1952’de İstanbul’da görülen Gençlik Rehberi mahkemesine, ehl-i vukufa cevaben verilen itiraznamedir.

Birinci Ağır Ceza Mahkemesine;
Risale-i Nur eczalarından Gençlik Rehberi’nin tab’ı ve intişarı münasebetiyle müellifi Bediüzzaman Said Nursî’nin mahkemeye verildiğini ve Gençlik Rehberi’nin mahiyetini tetkik için, bilirkişi namıyla hakikatleri tamamen tahrif ederek dinsiz ve İslâmiyet düşmanları mahiyetinde mütalâa edip suç mevzuu çıkaran ehl-i vukufun raporunu okuduk.

130 parçadan müteşekkil iman, ilim ve fazilet hazinesi hükmündeki Risale-i Nur Külliyatından bu Gençlik Rehberi bir cüz’ü olması ve Risale-i Nur’daki yüksek hakikatlere ruh ve canlarıyla bağlanarak o eserler hazinesini bu milletin maddî-mânevî hayatında bir saadet rehberi olduğunu ispat edip bildiğimizden, Rehberin aleyhindeki o bilirkişi isnadlarını red ve ehl-i vukufun vukufsuzluklarını bütün kuvvetimizle yüzlerine çarparak ilân ve ispat ediyoruz. Ve mahkeme heyetine arz ediyoruz ki:

Verilen ehl-i vukuf raporu, vatan ve milletin hayatına, tarihine, an’anesine, mukaddesatına, kanununa tamamen yabancı, hâlihazır kanunlara iftira eden, hükûmeti tahkir eden, bin yıllık bu milletin tarihini tezyif ile bütün bir millet ecdadını tahkir eden ve bugün bu vatanda yaşayan yirmi milyon kardeşlerimizin mâneviyatına taarruz eden bir suikastın örneğidir. Mahkeme-i adalet bunu nazar-ı itibara alması gayr-ı mümkündür.

İşte biz de, bilirkişi ismini alıp bu suikast vesikasını imza edenlere soruyoruz:

Bu millet, hâşâ, dinsiz midir? Bu millet yüzyıllar boyunca dinden ve imandan -hâşâ- mahrum bir vaziyette en sefih millet midir? Bu millet ve bu milletin parlak tarihini altınla yaldızlayan bir ecdad, bütün hayatlarını dünyaya sefahet ve dalâlet dağıtan küfür yolu üzerinde mi yürümüşler?

İstanbul’u fetihle dünya hayatında yeni bir devir açan, şarka garba Kur’ân’ın bayraktarlığı vazifesiyle nur-u hidayet, ilim ve fazilet saçan, Avrupa’ya hakikî medeniyeti ders veren ve İslâmî medeniyetin ziyasıyla beşeriyeti aydınlatan ve kos koca bir tarih, onların kahramanlığıyla dolu olan Yıldırım’lar, Fatih’ler, Selim’ler ve Süleyman’lar ve onların mensup olduğu bir millet, yazdığının tamamen aksine olarak, mâneviyatı sönmüş, dinden haberi yok, İslâmiyeti neşreden başka millet, o kumandanlar başka bir milletin tarihinde, tarih yalan söylüyor, Türkler İslâmiyetin kahramanı olarak Kur’ân’ın bayraktarlığını bütün milletler üstünde bir şeref tacı olarak taşıdıkları yalandır, öyle mi?

Veyahut bu millet, hakikat-i İslâmiyeden aldığı bir dersle kadınlarını ve kızlarını âdâb-ı Kur’âniye ziynetiyle ziynetlendirip kadınlığın haysiyet ve şerefini muhafaza ederek onların âdi ve kıymetsiz olmalarına mâni olduğu, yalan! Uzun asırlarda İslâm-Türk kahramanları namıyla mâruf olmuş ve ahlâk ve namusun, haysiyet ve şerefin kemâline yetişmiş bildiğimiz ve iftihar ettiğimiz ecdadımız, annelerimiz, bizim iftiharımızın aksine olarak emr-i Kur’ân’a ittibâ etmemişler, güzelliğin hakikatini terbiye-i İslâmiye dairesinde âdab-ı Kur’âniye ziynetiyle ziynetlenmek değil, vücutlarını çıplak olarak teşhir etmekte bilmişler, öyle mi?

Ey ehl-i insaf ve ey tarihiyle, mukaddesatıyla kahraman ve mübarek ecdadıyla iftihar eden nesl-i hâzır! Geliniz, görünüz. Tarihinizi ve İslâmiyetinizi tahkir eden bir suikast vesikasını yazan ve imza edenlere, hayatınızın hayatı, ruhunuzun ruhu bildiğiniz İslâmiyetiniz namına ve kâinatı on dört asır ışıklandıran ve kudsî ve İlâhî düsturlarıyla bin seneden beri milyonlar ecdadınızı nurlandıran ve ebedî saadete sevk eden Kur’ân’ınız namına ve o düstur-u Kur’ân’a ittibâ eden yüzer milyon ecdadınız namına, ahlâk-ı hasene ve namus muhafazası yolunda İslâmî terbiyenin ziyasıyla nurlanan ve terbiye alan ve kadınlığın hakikî mânâsını ve hakikî güzelliğini yaşayışlarıyla ve giyinişleriyle ve hayatlarıyla gösteren annelerinizin ve ninelerinizin ve hemşirelerinizin namına o müfterilere, o tezyif ve tahkir savuranlara teessüfünüzü, tekdirinizi ve reddinizi bildiriniz.

İşte o müfteriler, yaşı sekseni bulmuş, zehirlerden şiddetli hasta, dinî hizmetinden dolayı ömrü hapishanelerde çürütülmüş bir İslâm kahramanınız, şimdi bütün münevverlerin ve çok ediplerin ve terbiyecilerin vatan ve milletperverlerin şikâyet ettikleri ahlâksızlığın ve fuhuş tehlikesinden muhafaza için gençlere iyi ahlâk, yüksek namus, iman ve fazilet dersi veren, vatana millete bir uzv-u nâfi hâline gelmelerini temin eden, adalet ve âsâyiş lehinde en birinci kuvvet olarak memleket ve milletin saadetine hizmet eden Gençlik Rehberi adlı eserinin müsaderesine ve müellif-i muhtereminin mahkûmiyetine sebep olmak için diyorlar:

“Bediüzzaman tesettür taraftarıdır. Kadınların yarı çıplak, açık dolaşmalarına, İslâmiyete karşı muharebede şeytan kumandasına verilen fırkalar olarak tasvir etmekte, kadınların bugünkü içtimaî hayatta açık bacak ve yarım çıplak giyinmelerini günah saymakta, Bediüzzaman halihazır bu açık, yarım çıplak giyinişleri evlenmelere mâni olup fuhşa teşvik edici mahiyetinde görmektedir. Ve yine Bediüzzaman’a göre, kadını güzelleştiren şey ve kadının hakikî ve daimî güzelliği içtimaî hayatta yer alan süslenmek, vücutlarını teşhir etmek olmayıp, terbiye-i İslâmiye dairesinde âdâb-ı Kur’âniye ziynetidir. Bediüzzaman dinî tedrisat taraftarıdır. Risale-i Nur adı verdiği dinî tedrisat sayesinde mahkûmların on beş haftada ıslah olacaklarını-ki, Denizli ve Afyon hapishaneleri, adliyenin, gardiyan ve müdürlerin şehadetiyle sabittir-söylemektedir. Bediüzzaman, câzibedar bir fitneye esir olan gençlerin din hakikatleriyle ve Nurun imanî dersleriyle kurtulacaklarına kanidir.”

