اِفَادَةُ الْمَرَامِ

اَقُولُ: لِمَا كَانَ الْقُرْاٰنُ جَامِعاً ِلاَشْتاَتِ الْعُلُومِ وَخُطْبَةً لِعَامَّةِ الطَّبَقَاتِ فِى كُلِّ اْلاَعْصَارِ، لاَ يَتَحَصَّلُ لَهُ تَفْسِيرٌ لاٰۤئِقٌ مِنْ فَهْمِ الْفَرْدِ الَّذِى قَلَّمَا يَخْلُصُ مِنَ التَّعَصُّبِ لِمَسْلَكِهِ وَمَشْرَبِهِ؛ اِذْ فَهْمُهُ يَخُصُّهُ لَيْسَ لَهُ دَعْوَةُ الْغَيْرِ اِلَيْهِ اِلاَّ اَنْ يُعَدِّيَهُ قَبُولُ الْجُمْهُورِ. وَاسْتِنْباَطُهُ - لاَ بِالتَّشَهِّى - لَهُ الْعَمَلُ لِنَفْسِهِ فَقَطْ، وَلاَ يَكُونُ حُجَّةً عَلَى الْغَيْرِ إِلاَّ اَنْ يُصَدِّقَهُ نَوْعُ اِجْماَعٍ.

فَكَمَا لاَبُدَّ لِتَنْظِيمِ اْلاَحْكَامِ وَاِطِّرَادِهَا وَرَفْعِ الْفَوْضٰى - اَلنَّاشِئَةِ مِنْ حُرِّيَّةِ الْفِكْرِ مَعَ اِهْمَالِ اْلاِجْمَاعِ - مِنْ وُجُودِ هَيْئَةٍ عَالِيَةٍ مِنَ الْعُلَمَاۤءِ الْمُحَقِّقِينَ الَّذِينَ - بِمَظْهَرِيَّتِهِمْ ِلأَمْنِيَّةِ الْعُمُومِ وَاِعْتِمَادِ الْجُمْهُورِ - يَتَقَلَّدُونَ كَفَالَةً ضِمْنِيَّةً لِْلاُمَّةِ، فَيَصِيرُونَ مَظْهَرَ سِرِّ حُجِّيَّةِ اْلاِجْمَاعِ الَّذِى لاَتَصِيرُ نَتِيجَةُ اْلاِجْتِهَادِ شَرْعاً وَدُسْتُوراً اِلاَّ بِتَصْدِيقِهِ وَسِكَّتِهِ؛ كَذٰلِكَ لاَبُدَّ لِكَشْفِ مَعَانِى الْقُرْاٰنِ وَجَمْعِ الْمَحَاسِنِ الْمُتَفَرِّقَةِ فِى التَّفَاسِيرِ وَتَثْبِيتِ حَقَائِقِهِ - الْمُتَجَلِّيَةِ بِكَشْفِ الْفَنِّ وَتَمْخِيضِ الزَّمَانِ - مِنْ اِنْتِهَاضِ هَيْئَةٍ عَالِيَةٍ مِنَ الْعُلَمَاۤءِ الْمُتَخَصِّصِينَ، الْمُخْتَلِفِينَ فِى وُجُوهِ اْلاِخْتِصَاصِ، وَلَهُمْ مَعَ دِقَّةِ نَظَرٍ وُسْعَةِ فِكْرٍ لِتَفْسِيرِهِ.

:نَتِيجَةُ الْمَرَامِ
اِنَّهُ لاَبُدَّ اَنْ يَكُونَ مُفَسِّرُ الْقُرْاٰنِ ذَا دَهَاۤءٍ عَالٍ وَاِجْتِهَادٍ نَافِذٍ وَوَلاَيَةٍ كَامِلَةٍ. وَمَاهُوَ اْلاٰنَ إِلاَّ الشَّخْصُ الْمَعْنَوِىُّ الْمُتَوَلِّدُ مِنْ اِمْتِزَاجِ اْلاَرْوَاحِ وَتَسَانُدِهَا وَتَلاَحُقِ اْلاَفْكَارِ وَتَعَاوُنِهَا وَتَظَافُرِ الْقُلُوبِ وَاِخْلاَصِهَا وَصَمِيمِيَّتِهَا، مِنْ بِيْنِ تِلْكَ الْهَيْئَةِ. فَبِسِرِّ « لِلْكُلِّ حُكْمٌ لَيْسَ لِكُلٍّ » كَثِيراً مَايُرٰى اٰثاَرُ اْلاِجْتِهَادِ وَخَاصَّةُ الْوَلاَيَةِ، وَنُورُهُ وَضِيَاۤؤُهَا، مِنْ جَمَاعَةٍ خَلَتْ مِنْهَاۤ اَفْرَادُهَا.

