Ehl-i vukuf raporuna hafif bir itiraz tarzında hakikat-ı hali beyan etmektir.

“Dinî hissiyatı siyasete âlet ediyorum” diye ittihamlarına karşı deriz: Bütün hayatımı ve beni tanıyanları işhad ediyorum ki, değil dini siyasete âlet, belki siyasî olduğum zamanda dahi, bütün kuvvetimle siyasetleri dine âlet ve tâbi yapmaya çalıştığımı, bütün tarih-i hayatım ve dostlarım şehadet ettikleri gibi, Hürriyetin başında, şeriat isteyenleri astıkları bir zamanda, Hareket Ordusunun dehşetli divan-ı harb-i örfîsinde, aynı günde on beş adam asıldığı bir zamanda, Divan-ı Harb-i Örfî reisi ve âzâları dediler ki: “Sen mürtecisin, şeriat istemişsin” sözlerine mukabil demiş:

“Şeriatın birtek meselesine ruhumu feda etmeye hazırım. Eğer Meşrutiyet bir fırkanın istibdadından ibaret ve hilâf-ı şeriat hareket ise, bütün dünya şahid olsun ki ben mürteciyim” diyen bir adam, idama beş para ehemmiyet vermeyen ve dünyasını, herşeyini şeriata feda eden, hiç mümkün müdür ki, dini, şeriatı birşeye ve bir siyasete âlet yapsın. Buna ihtimal veren sofestaî olamaz.

Hem bir mâsumun hatırı, bu vatanda on zalim gaddarlara siyaset yoluyla ilişmek büyük bir hatâ bilen, on zalim cinayetkâr ve kendine işkence edenlere karşı mukabele etmeyen, hattâ beddua da etmeyen bir adam ve âsâyişe ilişmemek hayatına bir düstur yapan bir adamı, dini siyasete ve dolayısıyla âsâyişe dokunur mânâsında ittiham etmek, elbette dehşetli bir garazla ittiham eder. Yirmi sekiz senede emsalsiz ihanetler, işkenceler, azaplar verildiği halde, mahkemelerin tahkikatıyla, yüz binler fedakâr dostları varken, altı vilâyetin ve altı mahkemenin tahkikatıyla bir vukuat talebesinde bulunmayan bir adam âsâyişe, ya vatana, siyasete zararı var diyen, elbette yerden göğe kadar haksızdır.

Zannetmesinler ki, ben bu zalimâne ittihamlara karşı kendimi mes’uliyetten veya mahkûmiyetten kurtarmak içindir. Sizi temin ediyorum ki, beni tam bilen dostlarım da tasdik ediyorlar ki, bu yirmi sekiz senede, ölüm hayattan ziyade bana fâideli ve kabir on defa bana hapisten ziyade medâr-ı rahat ve hapis on defa bu çeşit serbestiyetten daha istirahatime fâideli olduğunu kat’iyen kanaatim var. Eğer bazı dostlarım mahzun olmasaydı, ben daimî hapiste kalacaktım.

Eğer şer’an intihar caiz olsaydı, elbette Rusun Başkumandanının ve İstanbul’u işgal eden İtilâfçıların Başkumandanlarının kendi idam etmek vaziyetlerine ve divan-ı riyasette elli meb’usun huzurunda ilk Reisicumhurun şiddetli hiddetine karşı tezellüle tenezzül etmeyen bir adam, elbette pek çok defa bir âdi jandarma ve gardiyanın ve âdi bir memurun tahkirkârâne ihanetleri ve iftiraları ve tazipleri ve ağır tâcizlerini gören adama, elbette ölüm yüz defa hayattan daha ziyade ona hoş gelir.

Madem Rehberi bahane edip, böyle hiç hatıra ve hayale gelmeyen bir evhamla ittiham ediliyorum. Ben ve kardeşlerim Rehberin hakikatiyle, hem imanımızı, hem ahlâkımızı tehlikeden kurtardığımız için deriz ki:

Rehber on beş sene evvel telif edilmiş, üç defa tab ile binler nüshası ve el yazısıyla on binler nüshası bu vatanda iştiyakla okunmak suretinde intişar ettiği halde, yüz bin adam okuyucu hiç kimseden muvafık, muhalif, dindar, dinsizden hiçbirisi dememiş, “Ondan zarar gördük” veya “Vatan ve millete zararı var” işitmedik. Öyle bir zarar olsaydı, bu ehemmiyetli bir mesele olduğu için intişar edecekti. Halbuki bundan yüz bine yakın şahit gösteririz ki, “Biz ondan imanımızı kurtardık, seciye-i milliyemizi onunla düzelttik, istifade ettik” diye yüz bin şahit bu dâvâmıza lüzum olsa göstereceğiz.