İşte “Bu fikirleriyle suçludur, kanunen mahkûm edilmesi lâzımdır” diyorlar. İşte bunlar güya ehl-i vukuf namında memleket gençliğine adalet ve hak ve hürriyet derslerini verecek profesörler veya hukuk doçentleridir!

İşte, ey adalet-i hakikiyenin mümessilleri sıfatıyla hukuk-u umumiyeyi ve haysiyet-i milliyeyi muhafaza eden hâkimler! Gençlik Rehberi’nin imanî dersleri ve ahlâkî telkinleri, ehl-i vukuf raporundaki gibi bir suç mevzuu olarak kabul ediliyorsa, bu müellifi bu büyük hizmetinden dolayı mes’ul tutuluyorsa, eğer öyleyse, o zaman yukarıda arz ettiğimiz bu millete, bin yıllık tarihine, an’anesine idarî ve örfî kanunlarına, bu milletin ebedî medâr-ı iftiharı olmuş mukaddes dinine, mukaddes İslâmiyet hakikatlerine, kudsî Kur’ân derslerine ve o kudsî hakikatlere sarılarak İslâmî medeniyeti kemâl-i şâşaa ile dünyaya ilân eden bir aziz ecdada ve onların haysiyetine, hukukuna, mâneviyatına savrulan tahkir ve tezyifleri, indirilen darbeleri ve söylenen iğrenç iftiraları kabul etmeniz lâzımdır. Bu büyük, mânevî cinayetleri hoş görüp kabul etmekle, ismî ehl-i vukufların, suç isnad ettikleri Gençlik Rehberi suç sayılabilir. Ve ancak o cihetle müellifi mahkûm ve Rehberi neşreden talebeleri muahaze olunabilir. Yoksa, adalet-i kanun ve hürriyet-i fikir ve vicdan düsturuyla mahkûmiyeti ve muhakemesi mümkün değildir. Hürriyet-i fikir ve hürriyet-i vicdan düsturunu en geniş mânâsıyla tatbik eden cumhuriyet idaresinin demokrasi kanunlarıyla asla kabil-i telif değildir.

Eğer “Gençlik Rehberi’nin intişarıyla dinî terbiyeyi ders veriyor; bu ise lâikliğe aykırıdır” diye ittiham olunuyorsa, o halde lâikliğin mânâsı nedir? Biz de soruyoruz. Lâiklik İslâmiyet düşmanlığı mıdır? Lâiklik dinsizlik midir? Lâiklik, dinsizliği kendilerine bir din ittihaz edenlerin dine taarruz hürriyeti midir? Lâiklik, din hakikatlerini beyan edenlerin, imanî dersleri neşredenlerin ağızlarına kilit, ellerine kelepçe vuran bir istibdad-ı mutlak düsturu mudur?

Lâiklik, bir vicdan ve fikir hürriyeti olduğuna göre, dinsizler ve din düşmanları, İslâmiyet aleyhinde her çeşit hücumları, taarruzları yapar, anarşik fikirlerini o hürriyet-i vicdan ve fikir bahanesiyle neşreder de, fakat bir İslâm âlimi o hürriyet-i fikir düsturuna istinaden bin yıldan beri İslâmiyetin serdarı olmuş bir millet içinde ve o milletin bin yıllık an’anesine, kanunlarına ittibâ ederek ve yine o milletin saâdeti uğrunda, ahlâk ve namusun muhafazası yolunda dinî bir ders beyan etmesi lâikliğe aykırıdır diye suçlu gösterilir, devletin nizamlarını dinî inançlara uydurmak istiyor diye mahkür gösterilir. Biz böyle bir gayr-ı mümkünün, mümkün olmasına ihtimal vermiyoruz. Adaletin buna müsaade etmeyeceğini şüphesiz biliyoruz.

Hakikat-i halde, geçen mahkemelerin beraatler vererek tamamen iade ettikleri Risale-i Nur’un 130 parçasından bir parçası olan Gençlik Rehberi, vatan ve milletin saadetinde en birinci vesilelerden birisidir. O eserleri okuyup, onların dersleriyle sefahet ve dalâletin girdaplarından kurtulduklarını mahkemelerde söyleyen yüzler Nur talebeleri ve şimdi bizzat o eserlerle vatan ve millete nâfi bir uzuv haline geldiklerini hayatlariyle ve hizmetleriyle ispat eden binler Türk gençleri bizler, o asılsız isnadları, o müfterilerin yüzlerine çarpıyoruz.

Hakikaten ne kadar acıdır ki, âsâyişin teminine, ahlâkın muhafazasına vesile olmuş, adliyeye ve zabıtaya binler fâidesi bulunmuş bir eser, bugün hakikatin tamamen aksine olarak suçlu gösterilip zararlı tevehhüm edilmek isteniyor. Artık bu kadar bedihî bir zıddiyet karşısında insaf ve vicdan sahiplerinin vicdanlarına ve insaflarına havale edip Üstadımız hakkında o ehl-i vukufun “Dini siyasete âlet ediyor” demelerine mukabil biz de diyoruz: O ehl-i vukuf, adliyeyi dinsizliğe âlet ediyor.

Bilirkişi raporunda bir isnad da, “Müellif, Risale-i Nur şahs-ı mânevîsi namına konuşmaktadır.” “Kalbe ihtar edildi,” “Leyle-i Kadirde kalbe gelen bir mesele-i mühimme” gibi bazı cümleleri ele alarak, bununla şahsî nüfuz temin etmek maksadının müellifte bulunduğudur.