ثُمَّ اَنِّى بَيْنَمَا كُنْتُ مُنْتَظِراً وَمُتَوَجِّهاً لِهٰذَا الْمَقْصَدِ بِتَظَاهُرِ هَيْئَةٍ كَذٰلِكَ - وَقَدْ كَانَ هٰذَا غَايَةٌ خَيَالِىٌّ مِنْ زَمَانٍ مَدِيدٍ - اِذْ سُنِحَ لِقَلْبِى مِنْ قَبِيلِ الْحِسِّ قَبْلَ الْوُقُوعِ تَقَرَّبَ زَلْزَلَةٌ عَظِيمَةٌ، فَشَرَعْتُ - مَعَ عَجْزِى وَقُصُورِى وَاْلاِغْلاَقِ فِى كَلاَمِى - فِى تَقْيِيدٍ مَا سُنِحَ لِى مِنْ اِشَارَاتِ اِعْجَازِ الْقُرْاٰنِ فِى نَظْمِهِ وَبَيَانِ بَعْضِ حَقَائِقِهِ، وَلَمْ يَتَيَسَّرْ لِى مُرَاجَعَةُ التَّفَاسِيرِ. فَاِنْ وَافَقَهَا فَبِهَا وَنِعْمَتْ وَاِلاَّ فَالْعُهْدَةُ عَلَيَّ.

فَوَقَعَتْ هٰذِهِ الطَّامَّةُ الْكُبْرٰى.. فَفِى اَثْنَاۤءَ اَدَاۤءِ فَرِيضَةِ الْجِهَادِ كُلَّمَاۤ اِنْتَهَزْتُ فُرْصَةً فِى خَطِّ الْحَرْبِ قَيَّدْتُ مَالاٰحَ لِى فِى اْلاَوْدِيَةِ وَالْجِبَالِ بِعِبَارَاتٍ مُتَفَاوِتَةٍ بِاخْتِلاَفِ الْحَالاَتِ. فَمَعَ اِحْتِيَاجِهَاۤ اِلَى التَّصْحِيحِ وَاْلاِصْلاَحِ لاَيَرْضٰى قَلْبِى بِتَغْيِيرِهَا وَتَبْدِيلِهَا؛ اِذْ ظَهَرَتْ فِى حَالَةٍ مِنْ خُلُوصِ النِّيَّةِ لاَ تُوجَدُ اْلاٰنَ، فَاَعْرِضُهَا ِلأَنْظَارِ اَهْلِ الْكَمَالِ لاَ ِلأَنَّهُ تَفْسِيرٌ لِلتَّنْزِيلِ، بَلْ لِيَصِيرَ - لَوْ ظُفِرَ بِالْقَبُولِ - نَوْعَ مَأْخَذٍ لِبَعْضِ وُجُوهِ التَّفْسِيرِ. وَقَدْ سَاقَنِى شَوْقِى اِلٰى مَاهُوَ فَوْقَ طَوْقِى، فَاِنِ اسْتَحْسَنُوهُ شَجِّعُونِى عَلَى الدَّوَامِ.

.وَمِنَ اللّٰهِ التَّوْفِيقُ
سَعِيدُ النُّورْسِى


Kısa bir tercümesidir:

Şimdi, bundan kırk bir sene evvel ve eski Harb-i Umumînin az evvelinde başlamış olduğu İşârâtü’l-İ’câz’ın “İfadetü’l-Meram”ında diyor ki:

Madem Kur’ân-ı Mu’cizi’l-Beyan ulûm-u hakikiyenin envâına câmi ve umum asırlarda umum tabakat-ı beşeriyeye müteveccih bir hutbe-i ezeliyedir. Elbette, birtek ferdin fehmi, ona lâyık ve mükemmel bir tefsir yapamaz ve mümkün olmuyor. Çünkü, bir fert, pek nadir olarak kendi hususî meslek ve meşrebinin tesirinden kendi fikrini kurtarabilir. Onun hususî meşrebi tesir ettikçe, tam tamına hakikati sâfi olarak ifade edemez. Ferdin fehmi ve mânâsı ona hastır. O fert onu kabul eder; fakat başkalarını ona dâvet edemez. Eğer cumhur-u ulema onun fehmini kabul ile başkalara şümulünü gösterse, o vakit başkasını o mânâya davet edebilir ve hakikî tam tefsir olabilir.

