MESÂİL-İ MÜTEFERRİKA
BİRİNCİ MESELE
Sual: Salâvatın bu kadar kesretle hikmeti ve salâtla beraber selâmı zikretmenin sırrı nedir?
Elcevap: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma salâvat getirmek, tek başıyla bir tarik-i hakikattır. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm nihayet derecede rahmete mazhar olduğu halde, nihayetsiz salâvata ihtiyaç göstermiştir. Çünkü, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm bütün ümmetin dertleriyle alâkadar ve saadetleriyle nasibedardır. Nihayetsiz istikbalde, ebedü’l-âbâdda, nihayetsiz ahvâle mâruz ümmetin, bütün saadetleriyle alâkadarlığının ihtiyacındandır ki, nihayetsiz salâvata ihtiyaç göstermiştir.
Hem Resul-i Ekrem hem abd, hem resul olduğundan, ubudiyet cihetiyle salât ister, risalet cihetiyle selâm ister ki: Ubudiyet halktan Hakka gider, mahbubiyet ve rahmete mazhar olur. Bunu es-salât ifade eder. Risalet Haktan halka bir elçiliktir ki, selâmet ve teslim ve memuriyetinin kabul ve vazifesinin icrâsına muvaffakıyet ister ki, selâm lâfzı onu ifade ediyor. Hem biz seyyidinâ lâfzıyla tabir ettiğimizden, diyoruz ki: Ya Rab! Yanımızda elçiniz ve dergâhınızda elçimiz olan reisimize merhamet et ki, bize sirayet etsin.
اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ عَبْدِكَ وَرَسُولِكَ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ 1
İKİNCİ MESELE
Bir kardeşimizin uzun bir sualine kısa bir cevaptır.
Eğer desen: Nedir şu tabiat ki, ehl-i dalâlet ve gaflet ona saplanmışlar; küfür ve küfrâna girip, ahsen-i takvimden esfel-i sâfilîne sukut etmişler?
Elcevap: Tabiat namı verdikleri şey, şeriat-ı fıtriye-i kübrâ-yı İlâhiyedir ki, mevcudatta zuhur eden ef’âl-i İlâhiyenin tanzim ve nizamını gösteren âdetullahın mecmu-u kavânîninden ibarettir. Malûmdur ki, kavânîn umûr-u itibariyedir; vücûd-u ilmîsi var, haricîsi yok. Gaflet veya dalâlet sâikasiyle Kâtip ve Nakkaş-ı Ezelîyi tanımadıklarından, kitabı ve kitabeti kâtip ve nakşı nakkaş, kanunu kudret, mistarı masdar, nizamı nazzam, san’atı sâni tevehhüm etmişler.
Nasıl ki, bir vahşî ve insanların içtimâiyatını görmemiş bir adam muhteşem bir kışlaya girse, bir ordunun nizâmât-ı mâneviyeyle muttarid hareketini temâşâ etse, maddî iplerle bağlı tahayyül eder. Veyahut o vahşî, muazzam bir camie dahil olsa, görse ki, Müslümanların cemaat ve îdlerde muntazam, mübarek vaziyetlerini görse, seyretse, maddî rabıtalarla bağlanmalarını tevehhüm eder.
Öyle de, vahşîden çok vahşi olan ehl-i dalâletin, cünûd-u semâvât ve arza mâlik olan Sultan-ı Ezel ve Ebedin muhteşem kışlası olan şu kâinata ve Mabûd-u Ezelînin mescid-i kebîri olan şu âleme girdikleri vakit, o Sultanın nizâmâtını tabiat namıyla yâd etse ve nihayet hikmetlerle meşhûn şeriat-ı kübrâsını, kuvvet ve madde gibi sağır ve kör ve câmid, karma karışık tezahürattan ibaret tahayyül etse, elbette ona insan demek değil, belki vahşî hayvan dahi denilmez.