Bu kadar asılsız ve mânâsız bir isnad karşısında insan, o bilirkişi namını alanların bilirkişi mahiyetinden tamamen uzak olduklarına hükmedip, o cehaletleri ve o vukufsuzlukları karşısında hayrette kalıyor. Hiç olmazsa, ehl-i vukuf, hürmeten bu ciheti dikkatle mütalâa etseydiler, kendileri bu derece cehalet deresine atılmaktan belki bir derece kurtulurlardı. Bu asılsız isnada karşı evvelâ bütün Risale-i Nur eserleri ve mektupları ve Üstadımızın bütün hayatı en kat’î delildir ki, o aziz zât bütün gayretini, bütün hizmetini hak uğrunda ve yalnız hak için yapmış ve yalnız Hakkın hatırı için konuşmuş. O suretâ ehl-i vukuf, Nur Külliyatından yalnız küçük bir cüz’ünü okumakla ve dinsizlikte taassup göstererek illâ ki bir suç isnad edebilmek için bu iftirayı savurmuşlar. Halbuki, o aziz zât, Risale-i Nur dersini izah ederken diyor: “En büyük dersimiz, acz, fakr, şefkat ve tefekkürdür.”

Hakikat-i halde o aziz zât, büyük ve küllî hizmetleriyle, en câniyane işkencelere sabır ve tahammül ederek, mücahede-i mâneviyesinde devam edip küfür ve dalâletin bîaman hücumlarını, maddiyun ve tabiiyunun küfrî mesleklerini Kur’ân-ı Hakîmin hakaik-i imaniyesinden aldığı Nur hakikatleriyle parçalayarak ve o Nurun 130 risalesinin yüz binler nüshalarını, imanî dersleriyle ona minnettar kalan yüz binler müştak talebeleriyle her tarafa neşreden; dinsizliğin, bilhassa komünistliğin bu vatandaki hücumuna mâni olan iman hakikatlerini en kat’î delil ve burhanlarla ispat ederek küfür ve dalâletin bâtıl mesleklerini Kur’ân’ın elmas kılıcı hükmündeki iman-ı billâh ve vahdaniyet-i İlâhiye hüccetleriyle parça parça eden; ve o Nur eserleri şimdi âlem-i İslâmın büyük merkezlerinde kemâl-i takdir ve istihsanla neşredilen; ve geçen sene Türkiye’yi ziyarete gelen Pakistanlı bir vekil, kırk-elli üniversite talebesine,

“Kardeşlerim, ben âlem-i İslâmda aradığımı Türkiye’de buldum. Bediüzzaman yalnız sizin değil; o bütün âlem-i İslâmındır. Ve yakın bir zamanda bütün İslâm âlemi onu anlayacaktır. Siz bu Nur eserlerine dikkatle bakın. Ben bunu doksan milyon İslâmlar içinde neşredeceğim. Benim âlem-i İslâm hakkında pek çok endişelerim ve Üstada pek çok soracaklarım vardı. Bir saat kadar yanında yalnız onu dinlemekle bütün endişelerim zâil olup bütün suallerime cevap aldıktan sonra, şimdi Pakistan’a âlem-i İslâmın mukadderatı hakkında büyük müjdelerle gidiyorum.

“Ben Türk ve İslâm tarihini tetkik ettim. Evet, çok kahramanlar, çok İslâm fedaileri ve çok vatanperverler gelmişler. Hepsi büyük fedakârlık ve kahramanlıkla millete, vatana hizmet etmişler. Fakat o hizmetlerinin neticesinde lâyık oldukları mükâfat onlara verilmiş. Herbirisi birer mükâfata mazhar olmuşlar.

Fakat bugün Üstad, yirmi küsur seneden beri bu milletin saadet-i dünyeviyesi ve uhreviyesi için, târife imkân olmayan zulüm ve işkenceler içerisinde işte bu eserleri telif ve neşrederek, bu millet içerisinde, din aleyhindeki cereyanların intişarına mâni olan Bediüzzaman’ın evinde bugün bir lâmbası bile yok. İşte o herşeyi terk ederek yalnız ve yalnız dine hizmet için çalışmıştır. Elbette âlem-i İslâm yakında böyle bir zâtı eserleriyle tanıyacaktır” diye Ali Ekber Şah gibi bir İslâm âlimi ve mütefekkirinin takdir ve tahsinine mazhar olan; ve şimdi Demokrat milletvekillerinden bazıları, “Bediüzzaman’ın Nur risalelerini okuyan, ders alan ve o eserleri neşreden Nur talebeleri bu hizmetleriyle bu memlekette komünistliğin yayılmasına sed oldular. Madem hükûmetimiz komünizmin aleyhindedir. Öyleyse, Nurculara o hizmetlerinden dolayı minnettardır” diye milletvekillerince dahi hizmeti takdir edilen; ve serâpâ bütün Risale-i Nur eczaları her bir nüshası, binler kelime ve cümleleriyle o zâtın mahiyetine, hizmetine, yirmi beş yıllık faaliyetine ve neşriyatının küllî fâidelerine şehadet ve işaret ettikleri bir zât; evet, işte o acz ve fakr dersini kendisine meslek edinen ve talebelerine ders veren bir zât, hakikat-i halde yukarıda bir derece arz ettiğimiz o küllî hizmetlerinin neticesinde talebelerinin ve bütün ehl-i imanın en büyük medh ü senâlarına, hürmet ve muhabbetlerine en lâyık, en elyak ve kabul etmesi hakkı iken, bilâkis o aziz zât, kendisini ziyarete gelenlere ve Risale-i Nur eserlerini okuyup o eserleri ilim ve iman hakikatleri dersinde, asrın bütün ilim ve ispatları üstünde görerek hayran kalanların en samimî hürmet ve senâlarından mütemadiyen kaçınmış ve müteaddit mektuplarında, “Ben de sizin bu ders-i Kur’âniyede bir ders arkadaşınızım. Ben en ziyade muhtaç ve fakir olduğumdan bu kudsî hakikatler en evvel bana ihsan edilmiştir. Ben makam sahibi değilim. Ben kendimi beğenmiyorum. Beni beğenenleri de beğenmiyorum. Kardeşlerim, sizi bütün bütün kaçırmamak için nefsimin gizli çok kusurlarını söylemiyorum” diye kendisine yapılan medihleri ve hürmetleri reddetmiş. Ve gaye-i hayatını yalnız hakaik-i imaniyenin neşrine hizmet bilmiş. Dünyevî bütün menfaatleri o hizmeti uğrunda feda etmiş.