Acaba bir adamın on hasenesi olsa, bir küçük yanlış nazara alınmadığı halde, böyle yüz bin hasene ve fâide sahibi bir eserin vehmî, asılsız bir kusur tevehhümüyle medâr-ı mes’uliyet olabilir mi? Hiç, dünyada hayat-ı içtimaiyeye temas eden hiçbir kanun böyle bir hâle suç diyebilir mi?

O eseri tetkik eden ulûm-u İslâmiye ve diniyeye mâlik olmayan ehl-i vukufun suç unsuru diye gösterdikleri:

Birincisi: “Lâikliğe aykırıdır, dini siyasete âlet ediyor.”

Halbuki, müellifi otuz beş seneden beri siyaseti terk edip bir gazeteyi okumamış ve şakirtlerine de “Siyasetle meşgul olmayınız” daima demesi, bu suç unsurunu tamamıyla keser.

İkincisi: “Dinî tedrisata taraftar olmak” bir suç gösterilmiş.

Buna karşı deriz: Dünyada buna suç diyen hiçbir ehl-i iman bulunmaz. Hususan hapisteki olanlar içindeki biçarelere teselli suretinde ders vermiş. Tedrisata taraftarlığını o zaman söylemiş. Bu ise, o cümleyi de, bütün bütün mânâsız olduğunu gösterir. Hattâ hapisteki üç yüz adamın az bir zamanda Risale-i Nur’la ıslah olması, cinayetlerden tevbe ederek ve bütün onlar namaz kılmaları, alâkadar memurların nazar-ı dikkatlerini celb etmiş. O memurlar bir kısmı demişler:

“On beş sene hapiste kalmasının fâidesi kadar, on beş hafta Risale-i Nur fâide vermiş.” Bunu hapisteki Rehberi yazana söylemişler.

Müellifi de demiş: Yüz otuz kitaptan ibaret olan Risale-i Nur ve onun küçük bir parçası olan Rehberi, tamamıyla olmasa da okuyan adam, elbette on beş sene hapisteki cezadan, medresede ders okumak kadar istifade eder, ıslah-ı hal eder, fenalıklardan tevbe eder. Acaba böyle bir temenni, bir teşvik ve beni hapse sokanlar da tasdik ettikleri halde suç olabilir mi?

Üçüncüsü: “Tesettür ve terbiye-i İslâmiye taraftarıdır” diye suç göstermiş.

Bu ise hem Eskişehir, hem Denizli, hem Afyon’da, hem Afyon’un mahkemesinin kararnamesinde de neşredildiği gibi, on beş sene evvel Eskişehir’de tesettür taraftarlığım için mahkeme bana ilişmiş. Ben de hem mahkemeye, hem Mahkeme-i Temyize bu cevabı vermişim:

“Bin üç yüz elli senede ve her asırda üç yüz elli milyon Müslümanların kudsî bir düstur-u hayat-ı içtimaîsi ve üç yüz elli bin tefsirin mânâlarının ittifaklarına iktidaen ve bin üç yüz elli senede geçmiş ecdatlarımızın itikadlarına ittibaen tesettür hakkındaki bir âyet-i kerimeyi tefsir eden bir adamı ittiham eden, elbette zemin yüzünde adalet varsa, bu ittihamı şiddetle reddeder ve o ittihama göre hüküm verilse nakz ve reddedecek.”

Bu âyet-i kerimenin tesettür emri kadınlara büyük bir merhamet olduğunu ve kadınları sefaletten kurtardığını, Risale-i Nur kat’î ispat ettiği gibi, Sebilürreşad’ın 115. sayısındaki “Ehl-i iman âhiret hemşirelerime” ünvanı olan bir makalem ispat eder.

Dördüncüsü: “Şahsî nüfuz temin etmek” bir suç unsuru gösterilmiş. Sebebi de “Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsi namına konuşuyorum” demesi ve “Kalbe ihtar edildi,” “Hatırıma geldi,” “Kalbime geldi,” “Risale-i Nur hem mektep, hem medrese, hem tekke fâidesini veriyormuş.” Ehl-i vukuf bu cümleyi medâr-ı ittiham etmiş.

