2 وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ1 بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللّٰهِ وَبَرَكَاتُهُ 3

Aziz, sıddık kardeşlerim; Sizin Miracınızı tebrik ve Mirac Sahibinin (a.s.m.) sünnet-i seniyesine sizi ve bizi tam muvaffak eylemesine rahmet-i İlâhiyeden niyaz ediyoruz. Size, bu bir iki gün zarfında, nazar-ı dikkati celb eden bir iki küçük meseleyi yazıyorum.

Evvelâ: Risale-i Nur şakirtlerinin bir kısmı bekâr kalmaklığın çok sebeplerinden bir sebebini gösteren bir hâdise. Bugünlerde, gençlik darbesini yiyen ve bekâr kalan ve tesellî bulmak için Risale-i Nur’la alâkadarlığa çalışan ve mühim bir mektepte ders almaya meşgul ve ehemmiyetli bir adamın kerimesi bulunan hanıma icmalen bir hakikat söyledim. Belki o havalide bazılara fâidesi var diye yazıyorum.

Dedim ki: Madem gençlik darbesini yedin, bir vazife-i fıtriye olan tenasül kanununa daha girme. Çünkü o vazifenin mukabilinde ücret olarak erkeğin aldığı muvakkat lezzet ve keyif bir derece bidayette kâfi geliyor. Fakat, biçare kadın, o vazife-i fıtriyede, bir sene ağır yükü çekmeye ve bir-iki sene veledin meşakkatine, beslemesine ve açık saçıklık sebebiyle kocasının nazarında sadakatsizlik ittihamı ve kocasının da gözü dışarıda olmak ihtimali ve ona samimî merhamet etmemesi cihetiyle, daimî sıkıntılara ve vicdanî azaplara mukabil, izdivaçta aldığı muvakkat bir keyif ve lezzet, bu bozuk zamanda, ona, o vazifeye mukabil yüzden birisine mukabil gelemiyor. Ve bilhassa, küfüvv-ü şer’î tâbir edilen, birbirine seciyeten ve diyaneten liyakat bulunmadığından, daha ziyade azap çektirir. Ve bilhassa terbiye-i İslâmiye haricinde, Müslüman namı altında olanlar, imandan gelen hürmet ve merhamet-i mütekabileyi bulamadıklarından, bütün bütün saadet-i hayatiyeyi mahvediyor, cehennem azâbını çektiriyor.

Hem peder, hem valide, tenasül kanunundaki vazifede çektikleri çok meşakkat ve gördükleri çok hizmete mukabil, yalnız veledin dünyada, kemâl-i hürmet ve itâatle şefkatlerine ve hizmetlerine bedel, hâlis bir hürmet ve sadıkane bir itaat ve vefatlarından sonra, salâhatiyle ve hayratıyla ve dualarıyla onların defter-i a’mâline hasenat yazdırmak ve on beş seneden evvel mâsumen ölmüşse onlara kıyamette şefaatçi olmak ve Cennette, onların kucağında sevimli bir çocuk olmaktır.

Şimdi ise, terbiye-i İslâmiye yerine mimsiz medeniyet terbiyesi yüzünden, ondan, belki yirmiden, belki kırktan bir çocuk ancak peder ve validesinin çok ehemmiyetli hizmet ve şefkatlerine mukabil mezkûr vaziyet-i ferzendâneyi gösterir. Mütebakisi, endişelerle, şefkatlerini daima rencide ederek, o hakikî ve sadık dostlar olan peder ve validesine vicdan azabı çektirir. Ve âhirette de dâvâcı olur: “Neden beni imanla terbiye ettirmediniz?” Şefaat yerinde, şekvâcı olur.

İkinci mesele: Dünkü gün, beş tevafuk-u lâtifeden kat’î bir kanaat bize geldi ki, en cüz’î ve ehemmiyetsiz işlerimizde de inayetkârâne bir dikkat altındayız.

Birincisi: Ben kapıya çıktığım vakit, memulün hilâfında, Risale-i Nur şakirtlerinden dört tane Ahmed’ler, bana alâkadar birer maksadı yapacak; birden, beraber kapıya geldiler: iki tane köylerden, ikisi de burada ayrı ayrı mahallelerden.