Ve işte bütün hayatı bilâ istisna bu feragate ve bu hakikate şehadet eden bir zâta, en haksızların dahi yapamayacakları bir isnadı bu ehl-i vukuf isimli kimseler yapmışlar. Hattâ “Leyle-i Kadirde İhtar Edilen Bir Mesele-i Mühimme” diye Rehberdeki çok mühim bir hakikate nazar etmeyerek, bu “ihtar” kelimesinden de şahsî nüfuz temin ettiğine bir delil göstermişler. Halbuki, bu ihtar kelimesi, o yüksek hakikatlerin ehemmiyetine öyle bir şümulü var ki, ancak o hakikati okumak lâzımdır. İşte, o parça, ikinci Harb-i Umumînin sonunda nev-i beşerin dehşetli zulümleri ve tahribatları neticesindeki dehşetli meyusiyetleriyle dehşetli vicdan azaplarını ve dünya hayatının bütün bütün fâni ve muvakkat olması ve medeniyet fantaziyelerinin uyutucu ve aldatıcı olduğunun umuma görünmesiyle, fıtrat-ı beşeriyedeki yüksek istidadatın dehşetli yaralanmasını ve Kur’ân’ın elmas kılıcı altında gaflet ve dalâletin parçalandığını ve bu sebeple dünya hayatının geçici ve muvakkat olmasından, beşeriyet, hayat-ı bâkiyeyi arayacağını ve ebedî hayatı ve dâimî saadeti ancak Kur’ân’ın müjde verdiğini ispat ile pek parlak izahtan sonra diyor:

“Elbette, nev-i beşer bütün bütün aklını kaybetmezse, maddî veya mânevî bir kıyamet başlarına kopmazsa, İsveç, Norveç, Finlandiya ve İngiltere’nin Kur’ân’ı kabul etmeye çalışan meşhur hatipleri ve Amerika’nın din-i hakkı arayan ehemmiyetli cemiyeti gibi, rû-yi zeminin geniş kıt’aları ve büyük hükûmetleri, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânı arayacaklar ve hakikatlerini anladıktan sonra bütün ruh-u canlarıyla sarılacaklar. Çünkü bu hakikat noktasında kat’iyen Kur’ân’ın misli yoktur ve olamaz. Ve hiçbir şey bu mu’cize-i ekberin yerini tutamaz.”

Ey muhterem hâkimler; Yalnız son cümlesini nümune olarak size arz ettiğimiz bu ehemmiyetli fıkranın başında yazılan ihtar kelimesi bir suça mesned olabilir mi? Bu yazı şahsî bir nüfuz temini için mi yazılmış? Yoksa nev-i beşerin Kur’ân hakikatlerini aramaya başladığını beyan ile istikbalde Kur’ân’ın beşeriyete hâkim olacağını mı haber veriyor ve ispat ediyor? Bu hususu yüksek takdirinize havale ediyoruz.

Evet, Risale-i Nur müellifi, Kur’ân’ın dersinden aldığı ve ayn-ı hakikat olan bu ihtarları beyan etmesi, beyan ve ispat ettiği derslerin ve mevzuların hakkaniyetine bir hüccet içindir. Evet, ayn-ı hak ve hakikat olduğunu dikkatle bakanlar görebilirler. Ve bir derya-yı iman ve bir hazine-i tevhid ve bir umman-ı hikmet halinde coşan bir harikanın, istikbalin nesillerinde ve milyonlar kalb ve gönüllerde nasıl kemâl-i şâşaa ile yaşayacağını ve alkışlanacağını hissedebilirler. Ve Türk milletinin bin yıllık kudsî mefahir-i milliyesine mümasil, yine Türk milletinin dünyaya örnek olmuş kahraman ecdadının yerinde İslâmiyet hakikatlerine sarılarak yine Kur’ân’ın bayraktarlığı vazifesiyle istikbalin kıt’alarında hâkim-i mânevî olacağını hissedebilirler.

Bu çok yüksek ve çok ehemmiyeli hakikatleri tam anlayabilmek için, Bediüzzaman’ın bundan kırk sene evvel 1327’de Şam’da, Câmiü’l-Emevîde, içinde yüz ehl-i ilim bulunan on bin kişilik bir cemaate hitaben irad buyurdukları Hutbe-i Şamiye eserini okumak lâzımdır. Şimdi o eserin tercümesini yapmak lütfunda bulunan o aziz zât, o zamanda perişan ve esaret altında bulunan İslâm âlemine pek azîm müjdelerle, medeniyetin seyyiatı hasenesine galip gelmesine mukabil, istikbalde İslâmiyetin kuvvetiyle medeniyetin mehasini galebe ederek şems-i İslâmiyetin büyük milletler ve kıt’alar üzerinde hâkim olacağını beyan ve ispat ederek haber veriyor.

Mâdem o ehl-i vukuf ismini alanlar, “kalbe ihtar edilen bir mesele” cümlesinde hakikate nüfuz edemeyerek yanlış mânâ çıkarmışlar. 1327’den, tâ 1371 senesinden sonraki âlem-i İslâmın mukadderatına nazar eden Hutbe-i Şamiye’deki hakikatler dahi, bilirkişilerin yanlış anladıkları veya yanlış mânâ verdikleri bu “ihtar” kelimesinin hakikatini ve geniş mânâsını çok yüksek bir hakikat halinde gösterdiğinden, Hutbe-i Şamiye eserinin tercümesini mahkemeye arz ediyoruz. Ve yalnız burada, eserde ispat edilen meselelerin âhirinde zikredilen birkaç cümleyi yazarak takdim ediyoruz:

“Evet, ben kendi hesabıma aldığım dersime binaen, ey İslâm cemaati, müjde veriyorum ki: Şimdiki âlem-i İslâmın saadet-i dünyeviyesi, bâhusus Osmanlıların saadeti ve bilhassa İslâmın terakkisi ve onların uyanması ve intibahı ile olan Arabın saadetinin fecr-i sâdıkının emareleri inkişafa başlıyor. Ve saadet güneşinin de çıkması yakınlaşmış. Ben dünyaya işittirecek bir derecede kanaat-i kat’iyemle derim: İstikbal yalnız ve yalnız İslâmiyetin olacak ve hâkim, hakaik-i Kur’âniye ve imaniye olacak. Öyleyse, şimdiki kader-i İlâhî ve kısmetimize razı olmalıyız ki, bize parlak istikbal, ecnebîlere müşevveş bir mâzi düşmüş.”

“Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemalâtını ef’âlimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler. Belki, küre-i arzın bazı kıt’aları ve devletleri de İslâmiyete dehalet edecekler.”

“Ey bu Câmiü’l-Emevîdeki kardeşlerim gibi âlem-i İslâmın câmi-i kebirinde olan kardeşlerim! Siz de ibret alınız. Bu kırk beş senedeki hâdisattan ibret alınız. Tam aklınızı başınıza alınız. Ey mütefekkir ve akıl sahibi ve kendini münevver telâkki edenler! Hâsıl-ı kelâm, biz Kur’ân şakirtleri olan Müslümanlar, burhana tâbi oluyoruz, akıl ve fikir ve kalbimizle hakaik-ı imaniyeye giriyoruz. Başka dinlerin tâbileri gibi ruhbanı taklit için burhanı bırakmıyoruz. Onun için akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbalde, elbette burhan-ı aklîye istinad eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur’ân hükmedecek.”

“Evet, şimdi olmasa da otuz kırk sene sonra fen ve hakikî mârifet ve medeniyetin mehasini o üç kuvveti tam techiz edip, cihazatını verip o dokuz mânileri mağlûp edip dağıtmak için taharrî-i hakikat meyelânını ve insaf ve muhabbet-i insaniyeyi o dokuz düşman taifesinin cephesine göndermiş. İnşaallah yarım asır sonra onları darma dağın edecek.”

“İşte Amerika ve Avrupa tarlaları böyle dâhi muhakkikleri (Mister Carlyle ve Bismarck gibi) mahsûlât vermesine istinaden, ben de bütün kanaatimle derim: Avrupa ve Amerika İslâmiyetle hâmiledir. Günün birinde bir İslâmî devlet doğuracak.”

“Hem de İslâmiyet güneşinin tutulmasına (inkisafına) ve beşeri tenvir etmesine mümânaat eden perdeler açılmaya başlamışlar. O mümânaat edenler çekilmeye başlıyorlar. Kırk beş sene evvel o fecrin emaresi göründü. ‘71’de fecr-i sadıkı başladı veya başlayacak.”

“Ey Câmi-i Emevîde kardeşlerim! Ve yarım asır sonraki âlem-i İslâm camiindeki ihvanlarım! Baştan buraya kadar olan mukaddemeler netice vermiyor mu ki: İstikbalin kıt’alarında hakikî ve mânevî hâkim ve beşeri, dünyevî ve uhrevî saadete sevk edecek yalnız İslâmiyettir ve İslâmiyete inkılâp etmiş ve tahrifattan ve hurafattan sıyrılacak İsevîlerin hakikî dinidir ki, Kur’ân’a tâbi olur, ittifak eder.”

Muhterem heyet-i hâkime; Risale-i Nur müellifi aleyhindeki bütün iftiralara ve isnadlara karşı hukukî en kat’î cevap olarak üç mahkemenin ve üç ehl-i vukufların tetkikten sonra eserleri iade etmeleridir.

Hem Üstadımızın yirmi yedi senelik hayatı ve 130 parça kitabı ve mektupları, üç mahkeme ve hükûmet memurları tarafından tam tetkik edildiği ve aleyhinde çalışan zâlim, mürted ve münafıklara karşı mecbur olduğu, hattâ idamı için gizli emir verildiği halde, dini siyasete âlet ettiğine dair en ufak bir emare bulamamaları, dini siyasete âlet etmediğini kat’î ispat ediyor. Hayatını yakından tanıyan biz Nur şakirtleri ise, bu fevkalâde hâle karşı hayranlık duymakta ve Risale-i Nur dairesindeki hakikî ihlâsa bir delil saymaktayız.

Bu itibarla onu bazı iftiralarla çürütmek isteyen, vatan ve milletin saadeti lehindeki hizmetlerinin aleyhindeki gizli, zâlim düşmanlarının plânlarını âdilâne kararınızla mahvedeceğinizi ve müfterilerin yanlış isnadlarını yüzlerine çarpacağınızı adalet ve vicdanınızdan bekler, hürmetlerimizi takdim ederiz.
Eskişehir Nur talebelerinden
Yaşar, Osman Toprak, Ahmed, Osman,
Ceylân, Şükrü, Bayram, Sungur, Hüsnü
Önceki Risale: ( 88 ) / Sonraki Risale: ( 90 )
Ekranı Genişlet
Lügat Listesi

Lügatler :

