Aziz, sıddık kardeşlerim; Evvelen: Garip bir münazara-i nefsiyemi, bana mahsus iken, berâ-yı malûmat size yazmak hatırıma geldi. Şöyle ki:

Başım üstündeki sizce malûm levha nefsimi tam susturduğu halde, bu gece nefs-i emmarenin silâhını daha musırrane istimal eden kör hissiyatım, damarlarıma tam dokundurup, tesemmüm ve hastalıktan gelen ziyade teessür ve hassasiyet ve şeytandan gelen ilkaat ve fıtrî hubb-u hayattan gelen acip bir hâletle, o ikinci nefs-i emmare hükmünde olan kör hissiyat, benim vefat ihtimalinden şiddetli bir meyusiyet ve teellüm ve kuvvetli bir hırs ve zevk ve lezzetle kalb ve ruhuma tam ilişti.

“Niçin istirahat-i hayatına çalışmıyorsun, belki reddediyorsun? Ve gayet zevkli ve mâsumâne lezzetli bir hayat ve bir ömür kendine Nur dairesinde aramıyorsun ve ölmeye karar verip razı oluyorsun?” dedi ve dediler. Birden gayet kuvvetli iki hakikat, o ikinci nefs-i emmareyi şeytanla beraber susturdu.

Birincisi: Madem Risale-i Nur’un vazife-i kudsiye-i imaniyesi benim ölümümle daha ziyade hâlisâne inkişaf edecek ve hiçbir cihetle dünya işlerine ve benlik ve enaniyete vesilelikle ittiham edilmeyecek ve rekabeti tahrik eden hayat-ı şahsiyemi bulmadığı için daha mükemmel ve ihlâs ile o vazife devam edecek. Hem ben dünyada kaldıkça gerçi bir derece yardımım olabilir; fakat âdi şahsiyetimin ehemmiyetli rakipleri, münekkitleri, o şahsiyeti ittiham edebilir ve Risale-i Nur’a ihlâssızlıkla ilişebilir ve bir derece çekinir, çekindirir. Hem bir derece bekçilik yapan bir şahsiyetin yatmasıyla, o daire-i nurâniyedeki bütün ehl-i gayret müteyakkız davranır. Bir nöbettar yerine, binler bekçi çıkar. Elbette ölüm gelse, “Baş üstüne geldin” demek gerektir.

Hem, madem Nur şakirtlerinden çokları hem malını, hem istirahatini, hem dünya zevklerini, hem lüzum olsa hayatını Nurun hizmetinde feda ediyorlar. Sen, ey nefsim; neden fedakârlıkta en geri kalmak istersin?

Hem kat’iyen bil ki, Çok biçarelerin hayat-ı bâkiyelerini Nurlarla kurtarmak hizmetinde, fâni ve zahmetli ihtiyarlık hayatını memnuniyetle bırakmaya lüzum olsa veya vakti gelse, râzı olmak gayet lezzetli bir şereftir.

İkincisi: Nasıl ki âciz, zaif bir adam, bir batmanı kaldıramadığı halde on batman yük üstüne yığılmış bulunsa ve dostları onu çok kuvvetli bilip ona gizli zaafına yardımdan ziyade ondan yardım istedikleri halde, o biçare de onların hüsn-ü zannını kırmamak veyahut kendini çok aşağı göstermemek için gayet ağır ve soğuk olan gösteriş ve tekellüflerle kendini yüksek ve kuvvetli göstermeye çalışmak çok elîm ve zevksiz olması gibi; aynen öyle de, ey kör hissiyatın içine giren nefs-i emmare, bu âdi şahsiyetimin ve bir çekirdek kadar ehemmiyeti olmayan istidadımın yüz derece fevkinde ve sırf bir inayet-i Rabbaniye olarak bu karanlıklı ve çok hastalıklı asırda Kur’ân’ın eczahane-i kudsiyesinden çıkan ve rahmet-i İlâhiye ile elimize verilen Risale-i Nur’daki hakikatlere o şahıs masdar ve menba ve medar olamaz. Belki, yalnız çok biçare ve muhtaç ve Kur’ân kapısında bir sâil ve muhtaçlara yetiştirmeye bir vesile olduğum halde, Nurun muhlis ve hâlis, sıddık ve sadık, sâfi ve fedakâr şakirtleri, o biçare şahsiyetim hakkında yüz derece ziyade hüsn-ü zanlarını kırmamak ve hissiyatlarını incitmemek ve Nurlara karşı şevklerine ilişmemek ve Üstad nâmı verdikleri o biçare şahsı, onların hatırı için çok aşağı olduğunu göstermemek ve ağır ve elemli tekellüflere ve tasannulara mecbur olmamak için ve yirmi sene tecrîdâtın verdiği tevahhuş için, hattâ dostlarla dahi -hizmet-i Nuriye olmazsa- görüşmeyi terk ediyorum ve etmeye ruhen mecbur oluyorum. Ve tekellüfe ve kıymetten ziyade kendimi göstermeye ve ziyade hüsn-ü zan edenlere karşı hoş görünmek için kendimi makam sahibi göstermek ve sırr-ı ihlâsa tam münâfi kendini büyük göstermek ve vakar perdesi altında benliğin zararlı ve fâni zevkini aramak hâletleri ise, ey nefsim, meftun olduğun o zevkleri hiçe indirirler.