Hem yine, Risale-i Nur’un mühim bir talebesi, Köroğlu Ahmed’e bir miktar yoğurt, hem teberrük, hem tayin olarak verdik. Daha elinde yoğurdu tutarken, Risale-i Nur’un mâsum talebelerinden Hilmi’nin mahdumu Ahmed, elinde, öteki Ahmed’e verdiğim miktar yoğurtla kapıyı açtı. Risale-i Nur talebelerinden altı Ahmed’in bir günde bu çeşit tevafukatı, tesadüfe benzemez; belki o Ahmed’lere nazar-ı dikkati celbeden bir işarettir.

İkincisi: Muhacir, fakir bir kadın benden bir teberrük istedi. Ben de bir gömlek verdim. Beş dakika sonra, aynı isimde bir kadın, bir gömleği bana kabul ettirmek için mühim bir vasıtayı bulup gönderdi. Tevafuk hatırı için kabul ettim.

Hem aynı gün, bazı müstehak zâtlara yarı yağımı verirken kap fazla almış, pek azı bana kaldı. Aynen, onlar daha o yağı almadan, benim niyetimde bana kalacak miktar kadar uzak bir köyden, kitaplarımı okumak mukabiline geldi. Onu da o tevafuk hatırı için kabul ettim.

Üçüncüsü: Aynı günde ben, at üzerinde seyahate (gezmeye) giderken, arkamda bir atlı sür’atle geliyor. İndi, ayağıma, üzengiye sarıldı: tanımadığım bir adam.

Dedim: “Sen kimsin, bu kadar dostluk gösteriyorsun?”

Dedi: “Ben Kuzca hatibiyim.” Halbuki Kastamonu’da hiç bu namda bir karye bulunduğunu bilmiyordum. Sonra geldim. İki Ispartalı asker yanıma geldiler.

Birisi dedi: “Ben Kuzca hatibinden sana mektup getirdim.”

Bu acip tevafuk bana, bu iki ayrı ayrı vilâyette, hem böyle tevafuk etmeleri, Risale-i Nur hizmetinde sadakatle çalışmalarına bir işarettir.

Bu münasebetle Sabri, Kuzca hatibine, benim tarafımdan çok selâm etsin. Onu has talebeler içinde mânevî kazançlar şerik ediyoruz. Hususî mektup yazmak âdetimiz olmadığından, ona ayrıca mektup yazamadığımızdan gücenmesin. Tatlı bir tevafukun meyvesini, aynı gün daha şirin bir tarzda gördüm. Şöyle ki:

İki asker, kemâl-i sevinçle, gayet dostâne, “Sen Ispartalısın, bizim hemşehrimizsin.”

Ben de dedim: “Maaliftihar, her cihetle Ispartalıyım. Isparta taşıyla, toprağıyla benim nazarımda mübarektir, benim vatanımdır ve herbiri yüze mukabil, yüzer ve binler hakikî kardeşlerimin meskat-ı re’sleridir.”

Evet, bu havaliye gelen Ispartalılar asker olsun, başkalar olsun, ekseriyet-i mutlakayla beni hemşehri biliyorlar. Hangisi benimle görüşüyor, “Sen Ispartalı mısın?”

Ben de diyorum: “Maaliftihar, ben Ispartalıyım.” Ve Isparta’da o kadar hakikî kardeşlerim ve akariblerim var ki, meskat-ı re’sim olan Nurs karyesine pek çok cihetlerle tercih ediyorum. Ve büyük Isparta’nın bir küçük evlâdı hükmünde olan Isparit nahiyemize, büyük Isparta’nın birtek köyünü tercih ediyorum. O kadar hâlis, kahraman kardeşleri bana veren Isparta, taşı da, toprağı da bana ve belki Anadolu’ya mübarek olmuş. İnşaallah hem Anadolu’ya hem âlem-i İslâma neşrettikleri Nur tohumları birer rahmete mazhar olur, sümbül verir. Hem gıda, hem ziya, hem deva olup mânevî galâ ve veba ve zulmü ve zulmeti dağıtır.