an’ane : gelenek
âdab-ı Kur’âniye : Kur’ânî terbiye, Kur’ân’ın ihtiva ettiği edepler, terbiyeler
âdi : basit, değersiz
ahlâk-ı hasene : güzel ahlâk
bayraktar : bayrak taşıyan, temsilci
beşeriyet : insanlık
düstur : prensip, kural
düstur-u Kur’ân : Kur’ân’ın prensipleri
ebedî : sonu olmayan sonsuz
ecdad : atalar, cedler
ehl-i insaf : insaflı olanlar
emr-i Kur’ân : Kur’ân’ın emri
fazilet : üstünlük
garb : batı
hakikat : asıl, esas
hakikat-ı İslâmiye : İslâm hakikatleri, gerçekleri
hakikî : asıl, gerçek
haysiyet : itibar, şeref, değer
hemşire : kız kardeş
iftihar : övünme
İlâhî : Allah’a ait
ittibâ : tabi olma, uyma
kâinat : evren
kemâl : kusursuzluk, mükemmellik
kudsî : her türlü kusur ve noksandan uzak, kutsal
mâneviyat : mânevî âleme ait olan şeyler, mânevî değerler
mâni : engel
mâruf : bilinen
mensup : bağlı
muhafaza : koruma
mukaddesat : kutsal olan değerler
müfteri : iftiracı
nam : ad, isim, unvan
nesl-i hâzır : şimdiki nesil
neşreden : yayan
nur-u hidayet : doğru ve hak yolu gösterme nuru
saadet : mutluluk
suikast : kötü kast, tuzak
şark : doğu
tahkir : aşağılama, hakaret etme
teessüf : eseflenme, üzülme
tekdir : azarlama
terbiye-i İslâmiye : İslâm terbiyesi
teşhir : sergileme
tezyif : alay etme, küçük düşürme
vesika : belge
Yıldırım’lar, Fatih’ler, Selim’ler, Süleyman’lar : burada Yıldırım Bayezid, Fatih Sultan Mehmed, Yavuz Sultan Selim, Kanunî Sultan Süleyman kastediliyor
ziya : ışık
ziynet : süs
âdab-ı Kur’âniye : Kur’ânî terbiye, Kur’ân’ın ihtiva ettiği edepler, terbiyeler
adalet-i hakiki : gerçek adalet
âsâyiş : bir yerin düzen ve güvenlik içinde bulunması durumu, düzenlilik, güvenlik
câzibedar : çekici
edip : edebiyatçı, yazar
ehl-i vukuf : bilirkişi
fazilet : üstünlük, güzel ahlâk, mânevî değer, erdem
fırka : grup
fitne : ahlâkta ve toplum düzeninde azgınlık ve bozgunculuk; baştan çıkarma, kargaşa
Gençlik Rehberi : Risale-i Nur’dan derlenen ve gençlere ait meselelerden oluşan bir kitapçık
güya : sanki
hakikat : esas, doğru, gerçek
hâkim : yargıç
halihazır : hâlen var olan
haysiyet-i milliye : millî haysiyet, şeref
hukuk-u umumiye : umumun hak ve hukuku, kamu hakları
ıslah : düzelme, iyileşme
içtimaî : toplumsal
kani : inanmış, tatmin olmuş
mahiyet : temel özellik, nitelik
mahkûm : hüküm giymiş, tutuklu
mahkûmiyet : hüküm giyme, tutukluluk
mâni : engel
mevzu : konu
milletperver : milletini seven
muhafaza : koruma
muharebe : harp, savaş
müellif-i muhterem : muhterem, saygıdeğer yazar
müfteri : iftiracı
mümessil : temsilci
münevver : aydın, aydınlanmış
müsadere : el koyma
nam : ad, unvan
saadet : mutluluk
şehadet : şahitlik, tanıklık
tasvir : anlatma
tedrisat : eğitim, öğretim
telkin : zihinde yer ettirme, öğüt verme
temin etmek : sağlamak
terbiye-i İslâmiye : İslâm terbiyesi
tesettür : örtünme
teşhir : sergileme
uzv-u nâfi : faydalı uzuv, organ
adalet-i kanun : kanunun adaleti
an’ane : gelenek
arz etmek : söylemek, ifade etmek
aziz : çok değerli, izzetli
beyan : açıklama, izah
cihet : yön
düstur : prensip, kural
ebedî : sonu olmayan sonsuz
ecdad : atalar, cedler
ehl-i vukuf : bilirkişi
gayr-ı mümkün : imkânsız
hakikat : esas, doğru, gerçek
haysiyet : itibar, şeref, değer
hürriyet-i fikir : düşünce özgürlüğü
hürriyet-i vicdan : vicdan özgürlüğü
intişar : yayılma
isnad : dayandırma
istibdad-ı mutlak : hiçbir hak ve hürriyeti tanımayan tam baskı, sınırsız bir diktatörlük
istinaden : dayanarak
ittibâ : tabi olma, uyma
ittiham : suçlama
ittihaz : edinme, kabul etme
kabil-i telif : birleştirilmeye uygun, bağdaşabilir
kemâl-i şâşaa : çok gösterişli, son derece görkemli
kudsî : her türlü kusur ve noksandan uzak, kutsal
mahkûm : hüküm giyen, tutuklu
mahkûmiyet : hüküm giyme, tutukluluk
mahkür : aşağılanan, küçük düşürülen
mâneviyat : mânevi âleme ait olan şeyler
medâr-ı iftihar : iftihar vesilesi, övünme sebebi
mes’ul : sorumlu
muahaze : sorumlu tutma, cezalandırma
mukaddes : kutsal, her türlü kusur ve noksandan uzak
müellif : kitap yazan, yazar
neşretmek : yaymak, dağıtmak
nizam : düzen
örfî : geleneksel
Rehber/Gençlik Rehberi : Risale-i Nur’dan derlenen ve gençlere ait meselelerden oluşan bir kitapçık
saadet : mutluluk
serdar : kumandan
taarruz : saldırı
tahkir : aşağılama, hakaret etme
tatbik : uygulama
tezyif : alay etme, küçük düşürme
âsâyiş : bir yerin düzen ve güvenlik içinde bulunması durumu, güvenlik
aziz : çok değerli, izzetli
bedihî : açık, aşikâr
beraat : temize çıkma, suçsuz olduğu anlaşılıp serbest bırakılma
cehalet : cahillik
cihet : taraf
cüz’ : parça, kısım
dalâlet : hak yoldan ayrılma, sapkınlık
ehl-i vukuf : bilirkişi
evvelâ : ilk olarak
Gençlik Rehberi : Risale-i Nur’dan derlenen ve gençlere ait meselelerden oluşan bir kitapçık
Hak : her şeyi hakkıyla yaratan, varlığı hak olan ve her hakkın sahibi olan Allah
hakikat : esas, doğru, gerçek
hakikat-i hal : işin aslı, meselenin iç yüzü
hürmeten : saygı gereği olarak
ihtar : hatırlatma
insaf : merhamet ve adâlet dâiresinde hareket
isnad : dayandırma
kat’î : kesin
mahiyet : temel özellik, nitelik
mesele-i mühimme : önemli mesele, konu
muhafaza : koruma
mukabil : karşılık
müellif : kitap yazan, yazar
müfteri : iftiracı
mütalâa : dikkatlice okuyup inceleme ve düşünme
nâfi : faydalı
nam : ad, unvan
nüfuz : etki, tesir
saadet : mutluluk
sefahet : gayrı meşru zevk ve eğlenceye düşkünlük
suretâ : görünüş itibariyle
şahs-ı mânevî : belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik
taassup : aşırı derecede, körü körüne bağlılık
temin etmek : sağlamak
tevehhüm : kuruntuya kapılma, olmadığı halde var sayma
uzuv : organ, üye
vukufsuz : bir konu hakkında hiçbir bilgisi olmayan
