Gayet ehemmiyetli iki meseleyi, sizlere, zekâvetinize itimaden, Risale-i Nur’da müteferrikan parçaları bulunmalarına binaen, gayet muhtasar konuşacağım.

Birincisi: Risale-i Nur’un hakikî ve hakikatli bir şakirdi bulunan ve Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın kâtibi, bu defa yazdığı mektupta, haddimden bin derece ziyade hüsn-ü zannına istinaden, bir hakikat soruyor. Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsinin gayet ehemmiyetli ve kudsî vazifesini; ve hilâfet-i Nübüvvetin de gayet ulvî vazifelerinden bir vazifesini benim âdi şahsımda, Üstadı noktasından bir cilvesini gördüğünden, bana o hilâfet-i mâneviyenin bir mazharı nazarıyla bakmak istiyor.

Evvelâ: Bâki bir hakikat, fâni şahsiyetler üstüne bina edilmez. Edilse, hakikate zulümdür. Her cihetle kemâlde ve devamda bulunan bir vazife, çürümeye ve çürütülmeye mâruz ve müptelâ şahsiyetlerle bağlanmaz; bağlansa, vazifeye ehemmiyetli zarardır.

Saniyen: Risale-i Nur’un tezahürü, yalnız tercümanının fikriyle, veyahut onun ihtiyac-ı mânevî lisanıyla Kur’ân’dan gelmiş. Yalnız o tercümanın istidadına bakan feyizler değil, belki o tercümanın muhatapları ve ders-i Kur’ân’da arkadaşları olan hâlis ve metin ve sadık zatların o feyizleri ruhen istemeleri ve kabul ve tasdik ve tatbik etmeleri gibi çok cihetlerle, o tercümanın istidadından çok ziyade o Nurların zuhuruna medar oldukları gibi, Risale-i Nur’un ve şakirtlerinin şahs-ı mânevîsinin hakikatini onlar teşkil ediyorlar. Tercümanının da içinde bir hissesi var. Eğer ihlâssızlıkla bozmazsa, bir tekaddüm şerefi bulunabilir.

Salisen: Bu zaman, cemaat zamanıdır. Ferdî şahısların dehası, ne kadar harika da olsalar, cemaatın şahs-ı mânevîsinden gelen dehasına karşı mağlûp düşebilir. Onun için, o mübarek kardeşimin yazdığı gibi, âlem-i İslâmı bir cihette tenvir edecek ve kudsî bir dehânın Nurları olan bir vazife-i imaniye, bîçare, zaif, mağlûp, hadsiz düşmanları ve onu ihanetle, hakaretle çürütmeye çalışan muannid hasımları bulunan bir şahsa yüklenmez. Yüklense, o kusurlu şahıs ihanet darbeleriyle düşmanları tarafından sarsılsa, o yük düşer, dağılır.

Rabian: Eski zamandan beri çok zatlar, üstadını veya mürşidini veya muallimini veya reisini kıymet-i şahsiyelerinden çok ziyade hüsn-ü zan etmeleri, dersinden ve irşadından istifadeye vesile olması noktasında o pek fazla hüsn-ü zanlar bir derece kabul edilmiş, hilâf-ı vâkıadır diye tenkit edilmezdi. Fakat şimdi, Risale-i Nur şakirtlerine lâyık bir üstada muvafık bir ulvî mertebe ve fazileti, bîçare, kusurlu bu şahsımda kabul ettikleri sebebiyle gayret ve şevkleriyle çalışmaları, bu noktada haddimden ziyade hüsn-ü zanları kabul edilebilir; fakat Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsinin malı olarak elimde bulunuyor diye bilmek gerektir. Fakat, başta zındıklar ve ehl-i dalâlet ve ehl-i siyaset ve ehl-i gaflet, hattâ sâfi-kalb ehl-i diyanet, şahsa fazla ehemmiyet verdikleri cihetinde haksızlar, o şahsı çürütmekle hakikatlere darbe vurmak; ve o Nurlara benim gibi bir bîçareyi mâden zannederek, bütün kuvvetleriyle beni çürütüp o Nurları söndürmeye ve sâfi-kalblileri de inandırmaya çalışıyorlar. Ezcümle, İkinci Meselede bir hâdise bu hakikati gösteriyor.

İkinci Mesele: Bayramın ikinci gününde, teneffüs için kırlara çıktığım zaman, ehemmiyetli bir memur tarafından beş vecihle kanunsuz bir taarruza mâruz kaldım. Cenâb-ı Hak, rahmet ve keremiyle, belime, başıma yüklenen Risale-i Nur eczalarını ve ruhuma ve kalbime yüklenen şakirtlerinin haysiyet ve izzet ve rahatlarını muhafaza için, fevkalâde bir tahammül ve sabır ihsan eyledi. Yoksa, bir plân neticesinde beni hiddete getirip, Risale-i Nur’un, bâhusus Âyetü’l-Kübrâ’nın fütuhatına karşı bir perde çekmek olduğu tahakkuk etti.

Sakın, sakın, hiç kederlenmeyiniz, merak etmeyiniz, hem telâş etmeyiniz, hem bana acımayınız. Şeksiz şüphesiz, inayet-i İlâhiye perde altında bizi muhafaza etmekle 1 عَسٰى اَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ âyetine mazhar etsin.