Çünkü, o tevehhüm ettiği tabiat için, geçen Sözlerde ve sair risalelerimde yüz yerde, dirilmeyecek bir surette o tabiat fikr-i küfrîsi öldürüldüğü ve Yirmi İkinci Sözde gayet kat’î bir surette ispat edildiği gibi; her zerrede, her sebepte bütün mevcudatı halk edecek bir kudret, bir ilim vermek, belki Vacibü’l-Vücudun bütün sıfatını onda kabul etmek gibi nihayetsiz muhal ender muhal bir dalâlet, belki dalâletin divaneliğinden gelen mânâsız hezeyanlardır.
Elhasıl: O Sözlerde gayet kat’î bir surette ispat edilmiş ki, tabiatperest adam bir ilâh-ı vâhidi kabul etmediği için, gayr-ı mütenâhi ilâhları kabul etmeye mecburdur. O ilâhlar, herbirisi herşeye muktedir olmakla beraber, bütün ilâhlara hem zıt, hem misil olarak şu kâinatın intizamı içinde birleşsin. Halbuki, bir sineğin kanadından tut, tâ manzume-i şemsiyeye kadar hiçbir yerde bir sinek kanadı kadar şerike yer yoktur ki, parmak karıştırsın.
2 لَوْكَانَ فِيهِمَا الِٰهَةٌ اِلاَّ اللّٰهُ لَفَسَدَتَا فَسُبْحَانَ اللّٰهِ رَبِّ الْعَرْشِ عَمَّا يَصِفُونَ ferman-ı kat’î, şirk ve iştirâkin esâsâtını kat’î bir burhanla keser.
ÜÇÜNCÜ MESELE
Küfür, mânevi bir cehennemin çekirdeği olduğunu İkinci Sözde ve Sekizinci Sözde ve başka Sözlerde ispat edildiği gibi, maddî bir cehennem dahi onun meyvesidir. Cehenneme duhulüne sebep olduğu gibi, Cehennemin vücuduna dahi sebeptir. Zira küçük bir hâkim, küçük bir izzet, küçük bir gayret, küçük bir celâli bulunsa; bir edepsiz ona dese, “Beni tedip etmezsin ve edemezsin”; herhalde, o yerde hapishane yoksa da, onun için bir hapishane icad edecek, onu içine atacaktır.
Halbuki, kâfir, Cehennemi inkârla, nihayetsiz gayret ve izzet ve celâl sahibi ve gayet büyük bir zâtı tekzip ve tâciz ediyor, yalancılıkla ve aczle ittiham ediyor, izzetine şiddetle dokunuyor, celâline serkeşâne ilişiyor. Elbette, farz-ı muhal olarak, Cehennemin hiçbir sebeb-i vücudu bulunmazsa, o derece tekzip ve tâcizi tazammun eden küfür için Cehennemi halk edecek, o kâfiri içine atacaktır.
DÖRDÜNCÜ MESELE
Eğer desen: Ne için ehl-i küfür ve dalâlet dünyada ehl-i hidayete galip oluyor?
Elcevap: Çünkü, küfrün divaneliğiyle ve dalâletin sarhoşluğuyla ve gafletin sersemliğiyle, ebedî elmasları satın almak için verilen letâif ve istidâdât-ı insaniye sermayesini, fâni şişelere, soğuk buzlara veriyor. Elbette ham cam ve câmid cemed, elmas fiyatıyla alındığı için, en âlâ cam ve en eclâ cemed alınır.
Bir vakit elmasçı zengin bir adam divane olur, çarşıya gider, beş paralık cam parçasına beş altın verir. O zengin divaneye, herkes en iyi camlarını alır ona verir. Hattâ çocuklar da güzel buz parçalarını ona veriyor, birer altın alıyorlardı.
Hem bir vakit bir padişah sarhoş olur, çocukların içine girer, onları vükelâ ve ümerâ-yı askeriye zanneder. Şâhâne emir verir, çocukların hoşuna gider, iyi itaat ettiklerinden güzelce bir eğlence yapar.
İşte küfür bir divâneliktir, dalâlet bir sarhoşluktur, gaflet bir sersemliktir ki, bâki metâ yerine fâni metâı alır. İşte şu sırdandır ki, ehl-i dalâletin hissiyatları şiddetlidir. İnadı, hırsı, hasedi gibi herşeyi şediddir. Bir dakika meraka değmeyen birşeye bir sene inat eder.
Evet küfrün divaneliğiyle, dalâletin sekriyle, gafletin şaşkınlığıyla, fıtraten ebedî ve ebed müşterisi olan bir lâtife-i insaniye sukut eder; ebedî şeyler yerine fâni şeyler alır, yüksek fiyat verir.
Fakat mü’minde dahi bir maraz-ı asabî bulunuyor veya maraz-ı kalbî var. O dahi, ehl-i dalâlet gibi, ehemmiyetsiz şeylere ziyade ehemmiyet verir. Lâkin çabuk kusurunu anlar, istiğfar eder, ısrar etmez.
رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَاۤ اِنْ نَسِينَاۤ اَوْ اَخْطَاْنَا 3
BEŞİNCİ MESELE
Mühim bir sırr-ı âyet:
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, mecmûu mu’cize olduğu gibi, her bir sûresi dahi bir mu’cize, hattâ pek çok âyetlerin herbirisi birer mu’cize veya bir lem’a-i i’câzı gösterir bir tarzdadır. Meselâ, Sahâbeden bahseden âhir-i Sûre-i Feth olan âyeti, ki 4 مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ dan başlar, bütün huruf-ı hecâiyeyi tazammun etmekle beraber, Sahabenin tabakat-ı meşhuresinin -ki Ashâb-ı Bedir, Şühedâ-i Uhud, Ashâb-ı Suffa, Ehl-i Bîat-ı Rıdvan gibi şöhretgîr-i âlem tabakatın- esmâsının adedine işaret ediyor. Ve şu âyetten evvelki 5 هُوَ الَّذِىۤ اَرْسَلَ رَسُولَهُ âyeti, altmış üç harf olduğundan, ömr-ü Nebeviyyeye işaret ettiği gibi, bahsettiğimiz âyetle beraber Ashab-ı Bedir ve Suffa ve Uhud ve Ehl-i Beyt-i Nebevînin adedini gösterir. İşte, âhirdeki âyetin adedi iki yüz altmıştır. Ashab-ı Bedir, şühedâ-yı Uhud’la beraber, Bedirle Uhud şühedâsından bulunan bir tek sayılmak, hem isimleri bir olanlar bir sayılmak şartıyla, iki yüz altmıştır.
Aynı âyetteki hurufat gibi Ashab-ı Bedir, Ashab-ı Suffa ile söylediğimiz şartla beraber, iki yüz altmış dört eder. Âyetten dört fazladır ki, Hulefa-yı Erbaa veya Hamse-i Âl-i Abâdan dördüne işaret vardır.
Âyette herbir harfin ne kadar tekerrür ettiği ve Ashab-ı Bedir ve Uhud ve Suffanın esmâsına ne derece muvafık adet göstermesine, gelecek hurufata dikkat et:
Hemze lâfzî (9) gayr-ı melfuzu (15) muvafık geliyor.
ب | (4) | ت | (8) | ث | (3) muvafık, | ج | (8) muvafık, | ح | (3) |
خ | (10) | د | (6) | ذ | (3) muvafık. |
ر | (16) muvafık, | ز | (6) muvafık, Uhud ve Suffa’dan |
س | (7) muvafık, Suffa’dan | ش | (2) muvafık, Suffa’dan |
ص | (2) muvafık, Bedir’den | ض | (2) muvafık, Suffa’dan | ط | (1) |
ظ | (3) Uhud’da Abâdile-i Seb’a, Hulefâ-yı Selâse | ع |
(10) muvafık, Suffa’dan | غ | (6) | ف | (14) | ق | (1) muvafık, Bedir’de |
ك | (6) | ل | (34) | م | (24) muvafık, | ن | (16) muvafık, | هـ | (16) |
و | (15) | ى | (12) muvafık, | ل ا | (2) | ا | (18) muvafık… |
İşte şu hurufatın yarısı Ashab-ı Bedir ve Suffa ve Uhud’da muvafık gelmesiyle gösteriyor ki, gayr-ı muvafık olanlar başka tabakâtın adedine muvafıktır. Mesela, Ehl-i Bîat-ı Rıdvân gibi tabakât-ı meşhureye...
