayı tamamlayan bir parçadır.
Mevcudatın ve eşyanın beş tabaka ayrı ayrı gaye ve hikmetleri ise şöyledir:
Birinci gaye: Güzel mânâlarının ve misalî hüviyetlerinin muhafaza edilmesiyle, Allah eşyanın surî vücutlarının gitmesine bedel, o eşyanın ifade ettiği mânayı ve hüviyetini muhtelif şekillerde muhafaza ediyor. Kader levhalarında ve insanın hafızasında sakladığı gibi.
İkinci gaye: Gaybî hakikatleri ve elvâh-ı mahfuzadaki suretleri netice vermekle; eşya, varlık sahasından giderken, hayatta iken gösterdiği çok mânaları gaybî âlemlere hediye olarak bırakıp gidiyor ve o gaybî âlemin sakinlerine güzel bir seyirlik bırakıyor. Tıpkı bir yazarın kendine nisbeten gaybî olan sonraki nesillere kendi hayatındaki müşahedatını kitap yazmak sureti ile bırakması gibi.
Üçüncü gaye: Uhrevî semereleri ve sermedî manzaraları neşretmek. Dünya bir tezgâh ve bir mezraadır; âhiret pazarına münasip olan mahsulâtı yetiştirir. Nasıl ki cin ve insin amelleri âhiret pazarına gönderiliyor. Öyle de dünyanın sair mevcudatı dahi, âhiret hesabına çok vazifeler görüyorlar ve çok mahsulât yetiştiriyorlar. Belki küre-i arz onlar için geziyor. Belki denilebilir ki, onun içindir. Bu sefine-i Rabbâniye, yirmi dört bin senelik bir mesafeyi bir senede geçip meydan-ı haşrin etrafında dönüyor.
Meselâ, ehl-i cennet elbette arzu ederler ki, dünya maceralarını tahattur etsinler ve birbirine nakletsinler. Belki o maceraların levhalarını ve misallerini görmeyi çok merak ederler. Elbette, sinema perdelerinde görmek gibi, o levhaları, o vak'aları müşahede etseler, çok mütelezziz olurlar. Madem öyledir; herhalde, dâr-ı lezzet ve menzil-i saadet olan dâr-ı Cennette, عَلٰى سُرُرٍ مُتَقَابِلِينَ işaretiyle, sermedî manzaralarda, dünyevî maceraların muhaveresi ve dünyevî hâdisâtın manzaraları cennette bulunacaktır.
Dördüncü gaye: Rablerinin tesbihatını ilân ve esmâ-i hüsnânın mukteziyâtını izhar etmek. Mevcudat, etvâr-ı hayatıyla, müteaddit envâ-ı tesbihat-ı Rabbâniyeyi yapıyor. Hem esmâ-i İlâhiyenin iktiza ve istilzam ettikleri hâlâtı gösteriyor ki: Meselâ Rahîm ismi şefkat etmek ister, Rezzak ismi rızık vermek iktiza eder, Lâtîf ismi lutfetmek istilzam eder. Ve hâkezâ, bütün esmânın birer birer muktezası vardır.
Her bir eşya ve her bir mahlûk birçok ismin mânâ ve hükümlerini gösteren birer ayna ve levha gibidir. Mesela, elmanın şekli Musavvir ismine, midemize rızık olması Rezzak ismine, âzalarımıza şifa ve vitamin olması Şâfi ismine, ikram ve ihsan olması Kerîm ve Mün’im isimlerine, içindeki hikmet ve faydalar Alîm ve Hakîm isimlerine işaret eder. Her bir mânâ bir pencere olup arkasındaki bir isme işaret ediyor. Ve Allah’ı bize bütün isim ve sıfatları ile mükemmel bir şekilde tarif ediyor.