Cevaben deriz: Bir adam kabir kapısında, seksenden geçmiş, kırk seneden beri kendisini inzivaya alıştırmış, yirmi sekiz seneden beri tecrid-i mutlak ve haps ve nefiy içinde bütün bütün dünyadan küsmüş. Otuz beş sene gazeteleri okumamış, dinlememiş. Mukabelesiz ömründe hediye kabul etmemiş, en yakın akrabasından, hattâ kardeşinden hiç mukabelesiz birşey kabul etmemiş. Hürmetten, teveccüh-ü nastan kaçmak için, halklarla görüşmemek için zaruret olmadan kendine düstur yapmış. Ve bütün dostların medihlerini kendi şahsına almayarak, ya Nurcuların heyetine, ya Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsine havale etmiş. Ve dermiş:

“Ben lâyık değilim. Haddim de değil. Ben bir hizmetkârım; çekirdek gibi çürüdüm, gittim. Risale-i Nur ise, Kur’ân-ı Hakîmin tefsiridir, mânâsıdır.”

Hemen herkesin dediği gibi “Hatırıma geldi,” yahut “Fikrime geldi,” yahut “Fikrime ihtar edildi” gibi tabirleri herkes istimal ediyor. Benim de bunu söylemekten maksadım bu ki: “Benim hünerim, benim zekâm değil. Sünuhat kabilinden” demektir. Bu da herkesin dediği gibi bir sözdür. Eğer vukufsuz ehl-i vukufun verdiği mânâ ilham da olsa, hayvanattan tut, tâ melâikelere, tâ insanlara, tâ herkese bir nevi ilhama ve sünuhata mazhar oldukları, ehl-i fen ve ehl-i ilim ittifak etmişler. Buna suç diyen, ilim ve fenni inkâr etmek lâzım gelir.

Beşincisi: “Müellif, câzibedar bir fitnenin esiri olmak ihtimali olan bir nesli, Risale-i Nur’dan medet umanlara verdiği cevaplarla kurtaracağına kanidir.” Ehl-i vukuf bu cümleyi de medâr-ı ittiham etmişler. “Yüz bin şahitle ispat edilen ve meydana gelen zahir bir hakikatı kanaat ettim” demesini medâr-ı suç yapmak ne derece mânâsız olduğunu, dikkat eden anlar.

Altıncısı: “Siyasiyun, içtimaiyun, ahlâkiyunların kulakları çınlasın!” demesini bir suç mevzuu göstermişler. Halbuki gençleri tehlikelerden kurtarmak için kısa ve rahat bir çareyi keşfettiğini, “Siyasiyun, ahlâkiyun da bunu terviç etsinler” mânâsında demiş: “Kulakları çınlasın!” Buna suç diyen, insaniyet itibarıyla çok suçlu olmak gerektir.

Yedincisi: “Fitneyi ateşlendiren ve talim eden irtidatkâr bir şahs-ı mânevînin mevcut olduğunu ve bu mânevî şahsın hayaline göründüğünü söylemekte, fakat kim olduğunu bildirmemektedir.” Ehl-i vukuf medâr-ı ittiham etmişler. Acaba dünyada insî ve cinnî şeytanlar hiç boş dururlar mı? Onların daima fenalıkları yapmak ve yaptırmakla meşgul olduklarından, bu vukufsuz ehl-i vukuf hiç bilmemişler mi ki, mânâsız ilişiyorlar? Madem “mânevî” demiş, madem kim olduğunu bildirmemiş, dünyada hiçbir mahkeme böyle mânevî bir adama, yani “Bir şeytana hakaret ettin” diye seni mahkemeye vereceğiz diyen, elbette sözüne zerre miktar ehemmiyet verilmez bir hezeyan hükmündedir.

Sekizincisi: “Doğrudan doğruya Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın i’câz-ı mânevîsinden süzülen ve çıkan ve tevellüd eden Risale-i Nur esaslarına dayandığı müellif tarafından mükerreren ve musırrane beyan ve iddia edilmekte ve böylece propaganda dinî delillere, telkinlere istinad ettiğini söylemekle” suç unsuru gösterilmektedir.

Bunu, bütün Risale-i Nur’u okuyanların tasdikiyle, hususan meşhur Mısır, Şam, Bağdat, Pakistan ve Diyanet Riyasetinin dairesinin ulematasdikle, “Risale-i Nur doğrudan doğruya hakikî bir tefsir-i Kur’ânîdir ve Kur’ân’ın malı ve lemaatıdır” dedikleri halde, bu cümleyi medâr-ı suç yapanlardan mahkeme-i kübrâ-yı haşirde bu hatâsının sebebi sorulacak.

حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ 1

Hasta
Said Nursî

• • •

Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler:

1 : “Allah bize yeter; O ne güzel vekildir.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:173.
Önceki Risale: ( 87 ) / Sonraki Risale: ( 89 )
Ekranı Genişlet
Lügat Listesi

Lügatler :

âsâyiş : düzen, nizam, güvenlik
âzâ : üye
azap : acı, sıkıntı
beddua : bir kimseye belâ gelmesi için yapılan dua
caiz : sakıncasız, doğru
cinayetkâr : cinayet işleyen, cânî
divan-ı riyaset : başkanlık makamı
düstur : prensip, kural
emsalsiz : benzersiz
fâide : fayda
fedakâr : en değerli şeylerini fedâ eden, dâvâsı uğruna çıkarlarını hiçe sayan
fırka : grup
gaddar : acımasız, çok zulmeden
garaz : kötü kasıt
hiddet : öfke
hilâf-ı şeriat : şeriata ters, aykırı
istibdat : baskı ve zulüm
İtilâfçılar : Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı Devletinin karşısında yer alan düşman ülkeler
ittiham : suçlama
kanaat : görüş, inanç
mahkûmiyet : hüküm giyme, tutukluluk
mahzun : hüzünlü
mâsum : günahsız, suçsuz
meb’us : milletvekili
medâr-ı rahat : rahatlama sebebi
mes’uliyet : sorumluluk
mukabele : karşılık verme
mukabil : karşılık
mürteci : eskiye dönmek isteyen; gerici
reis : başkan
Reisicumhur : Cumhurbaşkanı
sofestaî : septik; Yaratıcıyı kabul etmemek için her şeyi, hattâ kendisini dahi inkâr eden, olumlu veya olumsuz hiçbir hükme varmayan daima şüphe içinde kalmayı esas alan bir felsefi zihniyet ve tutum sahibi
şahid : şahitlik yapan, gören
şer’an : dinen, şeriata göre
şeriat : Allah tarafından bildirilen hükümlerin hepsi
tahkikat : gerçeği araştırmalar
tasdik : doğrulama, onaylama
tenezzül : aşağı seviyeye inme
tezellül : zillete düşme, kendisini küçük düşürme
vaziyet : durum, hâl
vilâyet : il
vukuat : polisi ilgilendiren olaylar
zalim : zulmeden, acımasız ve haksız davranan
zalimâne : zâlimcesine
ziyade : çok, fazla
âdi : basit, değersiz, sıradan
alâkadar : alâkalı, ilgili
biçare : çaresiz
dâvâ : iddia
ehl-i iman : Allah’a ve Ondan gelen her şeye inananlar, mü’minler
ehl-i vukuf : bilirkişi
evham : kuruntular, şüpheler
fâide : fayda
hakikat : esas, doğru, gerçek
hasene : iyilik, sevap
hayat-ı içtimaiye : sosyal hayat
hususan : bilhassa, özellikle
ıslah : düzelme
intişar : yayılma
istifade : faydalanma
iştiyak : arzu, istek
ittiham : suçlama
mâlik : sahip
medâr-ı mes’uliyet : sorumluluk sebebi
mesele : konu
muhalif : aykırı, farklı
muvafık : lâyık, uygun
müellif : yazar
nazar : dikkat
nazar-ı dikkati celbetmek : dikkat çekmek
nüsha : kopya
Rehber : Gençlik Rehberi adlı eser
seciye-i milliye : millî huy ve ahlâk
suret : biçim, şekil
şakirt : öğrenci, talebe
tab : basma, yayınlama
tâciz : rahatsız etme
tahkirkârâne : hakaret edercesine
tazip : azap verme
tedrisat : ders vermeler, öğretim
telif : yazma
tetkik : inceleme, araştırma
tevehhüm : olmayan birşeyi var saymak
ulûm-u İslâmiye ve diniye : dinî ve İslâmî ilimler
vehmî : varsayılan, olmadığı halde var kabul edilen
âhiret : âlemi öteki dünya, öldükten sonraki sonsuz hayat
âyet-i kerime : şerefli âyet, Kur’ân’ın herbir cümlesi
düstur-u hayat-ı içtimaî : sosyal hayatın prensipleri
ecdat : cedler, atalar
ehl-i iman : Allah’a ve Ondan gelen her şeye inananlar, mü’minler
ehl-i vukuf : bilirkişi
fâide : fayda
hemşire : kız kardeş
hüküm : yargı, karar
ıslah-ı hal : hâl ve durumun düzelmesi, iyileşmesi
ihtar : hatırlatma
iktidaen : uyarak
