(Risale-i Nur’a işaret eden Otuz Üçüncü Âyetin istihracına dâir Hafız Ali’nin bir fıkrasıdır.)
2 وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ1 بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللّٰهِ وَبَرَكَاتُهُ 3

Aziz Üstadım Hazretleri; Dün akşam namazını kılarken ikinci rekâtta Fatiha-i Şerîfeden sonra

شَهِدَ اللّٰهُ اَنَّهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ وَالْمَلٰٰۤئِكَةُ وَاُولُوا الْعِلْمِ قَاۤئِمًا بِالْقِسْطِ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ 4

âyetini okurken, hiç düşünmediğim, akıl ve kalbimde birşey, taharrîye bir sebep yokken, birden bire ruhun penceresine şu azîm âyet-i kerimenin Risale-i Nur’a ve müellifine bir münasebet-i mâneviyeyle işareti gösterildi. Namazdan sonra düşündüm. Hakikaten kuvvetli bir münasebet-i mâneviyesi var. Şöyle ki:

Bu kâinata, vahdaniyet-i İlâhiyeyi cin ve ins ve ruhaniyata karşı kat’î bir surette gösterip ispat eden birinci, Kur’ân-ı Azîmüşşân olduğu gibi, bu asırda ikinci, üçüncü derecede kemâl-i adaletle ve sadık ve musaddak hüccetlerle vahdaniyeti vâzıh ve bâhir bir surette kâinat safahatında ins ve cinnin enzarına arz edip ispat eden Risale-i Nur, bütün tabakat-ı beşere hem medrese, hem mektep, hem kışla, hem hakîm, hem hâkim olarak en âmi avamdan en ehass-ı havassa kadar ders verip tâlim ve terbiye etmesi bizce meşhud olmasıyla, bu âyet-i kerimenin bir mevzuu, bir mâsadakı da Risale-i Nur olmasına şüphesiz bir kanaat veriliyor.

İkinci Kelime-i Tevhidden sonra 5 اَلْعَزِيزُ الْحَكِيمُ isimleriyle Cenâb-ı Hak (Celle Celâlühü) zâtını tavsif buyurup, ikinci derecede aynı isimlerin mazharı olan Risaletü’n-Nur şahs-ı manevîsine işaret etmesi, Kur’ân-ı Azimüşşanın şe’nine yakışır bir keyfiyettir. Çünkü belki bütün dünyaya muhalif olarak fakr-ı haliyle beraber izzet-i İlâhiye ve izzet-i ilmiyeyi muhafaza için ölümden beter musibetlere karşı göğüs geren, tahammül eden Risale-i Nur tercümanı olduğu gibi, zeminde ve semavatta hikmetle tasarrufatın muammasını açan yine Risale-i Nur olduğu sadık ve musaddaktır.

Bu kuvvetli münasebet-i mâneviyeyi teyid eden bir emaresi de şudur ki: 6 اُولُوا الْعِلْمِ makam-ı cifrîsi iki yüz on dört olup, Risale-i Nur’un bir ismi olan Bediüzzaman’ın (şeddeli ze, lâm-ı aslî sayılır) makamı olan iki yüz on dörde tam tamına tevafuku ve müellifinin hakikî ve daimî ismi olan Molla Said’in makamı olan iki yüz on beşe bir tek farkla tevafuku, elbette bu kelime-i kudsiyenin her asra baktığı gibi, bu asra da medar-ı nazar bir ferdi Resailü’n-Nur olduğuna bir emare olduğu gibi,

7 وَاُولُوا الْعِلْمِ قَاۤئِمًا بِالْقِسْطِ (okunmayan ikinci vav ve hemze sayılmaz) makamı olan altı yüz bir adediyle, Risale-i Nur’un beş yüz doksan dokuz makamına; ve Resailü’n-Nur makamına yalnız iki farkla, iki ismine tevafuku dahi bir emare olduğu ve

8 شَهِدَ اللّٰهُ اَنَّهُ لاٰۤ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ وَالْمَلٰۤئِكَةُ وَاُولُوا الْعِلْمِ cümle-i tevhidiye-i kudsiyesinin makam-ı cifrîsi ve ebcedîsi olan bin üç yüz altmış adediyle, HAŞİYE tam tamına bu acip isyan, tuğyan, temerrüd asrının ve garip, küfran ve galeyan ve ilhad zamanının bu senesine ve bulunduğumuz bu tarihe tevafuku ve tetabuku elbette kuvvetli bir emaredir ki, bu pek büyük ve geniş ve âmm olan tevhid ve şehadetin medâr-ı nazar ehemmiyetli efradı ve mâsadakları her zamandan ziyade bu şehadete muhtaç, bu asrın bu vaktinde bulunacaktır. Ve şimdilik o şehadeti tesirli bir surette ispat eden Resâilü’n-Nur o efraddan birisi ve hususî medar-ı nazar olduğuna pek çok emareler ve işaretler ve beşaretler vardır.