Onların o plânları da yine akîm kaldı. Fakat bu vilâyette, doğrudan doğruya büyük bir makamdan kuvvet alıp şahsımla uğraşanlar var. Eğer mümkün olsa, buranın havasıyla hiç imtizaç edemediğim cihetini vesile edip, münasip bir yere naklime, Denizli Mahkemesini ve Ankara Temyiz Mahkemelerini vasıta yapıp çalışmak lâzım geliyor. Ben kendim yapamadığım için, benden, bana daha ziyade alâkadar Denizli dostları teşebbüs etseler iyi olur. Hiç olmazsa oranın hapsine, bir daha bahaneyle beni alsınlar.
Said Nursî

• • •

Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler:

1 : “Belki sevmediğiniz şey hakkınızda hayırlıdır.” Bakara Sûresi, 2:216.
Önceki Risale: ( 38 ) / Sonraki Risale: ( 40 )
Ekranı Genişlet
Lügat Listesi

Lügatler :

zekâvet : zekilik
itimaden : güvenerek
müteferrikan : ayrı ayrı; parça parça
binaen : dayanarak
muhtasar : kısa, özet
hakikî : asıl, gerçek
şakirt : talebe, öğrenci
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan : açıklamalarıyla mu’cize olan ve benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân
kâtib : yazan
had : sınır, yetki
hüsn-ü zan : güzel düşünce
istinaden : dayanarak
hakikat : gerçek, doğru; bir şeyin içyüzü, gerçek yüzü
şahs-ı mânevî : tüzel kişilik; belli bir kişi olmayıp bir cemaatten meydana gelen mânevî şahıs
kudsî : kutsal
hilâfet-i Nübüvvet : Peygamberimizden sonra devam eden peygamberlik varisliği, vekilliği; tebliğ görevi
ulvî : yüce
âdi : basit, değersiz
cilve : görünme, yansıma
mazhar : ayna olma, yansıma yeri; erişme
nazar : bakış, düşünce
evvelâ : birincisi
bâki : devamlı, kalıcı, ölümsüz
fâni : geçici olan, ölümlü
bina etmek : yapmak
kemâl : üstünlük, mükemmellik
mâruz : bir şeyin etkisinde kalan
müptelâ : bağımlı, düşkün
saniyen : ikinci olarak
tezahür : görünme, ortaya çıkma
ihtiyac-ı mânevî lisanı : mânevî ihtiyaç dili
istidat : kabiliyet, yetenek
feyiz : bolluk, bereket, lütuf
muhatap : kendisine hitap edilen
ders-i Kur'ân : Kur’ân dersi
hâlis : içten, katıksız, samimî
metin : sağlam, kuvvetli
sadık : bağlı, doğru
tasdik etme : doğrulama, onaylama
tatbik etme : uygulama
zuhur : görünme, ortaya çıkma
medar : dayanak noktası, kaynak
teşkil etme : oluşturma, meydana getirme
hisse : pay
ihlâs : ibadet ve davranışlarda sadece Allah rızasını gözetme; samimiyet
tekaddüm : öne geçme, ileride olma
salisen : üçüncü olarak
deha : olağanüstü zekâ
mağlûp düşme : yenilgiye uğrama
âlem-i İslâm : İslâm dünyası
tenvir etme : aydınlatma
kudsî : kutsal, yüce
dehâ : olağanüstü zekâ ve akıl
vazife-i imaniye : iman hakikatlerini yayma görevi
bîçare : çaresiz, zavallı
mağlûp : yenilen
ihanet : küçümseme, aşağılama
muannid : inatçı, inanmamakta direnen
hasım : düşman
rabian : dördüncü olarak
üstad : hoca, öğretmen
mürşid : doğru ve hak yolu gösteren kişi
muallim : öğretmen, eğitmen
reis : başkan
kıymet-i şahsiye : şahsî kıymet ve değer
hüsn-ü zan : güzel düşünce
irşad : doğru ve hak yolu gösterme
hilâf-ı vâkıa : gerçeğe zıt
tenkit : eleştiri
şakirt : talebe, öğrenci
muvafık : lâyık, uygun
ulvî : yüce
fazilet : değer ve üstünlük
gayret : hamiyet, şeref, haysiyet
şahs-ı mânevî : tüzel kişilik; belli bir kişi olmayıp bir cemaatten meydana gelen mânevî şahıs
zındık : dinsiz
ehl-i dalâlet : doğru ve hak yoldan sapan kimseler
ehl-i siyaset : siyasetle uğraşanlar, politikacılar, idareciler
ehl-i gaflet : âhirete, Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olan kimseler
sâfi-kalb : saf, temiz kalpli
ehl-i diyanet : dindar insanlar
hakikat : asıl, gerçek, doğru; bir şeyin içyüzü, gerçek yüzü
ezcümle : bu cümleden, meselâ, örneğin
teneffüs : nefes alma, dinlenme
taarruz : saldırı, hücum
mâruz : bir şeyin etkisinde kalma
Cenâb-ı Hak : Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve yücelik sahibi Allah
rahmet : İlâhî şefkat, merhamet ve ihsan
kerem : cömertlik, ikram, bağış
ecza : cüzler, bütünü oluşturan parçalar
haysiyet : itibar, özellik
izzet : değer, itibar
muhafaza : koruma, saklama
tahammül : dayanma, katlanma
ihsan : bağış, ikram, lütuf
hiddet : kızgınlık
bâhusus : özellikle
Âyetü’l-Kübrâ : en büyük delil anlamına gelen Risale-i Nur’da bir bölümün adı; Yedinci Şuâ
fütuhat : fetihler, zaferler
tahakkuk etme : gerçekleşme
hadsiz : sınırsız
Yükleniyor...