Hem cây-ı dikkattir ki: 6 ثُمَّ اَنْزَلَ عَلَيْكُمْ مِنْ بَعْدِ الْغَمِّ اَمَنَةً نُعَاسًا âyetinde şu âyet gibi, bütün huruf-u hecâiyeyi tazammun etmiş. Fakat bunun aksine olarak, o hurufatın tekraratı acip bir tarz-ı münasebettedir. Şu âyet ise birbirine bakıyor. Kardeş kardeşine muvafık gelmiyor. Demek şu âyetteki hurufatın vazifesi, âyetin mânâsını teyid ederek, bahsettiği Sahabelerin esmâsına bakıyorlar. Evet, şu âyet-i kerîme, cümleleriyle gösterdiği aynı hükmü, yine kelimeleriyle, hurufatıyla aynı mânâya işaret eder. Meselâ, şu âyetin hurufatları Ashaba baktıkları gibi, kayıtları da Ashabın sıfat-ı meşhuresine bakar. O sıfatı göstermekle o sıfat sahiplerine parmak basıyorlar.
Mesela: 7 وَالَّذِينَ مَعَهُ daki maiyet-i hassa, sohbet-i mahsusayı zikretmekle Ebu Bekiri’s-Sıddık’ın medar-ı fahri ve şöhreti olan maiyet-i hassa ile başına parmak basıyor.
8 اَشِدَّاۤءُ عَلَى الْكُفَّارِ şiddet-i hamiyet-i İslâmiyeyle küffâra galebe-i kat’iyesiyle şöhretşiâr olan Hazret-i Ömer’i âyine gibi gösterir.
9 رُحَمَاۤءُ بَيْنَهُمْ şefkat-i rahîmâneyle meşhur-u enâm olan Hazret-i Osman-ı Zinnûreyne parmak basıyor.
10 تَرٰيهُمْ رُكَّعًا سُجَّدًا kaydıyla, rükû ve secdede devam ve kesrette meşhur olan Hazret-i Aliyyi’l-Murtazâ’ya işaret ediyor.
11 يَبْتَغُونَ فَضْلاً مِنَ اللّٰهِ وَرِضْوَانًا cümlesiyle Ehl-i Bîat-ı Rıdvân’a,
12 سِيمَاهُمْ فِى وُجُوهِهِمْ مِنْ اَثَرِ السُّجُودِ Ashab-ı Suffa’ya,
13 ذٰلِكَ مَثَلُهُمْ فِى التَّوْرٰيةِ fukahâ ve ulemâ-i Sahabeye,
14 وَمَثَلُهُمْ فِى اْلاِنْجِيلِ Ashab-ı Huneyn ve Fetih, Uhud ve Bedir’deki Sahabelerin nâmdar yiğitlerine işaret ettiği gibi, enbiyadan sonra benî Âdem içinde en yüksek, en nâmdar, en mümtaz olan Sahabelerin medar-ı rüçhâniyetleri, menşe-i imtiyazları ve mâden-i meziyetleri olan secâyâ-yı sâmiye ve ahlâk-ı âliye ve muamelât-ı galiyeye o mezkûr kayıtlar ve sıfatlarla işaret ediyor.