اَللّٰهُ اَعْلَمُ بِالصَّوَابِ - وَالْعِلْمُ عِنْدَ اللّٰهِ 9

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَاۤ اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَاۤ اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ 10

Risale-i Nur şakirtlerinden
Hâfız Ali (r.h.)

• • •

Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler:

1 : Her türlü noksan sıfatlardan yüce olan Allah’ın adıyla.
2 : “Hiçbir şey yoktur ki Allah’ı hamd ile tesbih etmesin.” İsrâ Sûresi, 17:44.
3 : Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.
4 : “Allah, melekler ve adâlette sebat eden ilim adamları şâhitlik etmiştir ki, Ondan başka ilâh yoktur. (Evet) kudreti herşeye galip Azîz, her işi hikmetle yapan Hakîm olan Allah’tan başka ilâh yoktur.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:18.
5 : “Onun kudreti herşeye galiptir ve Onun her işi hikmet iledir.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:18.
6 : “İlim sahipleri.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:18.
7 : “Adalette sebat eden ilim sahipleri.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:18.
8 : “Allah, melekler ve adâlette sebat eden ilim adamları şâhitlik etmiştir ki, Ondan başka ilâh yoktur.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:18.
9 : Gerçek Allah katındadır. Ancak O bilir. Gaybı ancak Allah bilir.
10 : “Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki Sen, ilmi ve hikmeti herşeyi kuşatan Alîm-i Hakîmsin.” Bakara Sûresi, 2:32.
HAŞİYE : Okunmayan iki hemze sayılmaz.
Önceki Risale: ( 40 ) / Sonraki Risale: ( 42 )
Ekranı Genişlet
Lügat Listesi

Lügatler :

