Risale-i Nur'u okuduğu hâlde, ama ibadetlere lakayd, nefsine çabuk mağlub düşen bir Nur talebesi olabilir mi? "Beşerdir, şaşar." diyebilirsek, böyle bir ferd, o muazzam eserleri okuduğu halde, böyle kişilere nasıl bir tedavi yöntemi uygulanabilir?

Cevap

Değerli Kardeşimiz;

Temas ettiğiniz konu, ekseriyetin maruz kalıp şekva ettikleri genel bir hastalıktır. Hususen sefahat kapılarının her yere ve her tarafa açıldığı son çeyrek asırda daha ziyade kendini göstermektedir.

Aşağıda da ifade edileceği üzere inandığımız değerler, yaşandıkça, hayatta temsil edildildikçe yerleşip kökleşiyor. İçtimai hayatın realitesi, inanç ve itikadımızla çelişki arzetmektedir. Bu ise inananları, inandığı gibi yaşama noktasında zor durumda bırakmaktadır.

Bunun en önemli ve müessir çaresi; inandığımız değerlerin temsil edildiği yerlerde ve ortamlarda sık sık bulunmaktır. Üstad'ın ifadesiyle müfritane irtibattır.

"Akaidi ve imani hükümleri kavi ve sabit kılmakla meleke haline getiren, ancak ibadettir. Evet, Allah'ın emirlerini yapmaktan ve nehiylerinden sakınmaktan ibaret olan ibadetle, vicdanî ve aklî olan imanî hükümler terbiye ve takviye edilmezse, eserleri ve tesirleri zayıf kalır. Bu hale, alem-i İslam'ın hal-i hazırdaki vaziyeti şahittir..."

"Ve keza, ibadet, dünya ve ahiret saadetlerine vesile olduğu gibi, maaş ve maade, yani dünya ve ahiret işlerini tanzime sebeptir ve şahsi ve nev'i kemalata vasıtadır ve Halıkla abd arasında pek yüksek bir nisbet ve şerefli bir rabıtadır."(1)

"İkincisi: İbadet, fikirleri Sani-i Hakime çevirttirmek içindir. Abdin Sani-i Hakime olan teveccühü, itaat ve inkıyadını intaç eder. İtaat ve inkıyad ise, abdi intizam-ı ekmel altına ithal eder. Abdin intizam altına girmesiyle ve nizama ittiba etmesiyle, hikmetin sırrı tahakkuk eder. Hikmet ise, kâinat sayfalarında parlayan san'at nakışlarıyla tebarüz eder. ..."

"İhtar: İbadetin ruhu, ihlastır. İhlâs ise, yapılan ibadetin yalnız emredildiği için yapılmasıdır. Eğer başka bir hikmet ve bir fayda ibadete illet gösterilse, o ibadet batıldır. Faydalar, hikmetler yalnız müreccih olabilirler, illet olamazlar..."(2)

Dipnotlar:

(1) bk. İşaratü'l-İ'caz, Bakara Suresi 21 ve 22. Ayetlerin Tefsiri.

(2) bk. age.

Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü

Kategorileri:
Okunma sayısı : 6.034
Sayfayı Word veya Pdf indir
Bu içeriği faydalı buldunuz mu?