Dördüncüsü: Sabık üç tevafuku yazdıktan sonra, büyük Hâfız Ali’nin gayet güzel mektubuyla, Hulûsi-i sâlis Abdullah Çavuş’un mânidar mektubu ve Hulûsi Beyin ve Kâtip Osman’ın kıymetli mektuplarını aldım. Hâfız Ali’nin mektubunda yazdığı şu fıkra, Konya âlimlerinin Risale-i Nur’u yazmakta ve takdir etmekte olduklarını ve tefsir sahibi Hoca Vehbi’nin (r.h.) Risale-i İhlâs karşısında mağlûbiyetle beraber, Risale-i Nur’a karşı hayran ve takdirkâr olması münasebetiyle, Hâfız Ali demiş:

“Risale-i Nur’un bir kerametidir, öküze et ve arslana ot atmaz. Öküze ot verir, arslana et verir. O arslan Hocanın en evvel İhlâs Risaleleri eline geçmiş.”

İşte, Hâfız Ali’nin bu mektubunu aldığımdan ya altı, ya yedi gün evvel, Karadağ’dan inerken, birden diyordum: “Yahu, ata et, arslana ot atma; arslana et, ata ot ver.”

Bu kelimeyi beş altı defa hoşuma gitmiş, tekrar ediyordum. Ya Hâfız Ali benden evvel yazmış, bana da söylettirdi; veyahut ben evvel söylemişim, ona yazdırılmış. Yalnız bu garip tevafukta bir farkımız var. O, “öküze ot” demiş, ben “ata ot” demişim.
• • •

Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler:

1 : Her türlü noksan sıfatlardan yüce olan Allah’ın adıyla.
2 : “Hiçbir şey yoktur ki Allah’ı hamd ile tesbih etmesin.” İsrâ Sûresi, 17:44.
3 : Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.
Önceki Risale: ( 161 ) / Sonraki Risale: ( 163 )
Ekranı Genişlet
Lügat Listesi

Lügatler :