Hem ferdin ahkâmda istinbatı ve içtihadında -hevesi karışmamak şartıyla- o kendi nefsi için amel edebilir, fakat başkalarına hüccet tutamaz. Tâ bir nevi icma’ o hükmü tasdik etsin. Nasıl ki, ahkâm-ı şer’iyeyi tatbik ve tanzim ve icra etmek ve hürriyet-i fikirden neş’et eden mânevî anarşiliği kaldırmak için gayet lâzımdır ki, ulema-i muhakikînden bir heyet-i âliye bulunsun ki, o heyet umumun emniyetine mazhariyetleriyle ve cumhur-u ulemanın onlara itimadıyla ümmet için bir nevi zımnî kefalet ve dâvâ vekili hükmünde olmaları cihetinde, icmâ-ı ümmet hüccetinin sırrına mazhar oluyorlar. O vakit içtihadın neticesi o icmâ ile şer’an düstur olabilir. Ve icmâın tasdik ve sikkesiyle umuma şâmil oluyor. Aynen onun gibi lâzımdır, Kur’ân’ın mânâlarının keşfi ve tefsirlerde ayrı ayrı mehasininin cem’i, hem zamanın çalkamasıyla ve fenlerin keşfiyle cilvelenen, tezahür eden Kur’ân’ın hakikatlerinin tesbiti için elzemdir ki, muhakkikîn-i ulemadan herbiri bir fende mütehassıs, geniş fikre, ince nazara mâlik allâmelerden müteşekkil bir heyet bu vazifeye sahip çıksın.

Elhasıl: Kur’ân’ı tefsir edene lâzım gelir ki, gayet âli bir deha ve nüfuzlu derin bir içtihad ve bir nevi kuvve-i kudsiye sahibi olmak gerektir. Bu zamanda öyle bir zât ancak bir şahs-ı mânevî olabilir ki, o şahs-ı mânevî, çok ruhların imtizacından ve tesanüdünden ve efkârın telâhukundan ve birbirine yardımından ve kalblerin birbirine in’ikâsından ve ihlâs ve samimiyetlerinden, mezkûr bir heyetten çıkabilir. O heyetin bir ruh-u mânevîsi hükmüne geçer.

Evet, “Mecmuunda bir hassa bulunur ki, ondaki her fertte bulunmaz” düsturuyla, çok defa içtihadın âsârı ve nur-u velâyetin hassaları ve ziyası bir cemaatte görünüyor. Halbuki, o cemaatin hangisine bakılsa o hassa görünmüyor. Demek âmi adamların ihlâsla tesanüdleri, bir velâyet hassasını veriyor. İşte bu hakikate binaen, böyle bir maksat için bir heyetin çıkmasına muntazır ve daima bekliyordum. O ümit, küçüklüğümden beri gaye-i hayalim iken, birden hiss-i kablelvuku kabilinden kalbime bir sünuhat oldu ki: Maddî ve mânevî iki zelzele-i azîme yaklaşıyordu. 1 Ben de, acz ve kusurumla, sözlerimdeki izahsızlık ve muğlâklık ile beraber Kur’ân’ın nazmındaki i’câzın işârâtını ve kalbimde tahattur eden nüktelerini kaydedip kaleme almak ve âyâtın bazı imanî hakikatlerini yazmaya şiddetli bir ihtar-ı gaybî hissettim.

Halbuki harpte acip bir vaziyette olduğumdan, tefsirlere müracaat etmek kabil olmadı. Kur’ân’dan başka merci yoktu. Ben de yazdım. Yazdıklarım tefsirlere muvafık geldiyse, güzel bir nimet ve bir muvaffakiyet... Yoksa, mesuliyet benim biçare fehmime aittir.