"İşte, hakaik-i eşyanın esmâ-i İlâhiyeye dayandığını ve istinad ettiğini, belki hakikî hakaik, o esmânın cilveleri olduğunu ve her şeyin çok cihetlerle, çok dillerle Sâniini zikir ve tesbih ettiğini anla."(1)
Bütün mahlûkatın ve eşyanın aslı ve hakikati Allah’ın isim ve sıfatlarından ibarettir. Bu isim ve sıfatlar mahlûkatın arka planından çekilse her şey helak ve harap olur. Mesela Rezzak ismi faaliyetini durdursa, rızka muhtaç bütün canlılar ölür. Muhyi ismi tecelli etmese bütün hayatlar söner. Müzeyyin ismi cilvesini çekse, bütün mahlûkat güzellikten mahrum kalır... İşte her bir isim bir hakikatin müessisi ve menbaıdır, bu isimler çekilse kâinattaki bütün hakikatler de çekilir.
Allah’ın isim ve sıfatları sonsuzdur. Kâinat ve mahlûkat bu sonsuz isimlere tam mânâsı ile mikyas ve mahal olamazlar. Yani Allah’ın isim ve sıfatlarını kâinattaki tecellileri ile ölçüp biçemeyiz, sadece bir fikir edinebiliriz. Bu yüzden mahlûkattaki bütün tecellilere damla, isim ve sıfatlara ise okyanus tabiri kullanılmıştır. Yani bütün mahlûkattaki tecelliler Allah’ın sonsuz isimlerinin bir damlası, çok perdelerden geçmiş zayıf bir gölgesi mesabesindedir.
Mesela yeryüzündeki bütün anne ve babaların şefkati toplansa, Allah’ın sonsuz şefkati yanında bir damla, bir pırıltı gibi kalır. Aynı şekilde cennetteki bütün güzellikler toplansa, O’nun isim ve sıfatlarının bir cilvesi ve bir damlası kadar olamaz.
“Ve esmâ ve sıfâtın herbirisinde binler merâtib-i ihsan ve cemâl ve binler tabakat-ı kemâl ve muhabbet var. Sen yalnız Rahmân ismine bak ki, Cennet bir cilvesi ve saadet-i ebediye bir lem’ası ve dünyadaki bütün rızık ve nimet bir katresidir.” (2)
Hal böyle olunca, eşyanın hakikati Allah’ın isimlerine dayanıyor. Her bir zîhayat, hayatıyla ve vücuduyla o esmânın muktezasını göstermekle beraber, cihazatı adedince Sâni-i Hakîme tesbihat yapıyorlar.
Beşinci gaye: Şuûnât-ı Sübhâniyenin ve ilmî vücut dairelerinin zuhuru için. Bu sırra binaen, herbir mevcut, Vâcibü'l-Vücudun bâki şuûnâtının tezahürüne bâki birer medar olacak mânâları, keyfiyetleri, hâletleri vücutta bırakıp öyle gidiyorlar. Hem o mevcut, bütün müddet-i hayatında geçirdiği etvar ve ahvâli, ilm-i ezelînin ünvanları olan İmam-ı Mübîn, Kitab-ı Mübîn, Levh-i Mahfuz gibi vücud-u ilmî dairelerinde vücud-u haricîsini temsil eden mufassal bir vücut dahi bırakıp öyle giderler. Demek, her fâni, bir vücudu terk eder, binler bâki vücutları kazanır, kazandırır.
"Meselâ, nasıl ki harikulâde bir fabrika makinesine âdi bazı maddeler atılır; içinde yanarlar, zâhiren mahvolur, fakat o fabrikanın imbiklerinde çok kıymettar kimya maddeleri ve edviyeler teressüb eder. Hem onun kuvvetiyle ve buharıyla o fabrikanın çarkları döner; bir taraftan kumaşları dokumasına, bir kısmı kitap tab'ına, bir kısmı da şeker gibi başka kıymettar şeyleri imal etmesine medar oluyor, ve hâkezâ... Demek, o âdi maddelerin yanmasıyla ve zâhiren mahvolmasıyla binler şeyler vücut buluyor. Demek, âdi bir vücut gider, âli çok vücutları irsiyet bırakır. İşte, şu halde, o âdi maddeye 'Yazık oldu.' denilir mi? 'Fabrika sahibi neden ona acımadı, yandırdı; o sevimli maddeleri mahvetti?' şikâyet edilir mi?"(3)
Dipnotlar:
(1) bk. Sözler, Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf.
(2) bk. a.g.e.
(3) bk. Mektubat, Yirmi Dördüncü Mektup İkinci Makam.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü