Hulûsi Beye yazılan bir mektuptur.

2 وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ1 بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

وَعَلَيْكُمُ السَّلاَمُ وَرَحْمَةُ اللّٰهِ وَبَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ ضَرْبِ ذَرَّاتِ وُجُودِكُمْ فِى عَاشِرَاتِ دَقَاۤئِقِ عُمْرِكُمْ 3

Aziz kardeşim, hamiyetli arkadaşım, gayretli talebem, sevgili biraderzadem; Senin güzel mektubun bana şifalı oldu. Ben ziyade rahatsızken onu okudum, bana bir sürur verdi, o sürur dahi o hastalığa bir hiffet verdi. Şu hastalığın sırrı, insanlardan istiğnâya dair sana yazdığım mektubun kerametidir. Çünkü, o mektubu bir gün iki-üç zâta, onların hediyelerinin adem-i kabulüne medar olmak için okudum. Aynı günde o zâtın hanesine gittim. Az bir yemek getirdi, arkadaşlarımın hatırları için bir parça yedim.

Hiç hatırıma gelmedi ki, o günde o hakikatli mektubu o yemek sahibine okudum, şimdi muhalefet ediyorum. Yemekten sonra hatırıma geldi. Fakat “Hediye kabul edemiyorum, belki yemek yenilir” tahmin ettim. Fakat 4 يَقُولُونَ مَالاَ يَفْعَلُونَ altına girdiğimden, öyle bir şiddetli tokat yedim ki, bu dört senede böyle hastalık görmemiştim. Fakat Cenâb-ı Hakka şükrettim ki, bir-iki senedir bazı emareler ve hâdiselerle zannettiğim bir hakikat, bu tokatla gayet kat’iyetle göründü.

Şeyh Mustafa’ya benim tarafımdan geçmiş olsun de ve şu hikâyeyi ona söyle: Eskide iki ciddî âhiret kardeşleri varmış. Biri hasta düşer; ötekisi ziyaretine gitti. Dua eder, hasta iyi olmaz. “Öyleyse sen kalk, ben yatacağım” demiş. Hasta kalkmış, onun yerine hasta olarak yatmış. Her neyse... Demek Şeyh Mustafa ile kardeşliğimiz ciddîleşmiş ki, ben hastalığına dua ettim, kabul olmadı. Fakat birkaç gün devamı mukadder olan hastalığının bir parçası bana verildi. İnşaallah ona bir parça hiffet gelmiştir.

Sözler hakkında hüsn-ü şehadetiniz, bana büyük bir tesellî verdi. Vazifemin bitmediğine dair burhanlarınız gayet kuvvetlidirler; lâkin ben gayet kuvvetsizim. Fakat Cenâb-ı Hakka tevekkül edip, o burhanlara serfürû ediyorum.

Cemaate Sözler’i okumak zamanında, sendeki hissiyât-ı âliye ve fazla inkişaf ve fedakârâne hamiyet-i diniye galeyanının sırrı şudur ki: Velâyet-i kübrâ olan veraset-i Nübüvvetteki makam-ı tebliğin envarı altına girdiğin içindir. O vakit sen, dellâl-ı Kur’ân Said’in vekili, belki mânen aynı hükmüne geçtiğin içindir.

Gurbet mektubuyla kamer ve zemin ve seyyarata dair mektubuma cevap verilmemesinin sebebi şu olmak gerektir ki: Gurbet Mektubu, bütün dünyayı unutmak hissiyle yazılmıştır. Sen dünyayı unutmak değil, belki vazife itibarıyla en sathî maddiyatla zihnin meşbû olduğu bir zamanda, herhalde o gurbetteki zevki bulamadın. Ve o Mektubun tam derecesini, muvakkaten perde çekilmiş olan parlak zekâvetin kavrayamadı ki, cevap yazamadı.

Öteki Mektup, çok yüksek ve çok geniş hakaika işaret ettiği ve hadsiz âlem-i ulviyenin ve nihayetsiz âlem-i mâneviyenin bir nevi haritasına işaret ettiği için, sâfî, meşgalesiz, arzî ve arzlılardan sıyrılıp yukarıya çıkan bir akıl lâzımdı. Halbuki, benim gayretli kardeşim, o vakit zeminin haritasını alacak bir vazifeyle meşgul olduğundandır ki, o ulvî ve pek keskin zekâvetin, o Mektuba karşı sükûtu iltizam etmeye mecbur olmuş.
Said Nursî

• • •

Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler:

1 : Her türlü noksan sıfatlardan yüce olan Allah’ın adıyla.
2 : “Hiçbir şey yoktur ki Allah’ı hamd ile tesbih etmesin.” İsrâ Sûresi, 17:44.
3 : Vücudunuzdaki zerrelerin ömür dakikalarınızla çarpımı sayısınca, Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.
4 : “Yapmadıkları şeyleri söylerler.” Şuarâ Sûresi, 26:226.
Önceki Risale: ( 210 ) / Sonraki Risale: ( 212 )
Ekranı Genişlet
Lügat Listesi

Lügatler :

adem-i kabul : kabul etmeme
âhiret : öteki dünya, öldükten sonraki ebedî hayat
aziz : çok değerli, izzetli
biraderzade : bir kişinin kardeşinin oğlu, yeğen; Üstad Bediüzzaman burada, tıpkı yeğeni Abdurrahman’ın kendisine olan bağlılığına ve yaptığı hizmetlere atıf yaparak Hulûsi ağabey hakkında bir iltifat ifadesi olarak kullanmıştır
hakikatli : gerçek, doğru; birçok sırrı içerisinde barındıran
hamiyet : din, millet gibi kutsal değerleri koruma duygusu ve gayreti; millî onur ve haysiyet
hane : ev
Hanefî : amelde İmam-ı Âzam Ebû Hanîfe’ye uyup bu mezhepten olanlar
hiffet : hafiflik
ihvan : kardeşler
istiğnâ : kaçınma, ihtiyaç duymama
kelâm : ifade, söz
keramet : Allah’ın bir ikramı olarak, Onun sevgili kullarında görünen olağanüstü hal ve fiiller
medar : vesile, sebep
muhalefet etme : aykırı davranma
musallî : namaz kılan
müezzin : namaz vakitlerini bildirmek için ezan okuyan kişi
sünnet : Peygamberimizin söz, emir ve hareketlerine dayanan yüce prensipler
sürur : mutluluk, sevinç
umum : bütün
ziyade : çok, fazla
âhiret : âlemi öteki dünya; öldükten sonraki sonsuz hayat
âlem-i mâneviye : mânevî âlem
âlem-i ulviye : ulvî, yüce âlem
burhan : kuvvetli ve sağlam delil
cemaat : topluluk
Cenâb-ı Hak : Hakkın tâ kendisi olan, şeref ve yücelik sahibi Allah
dellâl-ı Kur’ân : Kur’ân’ı ilân eden, tanıtan, hizmet eden
emare : işaret, belirti
envar : nurlar, aydınlıklar
fedakârâne : fedakârca
galeyan : coşup taşma
hâdise : olay
hadsiz : sonsuz, sayısız
hakaik : hakikatler, gerçekler
hakikat : esas, gerçek
hamiyet-i diniye : dinin koruyuculuğu
hiffet : hafiflik
hissiyât-ı âliye : yüksek duygular
hüsn-ü şehadet : iyi tanıklık etme; güzel görme
inkişaf : açığa çıkma, gelişme
inşaallah : Allah dilerse
itibarıyla : bakımından, özelliğiyle
kamer : ay
kat’iyetle : kesinlikle
maddiyat : maddi şeyler
makam-ı tebliğ : tebliğ etme, duyurma makamı
meşbû olma : doyma, kanma
mukadder olan : Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş
muvakkaten : geçici olarak
nev’i : çeşit, tür
nihayet : son
sathî : sığ, yüzeysel
serfürû etme : baş eğme, kabul etme
seyyarat : gezegenler
şükretme : Allah’a karşı minnet duyma, teşekkür etme
tevekkül etme : Allah’a dayanma ve güvenme
velâyet-i kübrâ : en büyük velâyet, velilik
veraset-i Nübüvvet : Peygamber varisliği
zekâvet : zeki oluş, kurnazlık
zemin : yer, dünya
Yükleniyor...