2 وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ1 بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Aziz kardeşlerim; Kur’ân’a ait en cüz’î, en küçük bir nüktenin de kıymeti büyük olduğundan, İşârât-ı Kur’âniyenin bu zamanımıza temas eden küçük bir şuaı, bugün, Sûre-i ve’l-Asrî nükte-i i’câziyesi münasebetiyle, Sûre-i Fil’den, mânâ-yı işârî tabakasından, tevafuk düsturuna istinaden bir nüktesini beyan etmem ihtar edildi. Şöyle ki:

Sûre-i اَلَمْ تَرَ كَيْفَ meşhur ve tarihî bir hâdise-i cüz’iyeyi beyânla küllî ve her asırda efradı bulunan o gibi ve ona benzeyen hâdiseleri ihtar ve tabakat-ı işariyeden her tabakaya göre bir mânâyı ifade etmek, umum asırlarda, umum nev-i beşerle konuşan Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın belâğatının muktezası olmasından, bu kudsî sûre, bu asrımıza da bakıyor, ders veriyor. Fenaları tokatlıyor. Mânâyı işârî tabakasından bu asrın en büyük hâdisesini haber vermekle beraber, dünyayı her cihetle dine tercih etmek ve dalâlette gitmenin cezası olarak, cifir ve hesab-ı ebcedle, üç cümlesi, aynı hâdisenin zamanına tetabuk edip işaret ediyor.

Birinci cümlesi: Kâbe-i Muazzamaya hücum eden Ebrehe askerlerinin başlarına ebâbil tayyareleriyle semavî bombalar yağdırmasını ifade eden 3 تَرْمِيهِمْ بِحِجَارَةٍ cümle-i kudsiyesi, bin üç yüz elli dokuz edip, dünyayı dine tercih eden ve nev-i beşeri yoldan çıkaran medeniyetçilerin başlarına semavî bombalar ve taşları yağdırmasına tevafukla işaret ediyor.

İkinci cümle: 4 اَلَمْ يَجْعَلْ كَيْدَهُمْ فِى تَضْلِيلٍ kelime-i kudsiyesi, eski zaman hâdisesindeki Kâbe’nin nurunu söndürmek için, hilelerle hücum edenlerin kendileri yokluk, zulümat dalâletinde aksü’l-amelle aleyhlerine dönmesiyle tokat yedikleri gibi; bu asrın aynen hilelerle, desiselerle, zulümlerle edyan-ı semaviye kâbesini, kıblegâhını dalâlet hesabına tahribe çalışan cebbar; mağrur ehl-i dalâletin tadlil ve idlâllerine semavî bombalar tokadıyla cezalanmasına, aynı tarihî
5 فِى تَضْلِيلٍ kelime-i kudsiyesi bin üç yüz altmış makam-ı cifrîsiyle tevafuk edip işaret ediyor.

Üçüncüsü: 6 اَلَمْ تَرَ كَيْفَ فَعَلَ رَبُّكَ بِاَصْحَابِ الْفِيلِ cümle-i kudsiyesi, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma hitaben, “Senin mübarek vatanın ve kıblegâhın olan Mekke-i Mükerremeyi ve Kâbe-i Muazzamahârikulâde bir surette düşmanlarından kurtarmasını ve o düşmanların nasıl bir tokat yediklerini görmüyor musun?” diye mânâ-yı sarîhiyle ifade ettiği gibi; bu asra dahi hitap eden o cümle-i kudsiye, mânâ-yı işârîsiyle der ki: “Senin dinin ve İslâmiyetin ve Kur’ân’ın ve ehl-i hak ve hakikatın cebbar düşmanları olan dünyaperest ve dünyanın menfaati için mukaddesatı çiğneyen o ashab-ı dünyaya senin Rabbin nasıl tokatlarla cezalarını verdiğini görmüyor musun? Gör, bak!” diye mânâ-yı işârîsiyle bu cümle aynen makam-ı cifrîsiyle tam bin üç yüz elli dokuz (1359) tarihiyle, aynen âfât-ı semavî nev’inde semavî tokatlarla, “İslâmiyete ihanet cezası olarak...” diye mânâ-yı işârî ifade ediyor. Yalnız 7 اَصْحَابِ الْفِيلِ yerinde اَصْحَابِ الدُّنْيَا gelir. Fil kalkar, dünya gelir. HAŞİYE

Tahlil

8 تَرْمِيهِمْ بِحِجَارَةٍ iki ت sekiz yüz; iki ر dört yüz, iki م bir ب bir ح bir ى yüz; tenvin vakıf olmadığından ن dur, elli; bir bir ج bir medde (elif) dokuz, mecmuu bin üç yüz elli dokuz.

9 ض : فِى تَضْلِيلٍ sekiz yüz, ف seksen, ت dört yüz, iki ى yirmi, iki ل altmış, tenvin vakfa rastgelmiş, sayılmaz; yekûnu bin üç yüz altmış.

10 اَلَمْ تَرَ كَيْفَ فَعَلَ رَبُّكَ بِاَصْحَابِ الْفِيلِ iki ر bir ت sekiz yüz; iki ف iki ك iki yüz; iki ل bir م yüz; bir ع bir ص yüz altmış; dört ب üç (ا) bir ى bir ح yirmi dokuz; اَلْفِيلِ yerine gelen اَلدُّنْيَا daki iki د bir elif dokuz; bir ن elli; bir ى on, bir (ا) , bir. Bu yekûn bin üç yüz elli dokuz (1359), eğer okunmayan elif sayılmazsa bin üç yüz elli sekiz (1358) eder. Hem Arabî, hem Rumî tarihiyle bu semavî tokatların ayrı ayrı çeşitlerinin zamanlarına tevafukla parmak basıyor. HAŞİYE-1 Umum kardeşlerime birer birer selâm ve dualar eylerim.
Kardeşiniz
Said Nursî

• • •

Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler:

1 : Her türlü noksan sıfatlardan yüce olan Allah’ın adıyla.
2 : “Hiçbir şey yoktur ki Allah’ı hamd ile tesbih etmesin.” İsrâ Sûresi, 17:44.
3 : “Onlara taşlar attılar.” Fil Sûresi, 105:4.
4 : “Onların tuzaklarını boşa çıkarmadı mı?” Fil Sûresi, 105:2.
5 : “Boşa çıkarmak.” Fil Sûresi, 105:2.
6 : “Rabbinin fil sahiplerine ne yaptığını görmedin mi?” Fil Sûresi, 105:1.
7 : “Fil sahipleri.” Fil Sûresi, 105:2.
8 : “Onlara taşlar attılar.” Fil Sûresi, 105:4.
9 : “Boşa çıkarmak.” Fil Sûresi, 105:2.
10 : “Rabbinin fil sahiplerine ne yaptığını görmedin mi?” Fil Sûresi, 105:1.
HAŞİYE : Bu fil lâfzı kalkmasının sırrı, eski zamanda, dehşetli fil-i Mahmudî azametine, heybetine dayanmış, hücum etmişler. Şimdi ise, dünya servetine ve malına ve o servetle filolar teşkil edip, hattâ, kırk milyon bir millet, o fil gibi filolarla dört yüz milyonu esaret altına almış. Ve Avrupa medeniyetçileri, medeniyetin mehasiniyle, iyilikleriyle, menfaatleriyle değil, belki medeniyetin seyyiatıyla ve sefahetiyle ve dinsizliğiyle üç yüz elli milyon Müslümanların her tarafta hâkimiyetlerini imha edip, istibdadına serfüru etmiş ve bu musibet-i semaviyeye sebebiyet vermiş. Ve dünyaperest, gaddar zâlimler, zulümlerine ceza olarak tokatlar gelmeye; ve fakir ve mâsumlar ve mazlumlara, fâni mallarını ve hayatlarını âhiretlerine çevirmek ve kıymettar eylemek ve dünyadaki günahlarına keffaretü’z-zünûb etmeye kader-i İlâhîye fetva verdiler. Ben, bir buçuk senedir dünyaperestlerin bu musibette vaziyetlerini ve safahatlarını ve Harb--i Umumî sahifelerini kat’iyen bilmiyorum. Fakat iki sene evvelki vaziyetleri, bu sûre-i kudsiyenin mânâ-yı işarî tabakasından gelen tokatlar tam tamına onların başlarına iniyorlar. Ve sûrenin bir mâna-yı işarîsini tam tefsir ediyor.
HAŞİYE-1 : Evet, bu tokattan, pürşer beşer şirkten şükre girmezse ve Kur’ân’a tarziye vermezse, melâike elleriyle de ahcâr-ı semaviye başlarına yağacağını bu sûre bir mâna-yı işarî ile tehdit ediyor.
Önceki Risale: ( 141 ) / Sonraki Risale: ( 143 )
Ekranı Genişlet
Lügat Listesi

Lügatler :

asır : yüzyıl
aziz : çok değerli, izzetli, saygın
belâğat : düzgün, kusursuz, yerinde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme
beyan : açıklama, izah
cihet : yön, taraf
cümle-i kudsiye : kutsal cümle
cüz’î : küçük
dalâlet : hak yoldan sapkınlık, inançsızlık, inkâr
düstur : kâide, kural
ebâbil : dağ kırlangıcı; kuş sürüsü; Kâbe’yi yıkmaya gelen Habeş kumandanı Ebrehe’nin ordusuna gökten taş yağdıran kuşlar
efrad : fertler
fena : kötü
hâdise-i cüz’iye : küçük bir hâdise
hesab-ı ebced : ebced hesabı
ihtar : hatırlatma, uyarı
istinaden : dayanarak
İşârât-ı Kur’âniye : Kur’ân işâretleri; Birinci Şuâ
Kâbe-i Muazzama : büyük ve kutsal Kâbe
kudsî : kutsal, her türlü kusur ve noksandan uzak
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan : açıklamalarıyla mu’cize olan, benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân
küllî : büyük, kapsamlı, geniş
mânâyı işârî : işaret edilen mânâ
mukteza : bir şeyin gereği
münasebet : bağlantı, ilişki
nev-i beşer : insanlar
nükte : ince ve derin mânâ
nükte-i i’câziye : mu’cizeli nükte, ince mânâ
semâvî : gökten gelen
Sûre-i Fil : Fil Sûresi, Kur’ân’ın 105. âyeti
Sûre-i ve’l-Asrî : Ve’l Asr Sûresi, Kur’ân’ın 103. Sûresi
şua : bir ışık kaynağından çıkan ışık telleri
tabakat-ı işariye : işaret tabakası, derecesi
tayyare : uçak
tetabuk : uygunluk
tevafuk : denk gelme, uygunluk
umum : bütün
âfât-ı semavî : gökten gelen belâ, musibet
aksü’l-amel : ters tepki
Aleyhissalatü Vesselâm : Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun
ashab-ı dünya : yalnızca dünyaya çalışan, dünyalık kimseler
asr : yüzyıl
cebbar : zorba, zalim
cümle-i kudsiye : kutsal cümle
dalâlet : hak yoldan sapkınlık
desise : hile, aldatma
dünyaperest : dünyayı tapar derecesinde seven
edyân-ı semaviye : semavî olan ve vahiyle gelen dinler
ehl-i dalâlet : doğru ve hak yoldan sapanlar
ehl-i hak ve hakikat : hak ve doğruluk üzere olan kimseler
hârikulâde : olağanüstü, şaşırtıcı derecede
hitaben : hitap ederek
idlâl : hak yoldan çıkarma, saptırma
Kâbe-i Muazzama : büyük ve kutsal Kâbe
kelime-i kudsiye : kutsal kelime
kıblegâh : kıblenin bulunduğu yer
mağrur : gururlu, kendini beğenmiş
mânâ-yı işârî : işaret edilen mânâ
mânâ-yı sarîh : açık mânâ
Mekke-i Mükerreme : aziz, mukaddes Mekke şehri
mukaddesât : mukaddes olan şeyler, kutsal değerler
mübarek : hayırlı, değerli
nev’ : tür, çeşit
Rab : herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah
Resul-i Ekrem : Allah’ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.)
semâvî : gökten gelen
suret : biçim, şekil
tadlil : doğru yoldan çıkarma, azdırma, saptırma
tahrib : yıkma, bozma
tevafuk : denk gelme, uygunluk
zulümat : karanlıklar, dinsizlik, küfür
âhiret : öteki dünya, öldükten sonraki ebedî hayat
azamet : büyüklük, yücelik
dünyaperest : dünyayı taparcasına seven
elif : Arap alfabesinin ilk harfi
esaret : esirlik, kölelik
fâni : geçici, ölümlü
fetva : hüküm, izin
fil-i Mahmudî : Yemen Valisi Ebrehe’nin Kâbe’yi yıkmak için geldiği zaman, ordusunda bulunan Mahmud adlı fil
filo : takım, grup
gaddar : acımasız, çok zulmeden
hâkimiyet : egemenlik, hükümranlık
haşiye : dipnot, açıklayıcı not
heybet : saygıyla beraber korku duygusunu uyandıran hâl, haşmet
istibdad : baskı, zulüm
kader-i İlâhiye : Allah’ın meydana gelecek hâdiseleri olmadan önce takdir etmesi, plânlaması
kat’iyen : kesin olarak
keffâretü’z-zünub : günahlara keffaret, günahların bağışlanmasına vesile
kıymettar : kıymetli, değerli
lâfz : ifade, kelime
mânâ-yı işârî : işaret edilen mânâ
mâsum : suçsuz, günahsız
mazlum : zulme, haksızlığa uğrayan
mecmuu : tamamı
medde : uzatma işareti; elif’in uzun okunacağını gösteren işaret
mehasin : güzellikler
menfaat : çıkar, yarar
musibet : belâ, felaket, sıkıntı
musibet-i semaviye : gökten gelen musibetler, belâlar
sefahet : zevk, eğlence ve yasak şeylere düşkünlük
serfüru : boyun eğme
seyyiat : günahlar, kötülükler
sûre-i kudsiye : kutsal sûre
tahlil : değerlendirme, çözümleme
tefsir : açıklama, yorumlama
tenvin : Arapça gramerinde bir kelimenin sonunu nun gibi okutmak üzere konulan işaret; kelimenin sonuna iki üstün (en), iki esre (in), iki ötre (ün) gelmesi hâli
teşkil etme : oluşturma, meydana getirme
vakıf : duraklama, Arapça bir kelimenin sonunu harekesiz olarak okuyarak durma
yekûn : bütün, toplam
zâlim : zulmeden, haksızlık eden
Yükleniyor...