zabıta : güvenlik güçleri
acz : çok güçsüz olduğunun ve her an Allah’ın yardımına muhtaç olduğunun farkında olma
âlem-i İslâm : İslâm âlemi
aziz : çok değerli, izzetli
bâtıl : doğru olmayan, yalan, yanlış
bîaman : amansız, acımasız
bilhassa : özellikle
burhan : sarsılmaz, kesin delil
câniyane : cânicesine
dalâlet : hak yoldan ayrılma, sapkınlık
fakr : fakirlik, çaresizlik; Allah’a karşı mutlak mânâda fakirliğini bilmek
fedai : davası uğruna canını vermeye hazır bulunan
hakaik-i imaniye : iman hakikatleri, esasları
hakikat : esas, doğru, gerçek
hakikat-i hal : işin aslı, meselenin iç yüzü
hüccet : güçlü delil
iman-ı billâh : Allah’a iman
isnad : dayandırma
istihsan : beğenme, güzel bulma
izah : açıklama
kat’î : kesin
kemâl-i takdir : tam takdir etme; çok beğenme
Kur’ân-ı Hakîm : her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân
küfrî : inkâr ile ilgili
küfür : inkâr, inançsızlık
küllî : evrensel, genel, kapsamlı
maddiyyun : materyalistler, her şeyi madde ile açıklamaya çalışanlar
mâni : engel
minnettar : iyilik yapan birisine karşı duyulan teşekkür ve borçluluk hissi
mukadderat : Allah tarafından takdir olunmuş ileride meydana gelecek haller ve olaylar
mücahede-i mâneviye : mânevî mücadele
müştak : arzulu, çok istekli
neşr : yayma, yayınlama
nüsha : kopya
risale : mektup; küçük kitapçık; Risale-i Nur’da yer alan herbir bölüm
sual : istek, soru
tabiiyyun : tabiatçılar, herşeyin tabiatın tesiriyle olduğunu savunanlar
tahammül : dayanma, katlanma
tefekkür : Allah’ı tanımayı sonuç verecek şekilde varlıklar üzerinde düşünme
tetkik : inceleme, araştırma
vahdâniyet-i İlâhiye : Allah’ın birliği, ortağının ve benzerinin olmayışı
vatanperver : vatanını seven
vekil : milletvekili
zâil olmak : geçip gitmek, yok olmak
acz : çok güçsüz olduğunun ve her an Allah’ın yardımına muhtaç olduğunun farkında olma
âlem-i İslâm : İslâm âlemi
arz etmek : söylemek, ifade etmek
aziz : çok değerli, izzetli
bilâkis : aksine, tersine
cereyan : akım, hareket
ders-i Kur’âniye : Kur’ân dersi
ecza : parçalar, kısımlar
ehl-i iman : Allah’a ve Ondan gelen herşeye inananlar, mü’minler
elyak : daha lâyık
faaliyet : icraat, çalışma
fakr : fakirlik, çaresizlik; Allah’a karşı mutlak mânâda muhtaç olduğunu bilmek
hakikat : esas, doğru, gerçek
hakikat-i hal : işin aslı, meselenin iç yüzü
ihsan : bağış, ikram
intişar : yayılma
kudsî : kutsal, yüce; her türlü kusur ve noksandan uzak
küllî : genel, kapsamlı
mahiyet : temel özellik, nitelik
mâni : engel
mazhar : sahip olma, erişme
medh ü senâ : övme ve yüceltme
minnettar : iyilik yapan birisine karşı teşekkür ve borçluluk hissi duyan
muhabbet : sevgi
mükâfat : ödül
müteaddit : bir çok, çeşitli
mütefekkir : düşünür
mütemadiyen : sürekli olarak
nefis : kişinin kendisi; insanı daima kötülüğe, hazırdaki zevk ve isteklere sevk eden duygu
neşretme : yayma, yayınlama
neşriyat : yayınlar
nüsha : kopya
saadet-i dünyeviye ve uhreviye : dünya ve âhiret mutluluğu
senâ : övme ve yüceltme
serâpâ : tepeden tırnağa, baştan aşağıya
şehadet : şahitlik, tanıklık
tahsin : beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme
takdir : beğendiğini dile getirme
telif : yazma
azap : acı, sıkıntı
beşeriyet : insanlık
bilâ istisna : istisnasız, aralıksız
cemiyet : dernek, topluluk
dâimî : sürekli
dalâlet : hak yoldan ayrılma, sapkınlık
din-i hak : hak din, İslâm
ebedî : sonsuz
ehl-i vukuf : bilirkişi heyeti
fâni : gelip geçici olan, ölümlü
fantaziye : aşırı süs ve lüks
feragat : fedakarlık, hakkından vazgeçme
fıtrat-ı beşeriye : insanın yaratılışı, tabiatı
gaflet : âhirete, Allah’ın emir ve yasaklarına duyarsız davranma hâli, umursamazlık
gaye-i hayat : hayatın gayesi
hakaik-i imaniye : iman hakikatleri, esasları
hakikat : esas, doğru, gerçek
hatip : konuşmacı
hayat-ı bâkiye : devamlı ve kalıcı âhiret hayatı
ihtar : hatırlatma
isnad : dayandırma; suçlama
istidadat : istidatlar, kàbiliyetler
izah : açıklama
kat’iyen : kesin olarak
kıyamet : dünyanın sonu, varlığın bozulup dağılması
Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyân : açıklamalarıyla benzerini yapmaktan akılları âciz bırakan Kur’ân-ı Kerim
medih : övgü
menfaat : yarar, fayda
mesele-i mühimme : önemli mesele
meşhur : bilinen, tanınmış
meyusiyet : ümitsizlik
misli : benzeri
mu’cize-i ekber : en büyük mu’cize
muvakkat : geçici
nazar : bakış, dikkat
neşir : basma, yayma
nev-i beşer : insanlık
nüfuz : etki, tesir
Rehber : Gençlik Rehberi adlı eser
ruh u can : ruh ve can; bütün içtenlik
rû-yi zemin : yeryüzü
saadet : mutluluk
şehadet : şahitlik, tanıklık
şümul : kapsamlılık
tahribat : tahripler, yıkıp bozmalar
temin etmek : sağlamak, elde etmek
umum : bütün
arz etmek : söylemek, ifade etmek
ayn-ı hak ve hakikat : doğru ve gerçeğin ta kendisi
azîm : büyük, yüce
aziz : çok değerli, izzetli
bayraktar : bayrağı taşıyan; temsilci
beşeriyet : insanlık
beyan : açıklama, izah
cemaat : topluluk, grup
derya-yı iman : iman deryası, denizi
ecdad : atalar, cedler
ehl-i ilim : ilim ehli, âlimler
ehl-i vukuf : bilirkişi
esaret : esirlik
fıkra : bölüm, kısım; kısa yazı
galebe : üstün gelme
hakikat : doğru, gerçek
hâkim : yargıç; hükmeden, egemen olan
hâkim-i mânevî : mânevî olarak hükmeden, idare eden
hakkaniyet : doğruluk, gerçekçilik
hasene : iyilik, sevap
hazine-i tevhid : tevhid hazinesi
hitaben : hitap ederek, seslenerek
Hutbe-i Şamiye : içinde Üstadın Şam’da verdiği hutbe bulunan kitap
hüccet : güçlü delil
ihtar : hatırlatma
irad etme : hutbe verme, sunma, söyleme
istikbal : gelecek
kemâl-i şâşaa : çok gösterişli, son derece görkemli
kudsî : kutsal, mukaddes, yüce