Aynı zamanda zelzele-i kübra mahiyetinde olan maddî Birinci Harb-i Umumî ve o zelzele-i azîmenin âhirlerinde o mezkûr heyetin yuvalarını tahrip eden mânevî zelzele-i azîme meydana çıktı ki, öyle bir heyet-i âliye-i ilmiyeye ve böyle bir vazife yapmak için bütün kapılar kapandı. Ben de o noksan fehmimle eski Harb-i Umumîde fariza-i cihadda avcı hattında ne kadar fırsat buldumsa kalbime tulû eden nükteleri yazıyordum. Derelerde, dağlarda hücum ederken kaydederdim. Fakat o acip ayrı ayrı hâletlerin tesiriyle çeşit çeşit olmasından, tashih ve ıslah edilmesine çok ihtiyaç varken, benim kalbim tebdil ve tağyirine razı olmadı. Çünkü, her dakika şehid olmaya hazırlandığımız için bir niyet-i hâlise ile yazılmış ki, o hâlet her vakit bulunmuyor. Ben de o yazılarımı tenzile bir tefsir olarak değil, belki tefsirin bazı vücuhuna bir nevi me’haz olarak, ehl-i kemal olan ulema-i muhakkikinin enzarına arz ediyorum. Hakikaten benim şevkim, benim takatimin pek fevkinde bir noktaya sevk etti. Eğer ehl-i tahkik istihsan etseler, beni devama ve ileri gitmeye teşcî ve tergib ederler.
Said Nursî

• • •

Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler:

1 : Evet, Üstadımız mükerreren Birinci Harb-i Umumîden evvel çok defa bize ulûm-u Arabiyeyi ders verdiği zaman bize kat’î bir tarzda “Büyük ve umumî bir zelzele yaklaşıyor, hazırlanınız. O zaman herkes benim gibi mücerretlere gıpta edecekler” diye söylüyorlardı. Pek az zamanda, onun mükerreren verdiği haber aynen çıktı. Horhor’daki eski talebeleri namına Medresetü’l-Vâizîn mezunlarından Mehmed Sadık, Sabri, Mehmed Şefik, Mehmed Mihrî, Hamza
Önceki Risale: ( 71 ) / Sonraki Risale: ( 73 )
Ekranı Genişlet
Lügat Listesi

Lügatler :