âhir : son
alâkadarlık : ilgili olma
aziz : çok değerli, izzetli, saygın
celb etme : çekme
dümdâr : ordunun geriden gelen emniyet kuvveti
ehemmiyetli : önemli
evvelâ : ilk olarak
gaye-i hayal : hayal edilen gaye, hedef
hakikat : gerçek, doğru
havali : çevre, civar
icmalen : kısaca, özetle
kerime : kız evlat
medrese-i Nuriye : Nur medresesi; Risale-i Nur’un okunduğu yerler
mesrur : sevinçli, mutlu
Mirac : Peygamberimizin (a.s.m.) Allah’ın huzuruna yükselişi ve bütün mânevî âlemleri gezdiği yolculuk
muhabere : haberleşme, konuşma
muvaffak : başarılı olma, erişme
nazar : bakış, görüş, düşünce
nazar-ı dikkat : dikkat içeren bakış
niyaz : dua, yalvarma
rahmet-i İlâhiye : Allah’ın herşeyi kuşatan sonsuz rahmeti
rüfeka : arkadaşlar
sıddık : çok doğru ve bağlı
suret : biçim, şekil
sünnet-i seniye : Peygamberimizin söz, fiil ve hareketlerine dayanan yüce prensipler
şakirt : talebe, öğrenci
takdirât : takdirler, övgüler
teşrik : ortak etme
zarfında : içinde
biçare : çaresiz
bidayet : başlangıç
bilhassa : özellikle
cihet : yön, taraf
cüz’î : az, küçük, ferdî
defter-i a’mâl : amellerin kaydedildiği defter
diyaneten : dinî yönden
ehemmiyet : önem
hakikî : gerçek
hâlis : içten, katıksız, samimî
hasenat : iyilikler, sevaplar
hayrat : hayırlar, iyilikler
hürmet : saygı
inâyetkârâne : lütfederek, ihsan ve ikram ederek
ittiham : suçlama
izdivaç : evlilik
kâfi : yeterli
kat’î : kesin olarak
kemâl-i hürmet ve itâat : tam bir hürmet ve saygı
küfüvv-ü şer’î : şeriatın eşler arasında uygun gördüğü denklik; birbirine uygunluk
liyakat : lâyık olma
mâsumen : mâsum, günahsız bir şekilde
merhamet-i mütekabile : karşılıklı merhamet besleme
meşakkat : güçlük, sıkıntı
mezkûr : anılan, sözü geçen
mimsiz medeniyet : “deniyet” alçak medeniyet
mukabil : karşılık
muvakkat : geçici
mütebaki : geri kalan kısım
nam : ad
nazar : bakış, görüş, düşünce
peder : baba
rencide etmek : incitmek
saadet-i hayatiye : hayatın mutluluğu, huzuru
sadâkat : bağlılık, doğruluk
sadık : bağlı, doğru
sadıkane : dürüstçe, sadıkça
salâhat : dindarlıkta çok ileri olma hâli, günahsız ve temiz oluş
seciyeten : huy ve karakter yönünden
şefkat : acıma, merhamet
şekvâcı : şikayetçi
tâbir edilen : adlandırılan
tenasül : üreme, nesil yetiştirme
terbiye-i İslâmiye : İslâm terbiyesi
tevafuk-u lâtife : güzel tevafuk, uygunluk
valide : anne
vazife-i fıtriye : yaratılıştan gelen görev
vaziyet-i ferzendâne : evlâda yakışır vaziyet, hal
veled : çocuk, evlad
ziyade : çok, fazla
acip : hayrette bırakıcı, hayranlık verici
alâkadar : ilgili
celbeden : çeken
dostâne : dostça
has talebeler : kıymetli ve ileri gelen mühim talebeler
hilâf : zıt, ters
hususî : özel
karye : köy
kemâl-i sevinç : tam bir sevinç
mahdum : evlat
memul : beklenilen, umulan
muhacir : göçmen
mukabil : karşılık
münasebet : bağlantı, ilişki
müstehak : hak eden, lâyık
nam : ad
nazar-ı dikkat : dikkat içeren bakış
sadakat : bağlılık, sebat
şakirt : talebe, öğrenci
şerik : ortak
tayin : erzak, yiyecek
teberrük : bereket vesilesi
tevafuk : denk gelme, uygunluk
tevafukat : tevafuklar, uygunluklar
vilâyet : il
akarib : akrabalar, yakınlar
âlem-i İslâm : İslâm âlemi
cihet : yön, taraf
ekseriyet-i mutlaka : genel çoğunluk
evlâd : çocuk
fıkra : belli bir düşünceyi anlatmak üzere kaleme alınan yazı; makâle
galâ : pahalılık
hakikî : asıl, gerçek
hâlis : içten, katıksız, samimî
havali : çevre, civar
İhlâs Risaleleri : Yirminci ve Yirmi Birinci Lem’a’lar
inşaallah : Allah dilerse
keramet : Allah’ın bir ikramı olarak, olağanüstü hal ve fiiller
maaliftihar : iftiharla, memnuniyetle
mağlûbiyet : yenilgi
mânidar : mânâlı, anlamlı
mazhar : ayna olma, erişme
meskat-ı re’s : bir kimsenin doğduğu yer
mukabil : karşılık
mübarek : bereketli, hayırlı
münasebet : bağlantı, ilişki
nahiye : bucak
nazar : bakış, görüş, düşünce
rahmet : şefkat, merhamet ve ihsan
Risale-i İhlâs : İhlâs Risalesi, Yirminci ve Yirmi Birinci Lem’a’lar
sabık : geçen, önceki
takdirkâr : takdir eden, beğeniyi ifade eden
tefsir : açıklama, bir sözü izah etme, Kur’ân’ın âyetlerini açıklama, yorumlama
tevafuk : denk gelme, uygunluk
veba : bulaşıcı ve öldürücü hastalık
ziya : ışık
zulmet : karanlık
Yükleniyor...