âmi : cahil, sıradan
arz etme : sunma
avam : halk
âyet-i kerime : şerefli âyet, Kur’ân’ın herbir cümlesi
azîm : büyük, yüce
bâhir : zahir, açık, parlak
Celle Celâlühü : Allah’ın şânı yücedir
Cenâb-ı Hak : Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve yücelik sahibi Allah
cin ve ins : cinler ve insanlar
ehass-ı havas : üst tabaka, aydın kesim
enzar : nazarlar, dikkatler
fakr-ı hâl : yoksulluk, fakirlik
hakikaten : gerçekten
hakîm : bilgili, hikmetli
hâkim : hükmeden, idareci
hikmet : fayda, gaye; herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması ve bunun bilinmesi
hüccet : güçlü ve sarsılmaz delil
ins ve cin : insanlar ve cinler
izzet-i İlâhiye : Allah’ın izzeti ve yüce şerefi
izzet-i ilmiye : ilmin izzeti, gerektirdiği ağırbaşlılık
kâinat : evren, bütün yaratılmışlar
kanaat verme : inandırma, razı etme
kat’î : kesin bir şekilde
Kelime-i Tevhid : “Allah’tan başka ilâh yoktur” anlamında “Lâ ilâhe illâllah” ifadesi
kemâl-i adalet : mükemmel ve kusursuz bir adalet
keyfiyet : durum, özellik
Kur’ân-ı Azîmüşşan : şan ve şerefi büyük olan Kur’ân
mâsadak : bir söz veya hükmü doğrulayan husus, doğrulayıcı
mazhar : ayna olma, erişme
mevzu : konu
muamma : anlaşılması zor sır, gizem
muhafaza : koruma
muhalif : aykırı, zıt
musaddak : tasdik edilmiş, doğrulanmış
musibet : belâ, sıkıntı
müellif : telif eden, yazan
münasebet-i mâneviye : mânevî ilişki, bağlantı
Risaletü’n-Nur : Risale-i Nur’un diğer bir adı
ruhaniyat : ruhanîler, maddî yapısı olmayan varlıklar
sadık : doğru
safahât : safhalar, gelişmeler
semâvât : gökler
suret : biçim, şekil
şahs-ı mânevî : mânevî şahıs; belli bir ideal ve gaye etrafında bir araya gelen topluluğun oluşturduğu mânevî şahsiyet ve ortak kimlik, tüzel kişilik
şe’n : özellik
tabakat-ı beşer : insan tabakaları
tahammül eden : katlanan, yüklenen
talim ve terbiye etme : belli bir amaca erişecek şekilde eğitme ve geliştirip olgunlaştırma
tasarrufât : tasarruflar, icraatlar, faaliyetler
tavsif buyurma : vasıflandırma, niteleme
vahdaniyet : Allah’ın bir ve benzersiz olması ve ortağının bulunmaması
vahdâniyet-i İlâhiye : Allah’ın birliği, ortağının ve benzerinin olmayışı
vâzıh : açık, aşikâr
zemin : yer
acib : hayret verici, şaşırtıcı
âmm : umumî, genel
asır : yüzyıl
Bediüzzaman : zamanın harikası, en mükemmeli
beşaret : müjde
cümle-i tevhidiye-i kudsiye : mukaddes ve mübarek olan tevhid cümlesi
efrad : fertler, bireyler
ehemmiyetli : önemli
emare : belirti, işaret
galeyan : coşup taşma, azgınlık
hakikî : asıl, gerçek
haşiye : dipnot
hemze : elif
hususî : özel
ilhad : dinsizlik, inkâr
kelime-i kudsiye : kutsal kelime
küfran : nankörlük, inkâr
lâm-ı aslî : kelimenin aslında olan “lam” harfi
makam : derece, yer
makam-ı cifrî : cifir hesabına göre ulaşılan sonuç, sayı değeri
makam-ı ebcedî : ebced makamı, değeri
mâsadak : bir söz veya hükmü doğrulayan husus, doğrulayıcı
medar-ı nazar : bakışları üzerinde toplayan
musaddak : doğrulanan, doğruluğu onaylanmış
müellif : telif eden, yazan
münasebet-i mâneviye : mânevî ilişki, bağlantı
Resailü’n-Nur : Risale-i Nur’un diğer bir ismi
sadık : doğru
suret : biçim, şekil
şedde : Arapça’da, üzerinde bulunduğu harfi iki defa okutan işaretin adı
şehadet : şahitlik, tanıklık; kelime-i şehadet getirerek Müslüman olma
temerrüd : isyan veya inkârda inat etme, ayak direme
tetabuk : uygunluk
tevafuk : denk gelme, uygunluk
tevhid : birleme, Allah’ı bir olarak bilme ve buna inanma
teyid eden : destekleyen, kuvvetlendiren
tuğyan : azgınlık, isyan ve inançsızlıkta çok ileri gitme
ziyade : çok
âdi : basit, sıradan
âhirzaman : dünya hayatının kıyamete yakın son devresi
azîm : büyük
dalâlet : hak yoldan sapkınlık, inkâr
eda etme : yerine getirme
esbab : sebepler
ezcümle : meselâ, bu cümleden
hamd ü senâ : şükür ve övgü
hatîât : hatalar
havârık-ı medeniyet : medeniyet harikaları
heyet-i mecmua : bütün, genel yapı
hüsn-ü istimal : güzel ve iyi kullanma
ihsanat-ı İlâhiye : Allah’ın bağışları, ikramları
ihtar edilen : hatırlatılan, ikaz edilen
istimal etme : kullanma
kâinat : evren, bütün yaratılmışlar
kebair : büyük günahlar
küfran-ı nimet : nimete karşı nankörlük
küre-i hava : hava küresi, atmosfer
mimsiz gaddar medeniyet : “deni”, aşağılık ve zalim medeniyet
müteaddit : bir çok, çeşitli
nev-i beşer : insanlar
nimet-i İlâhiye : Allah’ın nimeti
rivâyet : Peygamber Efendimizden (a.s.m.) nakledilen söz veya fiil ve hal
saadet-i hayatiye : hayatın mutluluğu, huzuru
sebebiyet verme : sebep olma
sefahet-i beşeriye : insanların zevk, eğlence ve yasak şeylere düşkünlükleri, budalalıkları
şakirt : talebe, öğrenci
şükür : nimetlere karşı memnunluk gösterme, Allah’a teşekkür etme
tahribat : tahripler, yıkıp bozmalar
teşkil etme : oluşturma, meydana getirme
tevellüd eden : doğan, meydana çıkan
vücuh : vecihler, yönler
yekûn : bütün, toplam
zerrat : zerreler, atomlar
Yükleniyor...