O kayıtlarla diyor ki: Sahabelerin halka karşı vaziyetleri: Düşmanlarına şediddirler ve dostlarına ve mü’minlere rahîmdirler. Cenâb-ı Hakka karşı rükû ve secdede kemâl-i itâattadırlar. Her işlerinde Cenâb-ı Hakkın rıza ve fazlını kastederek kemâl-i ihlâstadırlar. Hem Sahabelerin ilimde ve amelde ve siyasette ve askerlikte gösterdikleri fevkalâde metanet ve terakki ve sebat ve tefevvuku, maziden Tevrat ve İncil’i işhad ederek mu’cizâne ve müstakbelden ibadet ve cihad vazifesinde harikulâde hareketleri ihbar ederek mu’cizâne mâzi ve müstakbelde iki ihbar-ı gaybiyeyle Sahabelerin i’câzkâr ahvâlini haber vermekle, şu âyette bir lem’a-i i’câzı gösterir. Ve âyetin daha başka çok işaretleri vardır. İzahı uzun olduğundan ve ihâtamız nâkıs ve elimiz kısa bulunduğundan kısa kestik.
İşte, madem şu âyet, hem cümleleri, hem kelimeleri, hem hurufatıyla, ayrı ayrı vazifeleri gördükleri halde, mânâ-yı maksudun etrafında toplanıp ona bakıyorlar. Acaba bilmediğimiz ve beyan etmediğimiz, şu âyetin daha çok esrar-ı acîbeyi cami olduğu anlaşılmaz mı?
ALTINCI KÜÇÜK BİR MESELE
Otuz üç adet Sözlerin ve otuz üç adet Mektupların mecmuuna Risaletü’n-Nur namı verilmesinin sırrı şudur ki:
Bütün hayatımda Nur kelimesi her yerde bana rastgelmiştir. Ezcümle, karyem Nurs’tur, merhume validemin ismi Nuriye’dir, Nakşî üstadım Seyyid Nur Muhammed’dir, Kadirî üstadım Nureddin.
Kur’ân üstadlarımdan Nuri, talebelerimden benimle en ziyade alâkadarı Nur isimli bulunanlardır. Kitaplarımı en ziyade izah ve tenvir eden, nur misâlidir. Kur’ân-ı Hakîmdeki en evvel aklıma, kalbime parlayan ve fikrimi meşgul eden, اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَ اْلاَرْضِ مَثَلُ نُورِهِ كَمِشْكٰوةٍ 15 âyetidir. Hem hakaik-i İlâhiyede müşkûlâtımın ekserisini halleden Esmâ-i Hüsnâdan Nur ism-i nurânîsidir. Hem Kur’ân’a şiddet-i sevk ve inhisar-ı hizmetim için hususî imamım Zinnûreyn’dir.
اَللّٰهُمَّ يَا نُورَ النُّورِ- وَيَا مُنَوِّرَ النُّورِ - وَيَا مُصَوِّرَ النُّورِ - وَيَا مُقَدِّرَ النُّورِ - وَيَا مُدَبِّرَ النُّورِ - وَيَا خَالِقَ النُّورِ - وَيَا نُورًا قَبْلَ كُلِّ نُورٍ - وَيَا نُورًا بَعْدَ كُلِّ نُورٍ - وَيَا نُورًا فَوْقَ كُلِّ نُورٍ - وَيَا نُورًا لَيْسَ مِثْلَهُ نُورٌ - سُبْحَانَكَ يَالآ اِلٰهَ اِلاَّ اَنْتَ اْلاَمَانُ اْلاَمَانُ اَجِرْنَا (وَعَلِى) مِنَ النَّارِ وَادْخِلْنَا (وَادْخِلْ عَلِى) الْجَنَّةَ مَعَ اْلاَبْرَارِ وَنَوِّرْ قُلُوبَنَا وَقَلْبَهُ وَقُبُورَنَا وَقَبْرَهُ بِأَنْوَارِ اْلاِيمَانِ وَالْقُرْاٰنِ يَارَحِيمُ يَاغَفَّارُ وَصَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ الْمُخْتَارِ وَاٰلِهِ اْلاَطْهَارِ وَصَحْبِهِ اْلاَخْيَارِ اٰمِينَ اٰمِينَ اٰمِينَ 16
Said Nursi
• • •
Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler:
1 : Allah’ım, Senin kulun ve resulün olan efendimiz Muhammed’e ve onun bütün âl ve ashabına salât eyle.