mefahir-i milliye : millî iftiharlar, övünç vesileleri
mehasin : güzellikler
mesned : dayanak
mevzu : konu
muhterem : hürmete lâyık, saygıdeğer
mukabil : karşılık
müellif : telif eden, yazan
mümasil : benzeyen, andıran
nesil : kuşak
nev-i beşer : insanlık
nüfuz : güç; etki, tesir
nümune : örnek, misal
seyyiat : kötülükler, günahlar
şems-i İslâmiyet : İslâmiyet güneşi
takdir : beğeni, değerlendirme
temin : elde etme; sağlama
umman-ı hikmet : hikmet ve ilim deryası, denizi
âhir : son
ahlâk-ı İslâmiye : İslâm ahlâkı
âlem-i İslâm : İslâm âlemi
bâhusus : bilhassa, özellikle
binaen : dayanarak
burhan : güçlü, kesin delil
burhan-ı aklîye : güçlü ve kesin aklî delil
câmi-i kebir : büyük cami
cemaat : topluluk, grup
dehalet : dahil olma, girme, sığınma
ecnebî : yabancı
ef’âl : fiiller, işler
emare : belirti, iz
fecr-i sâdık : gerçek aydınlık, tan yerinin ağarması, gerçek sabah
hâdisat : hadiseler, olaylar
hakaik-i imaniye : iman hakikatleri, esasları
hakaik-i Kur’âniye ve imaniye : Kur’ân ve iman hakikatleri, esasları
hakikat : esas, doğru, gerçek
hakikî : doğru, gerçek
hâkim : hükmeden, idaresi altında tutan
hâsıl-ı kelâm : sözün kısası, özü
Hutbe-i Şamiye : içinde Üstadın Şam’da verdiği hutbe bulunan kitap
hüküm : yargı, karar; etki ve egemenlik altına alma
ihtar : ikaz, uyarı
inkişaf : açığa çıkma, açılma
intibah : uyanma
istikbal : gelecek
istinad : dayanma
izhar : gösterme
kader-i İlâhî : Allah’ın meydana gelecek hâdiseleri olmadan önce takdir etmesi, plânlaması
kanaat-i kat’iye : kesin kanaat
kemâlât : üstünlükler, mükemmellikler, güzellikler
küre-i arz : yer küre, dünya
mârifet : bilgi
mâzi : geçmiş zaman
mukadderat : Allah tarafından takdir olunmuş ileride meydana gelecek haller ve olaylar
münevver : aydın, düşünür
müşevveş : dağınık, karışık
mütefekkir : düşünür
nazar : bakış, dikkat
ruhban : Hıristiyan din adamı
saadet : mutluluk
saadet-i dünyeviye : dünya hayatındaki mutluluk
şakirt : öğrenci, talebe
takdim etme : sunma
telâkki : kabul etme
terakki : ilerleme, yükselme
tesbit : sabit kılma, sağlam şekilde yerleştirme
âlem-i İslâm : İslâm âlemi
beşer : insanlık
beşer : insanlık
cihazat : cihazlar, donanım
dâhi : deha sahibi, üstün zekâ ve hikmet sahibi
ehl-i vukuf : bilirkişi
emare : belirti, iz
fecir : sabah
fecr-i sâdık : gerçek aydınlık, tan yerinin ağarması, gerçek sabah
hakikî : asıl, gerçek
hâkim : hükmeden, idare eden
heyet-i hâkim : hâkimler heyeti, kurulu
hurafat : aslı esası olmayan saçma inanışlar
ihvan : kardeşler
inkılâp : değişim, dönüşüm
inkisaf : tutulma
insaf : vicdan
inşaallah : Allah dilerse
İsevî : Hıristiyan
isnad : dayandırma
istikbal : gelecek
istinaden : dayanarak
ittifak : birleşme, birlik olma
kat’î : kesin
mağlûp etme : yenme, üstesinden gelme
mahsûlât : ürünler, eserler
mâni : engel
mehasin : güzellikler
meyelân : meyletmeler, eğilim göstermeler
muhabbet-i insaniye : insanlık sevgisi
muhakkik : gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen
muhterem : hürmete lâyık, saygıdeğer
mukaddeme : başlangıç, giriş
müellif : telif eden, yazan
mümânaat : engel olma
münafık : iki yüzlü, inanmadığı halde inanmış görünen
mürted : dinden çıkan
saadet : mutluluk
taharrî-i hakikat : hakikati araştırma, doğruyu arama
tahrifat : değiştirmeler, bozmalar
taife : grup, topluluk
techiz etmek : donatmak, cihazlandırmak
tenvir : aydınlatma
tetkik : inceleme, araştırma
uhrevî : âhirete ait
âdilâne : adaletli
âhir : son
beraat : temize çıkma, suçsuz olduğu anlaşılıp serbest bırakılma
fevkalâde : olağanüstü
Gençlik Rehberi : Risale-i Nur’dan derlenmiş olan ve gençlere ait meselelerden oluşan bir kitapçık
hakikat : doğru, gerçek
hakikî : asıl, gerçek
haşiye : dipnot
hayat-ı dünyeviye ve uhreviye : dünya ve âhiret hayatı
Heyet-i Sıhhiye : Sağlık Kurulu
iftira : yalan yere birisini suçlama, suç atma
ihlâs : ibadet ve davranışlarda sadece Allah rızasını gözetme; samimiyet
intişar : yayılma
isnad : dayanak
itibar : özellik
lillâh : Allah için
mâni : engel
muhafaza : koruma
müfteri : iftiracı
müsadere : el koyma
nüsha : kopya
risale : mektup; küçük kitapçık; Risale-i Nur’da yer alan herbir bölüm
saadet : mutluluk
şakirt : öğrenci, talebe
tab : baskı, basma
takdim : sunma
tetkik : inceleme, araştırma
vesika : belge
vilâyet : il
zâlim : zulmeden, haksızlık eden
arz etmek : söylemek, ifade etmek
cüz’ : kısım, parça
dalâlet : hak yoldan ayrılma, sapkınlık
ecdad : atalar, cedler
ecza : bir bütünü oluşturan parçalar, kısımlar
ehl-i vukuf : bilirkişi
fazilet : üstünlük, güzel ahlâk, mânevî değer, erdem
fetih : açma; bir şehir veya ülkeyi İslâm topraklarına katmak
gayr-ı mümkün : imkânsız
hakikat : esas, doğru, gerçek
hâlihazır : şimdiki hâl
hâşâ : kesinlikle öyle değil
intişar : yayma
isnad : dayandırma, suçlama
itirazname : itiraz dilekçesi
küfür : inkâr, inançsızlık
mahiyet : asıl, esas, temel nitelik
mahkeme-i adalet : adaletli mahkeme, hakkın benimsenip uygulandığı yer
mâneviyat : mânevî değerler, mânevi âleme ait olan şeyler
mevzu : konu
mukaddesat : kutsal değerler
müellif : yazar
mütalâa : okuma ve dikkatlice inceleme
müteşekkil : meydana gelmiş, oluşmuş
nazar-ı itibar : dikkate alma
Rehber/Gençlik Rehberi : Risale-i Nur’dan derlenmiş, gençlere ait meselelerden oluşan bir kitapçık
saadet : mutluluk
sefahet : gayrı meşru zevk ve eğlencelere düşkünlük
sefih : yasak zevk ve eğlencelere düşkün
suikast : kötü kast, tuzak
taarruz : saldırı, hücum
tab’ : basma
tahkir : aşağılama, hakaret etme
tahrif : bozma, karıştırma
tetkik : inceleme, araştırma
tezyif : alay etme, küçük düşürme
vesika : belge
vukufsuz : bir konu hakkında hiçbir bilgisi olmayan
Yükleniyor...