ahkâm : hükümler, esaslar
ahkâm-ı şer’iye : şeriatın hükümleri, esasları
amel etme : uyma, yerine getirme
câmi : kapsamlı, birçok şeyi içine alan
cumhur-u ulema : âlimlerin çoğunluğu
dâvâ vekili : avukat, sözcü
envâ : çeşitler, türler
fehim : anlayış, kavrayış
fert : birey
hakikat : doğru, gerçek
hakikî : asıl, gerçek
has : özel
heyet-i âliye : üst kurul
hususî : özel
hutbe-i ezeliye : Allah’ın insanlara ve cinlere zamanlar üstü bir hutbesi olan Kur’ân
hüccet : güçlü delil
hüküm : karar
hürriyet-i fikir : düşünce özgürlüğü
icma : fikir birliği
icmâ-ı ümmet : aynı asırda yaşamış İslâm âlimlerinden, müçtehid olanların şeriatın bir meselesi hakkında verilen hükümde birleşmeleri
icra etmek : yerine getirmek
içtihad : dinen kesin olarak belirtilmeyen bir konuda Kur’ân ve hadise dayanarak hüküm çıkarma
İfadetü’l-Meram : dilek ve maksadını anlatma, maksadı ifade etme
istinbat : bir söz veya bir işten gizli bir mânâ ve hüküm çıkarma
itimad : güven
kefâlet : bir şeye kefil olmak, mesuliyeti üzerine almak
keşif : açığa çıkarma, buluş yapma
Kur’ân-ı Mu’cizi’l-Beyan : açıklamalarıyla benzerini yapmaktan akılları âciz bırakan Kur’ân-ı Kerim
mazhar olma : erişme, nail olma
mazhariyet : sahip olma, nail olma
meşreb : hareket tarzı, metot
mükemmel : kusursuz
müteveccih : yönelen, yönelik
nefis : bir kimsenin kendisi
neş’et eden : doğan, meydana gelen
nevi : tür, çeşit
sâfi : duru, temiz
sikke : damga, mühür
şâmil : kapsayan
şer’an : dinen, şeriata göre
şümul : kapsamlılık
tabakat-ı beşeriye : insan tabakaları
tanzim : düzenleme
tasdik etmek : onaylamak, doğrulamak
tatbik : uygulama
tefsir : açıklama, yorum; Kur’ân’ın âyetlerini mânâ yönünden açıklama, yorumlama
ulema-i muhakikîn : gerçeği, hakikati bulup araştıran âlimler
ulûm-u hakikiye : hakiki, gerçek ilimler
umum : bütün
ümmet : Peygamber Efendimize (a.s.m.) inanıp onun yolundan gidenler
zımnî : gizli, örtülü
acz : acizlik, güçsüzlük
âli : yüce
allâme : büyük âlim
âmi : basit, sıradan
âsâr : eserler, varlıklar
binaen : dayanarak
cem : toplama
cilve : görüntü, yansıma
efkâr : fikirler, düşünceler
elhasıl : kısaca, özetle
elzem : çok gerekli
gaye-i hayal : hayal edilen gaye, ideal
hakikat : asıl, esas, doğru, gerçek
hassa : nitelik, özellik
heyet : kurul
hiss-i kablelvuku : bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu
içtihad : dinen kesin olarak belirtilmeyen bir konuda Kur’ân ve hadise dayanarak hüküm çıkarma
ihlâs : ibadet ve davranışlarda sadece Allah rızasını gözetme; samimiyet
imtizac : bileşim, karışım
in’ikâs : yansıma
izahsız : açıklamasız
kabilinden : türünden
kat’î : kesin
kuvve-i kudsiye : mukaddes güç, mânevî kuvvet
maksat : amaç, gaye
mâlik : sahip
mecmu : toplam, hepsinin bir arada olması
Medresetü’l-Vâizîn : vaiz yetiştiren eğitim kurumu
mehasin : güzellikler
mezkûr : adı geçen
muğlâk : zor anlaşılır
muhakkikîn-i ulema : gerçeği, hakikati bulup araştıran âlimler
muntazır : bekleyen, hazır
mücerret : bekâr
mükerreren : defalarca, tekrar tekrar
mütehassıs : ihtisas sahibi, uzman
müteşekkil : meydana gelmiş, oluşmuş
nazar : bakış, düşünce
nevi : tür, çeşit
nur-u velâyet : velilik nuru
nüfuzlu : inceliğine varabilen, anlayabilen
ruh-u mânevî : mânevî ruh
sünuhat : Allah’ın yardımıyla kalbe doğan mânâlar
şahs-ı mânevî : belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik
tefsir : Kur’ân’ın mânâ bakımından izahı, yorumu
telâhuk : birbirine katılma, birleşme
tesanüd : dayanışma
tesbit : sağlam şekilde yerleştirme
tezahür : belirme, görünme
ulûm-u Arabiye : Arap Dili ve Edebiyatına ilişkin ilimler
umumî : bütün
velâyet : velilik
zelzele : deprem
zelzele-i azîme : büyük deprem
ziya : ışık, nur
acip : acayip, şaşırtıcı
âhir : son
arz etme : sunma, ifade etme
âyât : âyetler
biçare : çaresiz
ehl-i kemâl : olgun ve değerli kişiler
ehl-i tahkik : gerçeği araştıran ve delilleriyle bilen âlimler
enzar : bakışlar, dikkatler
fariza-i cihad : cihad farzı; din uğrunda, Allah için çeşitli şekillerde mücadele etme zorunluluğu
fehim : anlayış, kavrayış
fevkinde : üstünde
hakikat : asıl, esas, doğru, gerçek
hakikaten : gerçekten
hâlet : durum, hâl, vaziyet
heyet : kurul
heyet-i âliye-i ilmiye : yüksek ilim heyeti
hücum : saldırı
ıslah : düzelme, iyileştirme
i’câz : mu’cize oluş
ihtar-ı gaybî : gaybdan gelen hatırlatma
istihsan : beğenme, güzel bulma
işârât : işaretler
kabil : mümkün
mahiyet : asıl nitelik, özellik
me’haz : kaynak
merci : müracaat makamı, başvurulacak temel kaynak
mesuliyet : sorumluluk
mezkûr : adı geçen
muvaffakiyet : başarı
muvafık : lâyık, uygun
nazım : diziliş, tertip
nevi : tür, çeşit
nimet : iyilik, ihsan
niyet-i hâlise : hâlis, samimî niyet
nükte : ince mânâ
şehid : Allah yolunda canını feda eden Müslüman
tağyir : dönüştürme, değiştirme
tahattur : hatırlama
tahrip : bozma, yok etme
takat : güç, kuvvet
tashih : düzeltme
tebdil : değişim, değiştirme
tefsir : açıklama, yorum; Kur’ân-ı Kerimi mânâ bakımından açıklayan, yorumlayan kitap
tenzil : indirme
tergib etme : rağbet uyandırma, isteklendirme
teşcî etme : cesaretlendirme
tulû : doğma, çıkıp görünme
ulema-i muhakkikin : gerçeği, hakikati bulup araştıran âlimler
vaziyet : durum, hâl
vücuh : taraflar, yönler
zelzele-i azîme : büyük deprem
zelzele-i kübra : büyük deprem
Yükleniyor...