2 : “Eğer göklerde ve yerde Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, ikisi de harap olup giderdi. Arşın Rabbi olan Allah, onların yakıştırdıkları şeylerden münezzehtir.” Enbiyâ Sûresi, 21:22.
3 : “Ey Rabbimiz! Unutur veya hatâya düşer de bir kusur işlersek, bizi onunla hesaba çekme.” Bakara Sûresi, 2:286.
4 : “Hz. Muhammed (a.s.m.) Allah’ın resulüdür.” Fetih Sûresi, 48:29.
5 : “Bütün dinlere üstün kılmak üzere Resulünü hidâyet ve hak din ile gönderen Odur.” Fetih Sûresi, 48:28.
6 : “Sonra Allah, bu kederin ardından size bir emniyet, bir uyuklama hali verdi...” Âl-i İmrân Sûresi, 3:154.
7 : “Onunla beraber olanlar...” Fetih Sûresi, 48:29.
8 : “Kâfirlere karşı şiddetli...” Fetih Sûresi, 48:29.
9 : “Kendi aralarında merhametlidirler.” Fetih Sûresi, 48:29.
10 : “Sen onların rükû ve secde ettiklerini görürsün.” Fetih Sûresi, 48:29.
11 : “Onlar Allah’ın lütfunu ve rızasını isterler.” Fetih Sûresi, 48:29.
12 : “Yüzlerinde secdelerin izlerinden nişanları, alâmetleri vardır.” Fetih Sûresi, 48:29.
13 : “Bu, onların Tevrattaki vasıflardır.” Fetih Sûresi, 48:29.
14 : “İncildeki vasıfları ise şöyledir: …” Fetih Sûresi, 48:29.
15 : “Allah göklerin ve yerin nurudur. Onun nurunun misâli, bir lâmba yuvası gibidir...” Nur Sûresi, 24:35.
16 : Ey bütün nurlar Onun nûrunun ancak bir kesif gölgesi olan Nurların Nûru, Ey maddî ve mânevî bütün nurlar ve umum nûrâniyat Ondan feyiz alan Nurların Münevviri, Ey her nûra ve nûrânîye ve herbir nurlu mahlûka meşîet ve kudretiyle sûret-i maddiye ve mâneviyesini veren Nurların Musavviri, Ey bütün nurların bütün keyfiyâtını ilim ve irâdesiyle takdir eden ve maddî ve mânevî miktarlarını veren Nurların Mukaddiri, Ey bütün nur ve nûrânîleri bütün levâzımâtıyla halk eden ve bütün nurları sevk ve idâre ve tedbir ve teshir eden Nurların Müdebbiri, Ey bütün nurları halk eden Nurların Hâlıkı, Ey her nurdan önce var olan Nûr-u Ezelî, Ey bütün nurların sönüp gitmesinden sonra bâkî kalan Nûr-u Sermedî, Ey Nûru bütün nurların fevkinde olan ve azamet-i nûrâniyetiyle bütün mevcûdâta hükmeden Nûr-u Semâvât ve Arz, Ey hiçbir nur hiçbir cihetle Onun nûruna misil olamayan Nûr-u Mukaddes ve Muallâ olan Allah’ım! Sen aczden ve şerikten münezzeh ve mukaddessin. Senden başka ilâh yok. El-aman, el-aman! Bizi (ve Ali’yi) Cehennem ateşinden kurtar. Bizi (ve Ali’yi) iyiler zümresiyle beraber Cennete koy. Bizim kalblerimizi ve onun kalbini, bizim kabirlerimizi ve onun kabrini iman ve Kur’ân nuruyla nurlandır, ya Rahîm, ya Gaffâr! Âlemlerde seçilmiş Muhammed’e, onun tertemiz âline ve hayırlı Sahabîlerine salât et. Âmin, âmin, âmin.