Ey nefis! Ey zevke müptelâ bedbaht kör hissiyat! Binler dünyevî zevki alsan, şu vaziyette yine bozulur; o zevk ayn-ı elem olur. Madem yüzde doksan mazideki ahbab âdetâ, güya beni berzaha çağırıyorlar. Bu hazır zamandaki on dosttan ben kaçmaya mecbur oluyorum. Elbette bu ihtiyarlık ve yalnızlık hayata, berzah hayat-ı mâneviyesi bin derece müreccahtır diye, bu iki hakikatle, hadsiz şükürler olsun, o ikinci nefs-i emmare tam susturuldu, kalb ve ruhtan gelen zevke razı oldu. Şeytan dahi sustu, hattâ damarlarımdaki maddî hastalık da gayet hafifleşti.

Elhasıl: Ölsem, vazife-i Nuriye daha ziyade ihlâs ile rekabetsiz, ittihamsız inkişaf eder.

Hem, bu zamanda aramadığım cüz’î, muvakkat zevk ve bu hayat ve dünya gözüyle fütuhat-ı Nuriyeden gelen lezzet bedeline, çok ağır, soğuk ve nâhoş tekellüf elemlerinden ve hodfuruşluk zahmetlerinden ve tasannu zararlarından kurtulmak vardır.

Hem, bu senede bir defa, ey nefis, ruh ve kalble beraber çok müştak olduklarınız eski, zevkli ve hayatımdaki yaşadığım memleketleri ve ünsiyet ettiğim ahbapları ve mufarakatlerinden çok mahzun olduğum kardeşleri görmek için, beraber, kısmen hakikaten, kısmen hayalen o geçmiş mazide gezdin. Sen de gördün ki, o sevimli, müteaddit vatanlarımda, yüzde ancak bir iki ahbabı bulabildin. Ötekiler, bütün berzah âlemine göçmüşler ve o sevimli hayat levhaları değişmiş, elîm ve hazin bir vaziyet almış. Daha o ahbapsız yerleri görmek istenilmez. Onun için, bu hayat ve bu dünya bizi kovmadan evvel ve “Haydi dışarıya!” demeden, biz kemâl-i izzetle, Allahaısmarladık deyip izzetimizle bu fâni zevklerimizi bırakmalıyız.
1 اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى
Umum kardeşlerimize binler selâm ve dua eden
hasta fakat tam mesrur kardeşiniz Said Nursî

• • •

Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler:

1 : Bâkî olan sadece Odur.
Önceki Risale: ( 148 ) / Sonraki Risale: ( 150 )
Ekranı Genişlet
Lügat Listesi

Lügatler :