istifade : faydalanma
itikad : inanç
ittibaen : tabi olarak, uyarak
ittifak : birleşme, birlik
ittiham : suçlama
kararname : suçlama veya aklamaya dair resmi yazı
kat’î : kesin
kudsî : mukaddes, kutsal
Mahkeme-i Temyiz : Temyiz Mahkemesi; Yargıtay
medâr-ı ittiham : suç sebebi
medrese : ders görülen yer
müellif : yazar
nakz etmek : bozmak, yok saymak
neşretmek : yayımlamak
nüfuz : etki, tesir
Rehber : Gençlik Rehberi adlı eser
sefalet : perişanlık
şahs-ı mânevî : belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik
tefsir : açıklama, yorum; Kur’ân-ı Kerimi mânâ bakımından açıklayan, yorumlayan kitap
tekke : tarikat ehlinin bulunduğu ve ibadet ettiği yer, dergâh
temenni : dilek, istek
temin etmek : sağlamak
terbiye-i İslâmiye : İslâm terbiyesi
tesettür : örtünme
teşvik : şevklendirme, cesaretlendirme
tevbe : pişmanlık duyarak günahtan dönüş
zemin : yer, dünya
ahlâkiyyun : ahlâk bilimciler
câzibedar : çekici
düstur : prensip, kural
ehl-i fen : bilim adamları
ehl-i ilim : ilim ehli, âlimler
ehl-i vukuf : bilirkişi
fitne : ahlâkta ve toplum düzeninde azgınlık ve bozgunculuk; baştan çıkarma
hakikat : doğru, gerçek
hayvânât : hayvanlar
heyet : kurul, genel yapı, topluluk
hüner : beceri, ustalık
hürmet : saygı
içtimaiyyun : toplum bilimciler, sosyologlar
ihtar : hatırlatma
ilham : Allah tarafından kalbe indirilen mânâ
inziva : yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmaksızın yaşama
irtidatkâr : dinden çıkmış, inkârcı
istimal : kullanma
ittifak : birleşme, birlik
kanaat : görüş, fikir
kani : inanmış, kanaati gelmiş
Kur’ân-ı Hakîm : her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân
maksad : gaye, amaç
mazhar : ayna olma; nail olma
medâr-ı ittiham : suç sebebi
medâr-ı suç : suç sebebi
medet : yardım
medih : övgü
melâike : melekler
mevzu : konu
mukabele : karşılık
müellif : yazar
nefiy : sürgün
nevi : tür, çeşit
siyasiyyun : siyasetçiler, politikacılar
sünuhat : Allah’ın yardımıyla kalbe doğan mânâlar
şahs-ı mânevî : belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik
tabir : açıklama, ifade
talim : öğretme, eğitme
tecrid-i mutlak : yalnız başına bırakma, her şeyden soyutlama
tefsir : açıklama, yorum; Kur’ân-ı Kerimi mânâ bakımından açıklayan, yorumlayan kitap
terviç etmek : revaç, kıymet verme, değerini artırmak
teveccüh-ü nas : insanların ilgi göstermesi, yönelmesi
vukufsuz : bir konu hakkında hiçbir bilgisi olmayan
zahir : açık
zaruret : zorunluluk, gereklilik
beyan : açıklama, anlatım
Diyanet Riyaseti : Diyanet İşleri Başkanlığı
ehl-i vukuf : bilirkişi
hakikî : asıl, gerçek
hezeyan : boş söz, saçmalama
hususan : bilhassa, özellikle
i’câz-ı mânevî : mânevî mu’cizelik
insî ve cinnî : insanlardan ve cinlerden olan
istinad : dayanma
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân : açıklamalarıyla akılları benzerini yapmaktan âciz bırakan Kur’ân-ı Kerim
lemaat : parıltılar
mahkeme-i kübrâ-yı haşir : haşrin büyük mahkemesi, insanların öldükten sonra diriltilerek hesaba çekilmek üzere toplanacağı büyük mahkeme
medâr-ı ittiham : suç sebebi
medâr-ı suç : suç sebebi
musırrane : ısrarlı bir şekilde
müellif : yazar
mükerreren : defalarca, tekrar tekrar
tasdik : doğrulama, kabul etme
tefsir-i Kur’ânî : Kur’ân tefsiri
telkin : bir fikri kabul ettirme, aşılama
tevellüd : doğma, meydana gelme
ulema : âlimler
vukufsuz : bir konu hakkında hiçbir bilgisi olmayan
zerre miktar : çok az
Yükleniyor...