2 : “Eğer göklerde ve yerde Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, ikisi de harap olup giderdi. Arşın Rabbi olan Allah, onların yakıştırdıkları şeylerden münezzehtir.” Enbiyâ Sûresi, 21:22.
3 : “Ey Rabbimiz! Unutur veya hatâya düşer de bir kusur işlersek, bizi onunla hesaba çekme.” Bakara Sûresi, 2:286.
4 : “Hz. Muhammed (a.s.m.) Allah’ın resulüdür.” Fetih Sûresi, 48:29.
5 : “Bütün dinlere üstün kılmak üzere Resulünü hidâyet ve hak din ile gönderen Odur.” Fetih Sûresi, 48:28.
6 : “Sonra Allah, bu kederin ardından size bir emniyet, bir uyuklama hali verdi...” Âl-i İmrân Sûresi, 3:154.
7 : “Onunla beraber olanlar...” Fetih Sûresi, 48:29.
8 : “Kâfirlere karşı şiddetli...” Fetih Sûresi, 48:29.
9 : “Kendi aralarında merhametlidirler.” Fetih Sûresi, 48:29.
10 : “Sen onların rükû ve secde ettiklerini görürsün.” Fetih Sûresi, 48:29.
11 : “Onlar Allah’ın lütfunu ve rızasını isterler.” Fetih Sûresi, 48:29.
12 : “Yüzlerinde secdelerin izlerinden nişanları, alâmetleri vardır.” Fetih Sûresi, 48:29.
13 : “Bu, onların Tevrattaki vasıflardır.” Fetih Sûresi, 48:29.
14 : “İncildeki vasıfları ise şöyledir: …” Fetih Sûresi, 48:29.
15 : “Allah göklerin ve yerin nurudur. Onun nurunun misâli, bir lâmba yuvası gibidir...” Nur Sûresi, 24:35.
16 : Ey bütün nurlar Onun nûrunun ancak bir kesif gölgesi olan Nurların Nûru, Ey maddî ve mânevî bütün nurlar ve umum nûrâniyat Ondan feyiz alan Nurların Münevviri, Ey her nûra ve nûrânîye ve herbir nurlu mahlûka meşîet ve kudretiyle sûret-i maddiye ve mâneviyesini veren Nurların Musavviri, Ey bütün nurların bütün keyfiyâtını ilim ve irâdesiyle takdir eden ve maddî ve mânevî miktarlarını veren Nurların Mukaddiri, Ey bütün nur ve nûrânîleri bütün levâzımâtıyla halk eden ve bütün nurları sevk ve idâre ve tedbir ve teshir eden Nurların Müdebbiri, Ey bütün nurları halk eden Nurların Hâlıkı, Ey her nurdan önce var olan Nûr-u Ezelî, Ey bütün nurların sönüp gitmesinden sonra bâkî kalan Nûr-u Sermedî, Ey Nûru bütün nurların fevkinde olan ve azamet-i nûrâniyetiyle bütün mevcûdâta hükmeden Nûr-u Semâvât ve Arz, Ey hiçbir nur hiçbir cihetle Onun nûruna misil olamayan Nûr-u Mukaddes ve Muallâ olan Allah’ım! Sen aczden ve şerikten münezzeh ve mukaddessin. Senden başka ilâh yok. El-aman, el-aman! Bizi (ve Ali’yi) Cehennem ateşinden kurtar. Bizi (ve Ali’yi) iyiler zümresiyle beraber Cennete koy. Bizim kalblerimizi ve onun kalbini, bizim kabirlerimizi ve onun kabrini iman ve Kur’ân nuruyla nurlandır, ya Rahîm, ya Gaffâr! Âlemlerde seçilmiş Muhammed’e, onun tertemiz âline ve hayırlı Sahabîlerine salât et. Âmin, âmin, âmin.