acip : acayip, tuhaf
âdi : basit, değersiz
aziz : çok değerli, izzetli
berâ-yı malûmat : bilgi için
bilâkis : aksine, tersine
daire-i nurâniye : Risale-i Nur dairesi
divane : akılsız, deli
ehl-i gayret : gayret sahibi, gayretli
elem : acı, keder, sıkıntı
enaniyet : benlik
fâni : geçici
fıtrî : yaratılış gereği
hâlet : durum, hâl
hâlisâne : ihlâslı bir şekilde, karşılık beklemeksizin
hayat-ı şahsiye : kişisel hayat
hissiyat : duygular, hisler
hubb-u hayat : yaşama sevgisi
ihlâs : ibadet ve davranışlarda sadece Allah rızasını gözetme; samimiyet
ilkaat : vesvese v.s. verme, bırakma, atma
inkişaf etmek : gelişmek
istimal eden : kullanan
istirahat-i hayat : rahat, huzurlu hayat
ittiham etmek : suçlamak
mâsumâne : günahsızca, suçsuz olarak
meyusiyet : ümitsizlik
musırrane : ısrarlı bir şekilde
muvakkat : geçici
münazara-i nefsiye : kişinin kendisiyle tartışması
münekkit : tenkitçi, eleştirmen
müteyakkız : uyanık ve dikkatli
nefis/nefs-i emmare : insanı daima kötülüğe, maddî zevk ve isteklere sevk eden duygu
nöbettar : nöbetçi
sıddık : çok doğru ve sadık
şükür : Allah’a karşı minnet duyma, teşekkür etme
teellüm : elem, acı
teessüf : hayıflanma, üzülme
teessür : üzüntü
tesemmüm : zehirlenme
uhrevî : âhirete dair
vazife-i kudsiye-i imaniye : kutsal, mukaddes iman vazifesi
âciz : güçsüz, zavallı
âdi : basit, değersiz
batman : eskiden kullanılan ve 8 kiloluk ağırlığa karşılık gelen bir ölçü birimi
biçare : çaresiz, zavallı
eczahane-i kudsiye : mânevî ve kutsal eczahane
elem : acı, keder, sıkıntı
elîm : acı veren, üzücü
fâni : geçici, ölümlü
fevkinde : üstünde
hakikat : doğru, gerçek
hâlet : durum, hal
hâlis : içten, katıksız, samimî
hayat-ı bâkiye : devamlı ve kalıcı âhiret hayatı
hissiyat : duygular, hisler
hizmet-i Nuriye : Risale-i Nur’la Kur’ân’a hizmet etme
hüsn-ü zan : güzel zanda bulunma
inayet-i Rabbaniye : Allah’ın inâyeti, yardımı
istidad : kabiliyet, yetenek, ruhî özellikler
istirahat : rahat etme, dinlenme
kat’iyen : kesin olarak
masdar : kaynak
medar : dayanak, eksen
meftun : düşkün, tutkun, bağımlı
menba : kaynak
muhlis : samimî, ihlâslı; ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözeten
münâfi : aykırı, zıt
nefis/nefs-i emare : insanı daima kötülüğe, hazır zevk ve isteklere sevk eden duygu
rahmet-i İlâhiye : Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti
râzı olmak : hoşnut olmak
sadık : doğru sözlü, bağlı
sâfi : arınmış, temiz
sâil : dilenci, isteyen
sıddık : çok doğru ve sadık
sırr-ı ihlâs : ihlâs sırrı
şakirt : talebe, örenci
tasannu : yapmacık hareket, birşeyi zorla daha iyi göstermeye çalışma
tecrîdât : yalnız başına bırakmalar
tekellüf : zahmet
tevahhuş : korkma, ürküntü
vakar : ağırbaşlılık
ahbab : dostlar, sevilenler
ayn-ı elem : acının tâ kendisi
bedbaht : zavallı
bedel : karşılık
berzah : öldükten sonra ruhların kıyamete kadar kalacakları mânevî âlem, kabir âlemi
cüz’î : küçük, ferdî
elem : acı, keder, sıkıntı
elhasıl : kısaca, özetle
elîm : acı veren, üzücü
fâni : geçici, ölümlü
fütuhat-ı Nuriye : Risale-i Nur hizmetinde elde edilen zaferler
hadsiz : sınırsız, sonsuz
hakikat : doğru ve gerçek
hayat-ı mâneviye : maddî olmayan hayat
hazin : hüzünlü, acıklı
hissiyat : duygular, hisler
hodfuruşluk : kendi kendini beğenme
ihlâs : ibadet ve davranışlarda sadece Allah rızasını gözetme; samimiyet
inkişaf etmek : gelişmek, ortaya çıkmak
ittiham : suçlama
izzet : değer, itibar
kemâl-i izzet : izzet ve haysiyetinden tâviz vermeme
mahzun : hüzünlü
mazi : geçmiş
mesrur : sevinçli, mutlu
mufarakat : ayrılık
muvakkat : geçici
müptelâ : bağımlı, tutkun
müreccah : tercih edilen
müştak : arzulu, çok istekli
müteaddit : bir çok, çeşitli
nâhoş : hoşa gitmeyen
nefis/nefs-i emmare : insanı daima kötülüğe, hazır zevk ve isteklere sevk eden duygu
şükür : Allah’a karşı minnet duyma, teşekkür etme
tasannu : yapmacık hareket, zorla birşeyi daha iyi göstermeye çalışma
tekellüf : zahmet, yük
umum : bütün
ünsiyet etmek : dostluk kurmak
vazife-i Nuriye : Risale-i Nur yoluyla Kur’ân hizmetinde bulunma görevi
vaziyet : durum, hâl
Yükleniyor...