Yorumlar

elcevaz13

Afakî (Dış Âleme Ait) Meseleler Cemaat Halinde Yaşamak, Hayatî Bir Zarurettir Yalnız Kalmayıp, Mutlaka İyi Arkadaşlar Edinmek Lâzımdır Gözlerimizi Çarşı ve Sokaklarda Haram Manzaralardan Sakınmalıyız İnsan Meşguliyetsiz Kalmamalıdır Allah'ın (cc) Dinine Yardım Edene Allah (cc) da Yardım Eder. Allah, insanı içtimâî bir varlık olarak yaratmıştır. 
Yalnız yaşayan bir insan, hem dört yandan hücum eden dalâlet rüzgârları karşısında kuvvetsiz, desteksiz, hem de dualarının kabul olması gibi avantajlardan mahrum kalabilir. Bunun da ötesinde, şeytanın zehirli okları karşısında boy hedefi haline gelebilir... Bu îtibarla, Aleyhissalâtü ve's-selâm, "Yalnız yaşayan şeytandır" buyururlar. 
Evet, yalnız yaşayan insan, er geç şeytanın tuzağına düşebilir, şeytana paçayı kaptırabilir ve onun kızıl pençesine av olabilir. Şeytanın zihne ve hayâle attığı her kötü düşünce, yalnızlık ve can sıkıntısı toprağında boy atıp gelişecek bir çekirdek gibidir. Fikir, gönül ve ruhunu kötülük ve günah çekirdeklerinin doldurduğu yalnız bir insanda, bu çekirdeklerin er-geç iç tazyik ve zorlamalarla dal-budak halinde dışarı taşarak, günah meyvelerini vermemesi imkânsız denecek derecede zordur. 
Her insan, zaman zaman kendini zorlayan bu kabil düşünce ve hayâllerin kendisini nasıl kıstırdığını ve bu kötü düşüncelerin kökünün, daha çekirdek halindeyken kurutulmasının lazım geldiğini, kim bilir kaç defa hissetmiş ve nedametle kıvranmıştır..! Evet, hizmetteki kardeşlerimiz ve arkadaşlarımız, zihin, kalp ve ruhumuzun şeytana ait kötülük tohumlarınca işgal edilmemesi ve daha başlangıçta bunların temizlenmesi adına bizim son derece faydalı yardımcılarımızdır. 
İnsan konuşurken, dinlerken ya da bakarken, zihin ve hayal faaliyetleri bu duygulara bağlı olarak şekillenir ve renklenir. Siz bu üç faaliyetin üçünü birden yaparken, sözgelimi arkadaşınızla konuşur, ona sorular sorar veya sorularına cevap verir, yani hem konuşur, hem dinler, hem de düşünürken, hayal aleminizde seyahatlar tertip edemezsiniz. 
Zira zihin faaliyetleriniz ve dikkatiniz, konuşmanızda, dinlemenizde ve düşünmenizde odaklaşmış ve bir nevi hapsolmuştur. Bunun tersine, arkadaşlarından kopmuş bir insan, serbest kalmış zihniyle, hele bir de yorganı başına çekince, istediği veya şeytanın kendini sürüklediği hayal âlemlerine dalar gider; öyle zaman da olur ki, encamı ürpertici bu hayâlî seyahattan yara almadan geriye dönemez... Evet, insan, yalnız kalmaktan yılandan-çıyandan kaçar gibi kaçmalıdır; çünkü yalnızlık yılanca, çıyanca düşüncelerin insan ruhunu sarmasına yol açar. İki kişi olmada da aynı tehlikeler bahis mevzûu olabilir; çünkü iki kişinin bir fenalık ve kötülük üzerinde anlaşması, zayıf bir ihtimal de olsa mümkündür. 
Üç kişininse, -ihtimal hesaplarına göre- günahlarda, fenalıklarda anlaşıp bir araya gelmesi âdeta imkansızdır. Bu hakikata parmak basan Allah Rasûlü, "İki kişi de şeytandır; üç kişi ise cemaattir.' buyururlar. Üç kişi, bir cemaat teşkil eder ve şeytanın insana nüfuz edeceği delikleri, çok daha küçültmüş olurlar. İster evli, ister bekâr olalım, evde, mektepte, iş yerinde, sokakta ve çarşıda bizi aralarına alıp, üzerimize kanatlarını gerecek, duygu ve düşüncelerimizi şeytânî esintilerden koruyacak ruh ve irade insanı arkadaşlara ihtiyacımızın varlığı ortadadır. 
Çok defa ve çok yerde kendi kalbimiz, kendi gücümüz bizi canlı ve diri tutmaya yetmeyebilir. Bakışlarımız buğulanıp, sinelerimizi sis ve duman sarabilir; kalbimiz katılaşıp, aşk u heyecanımız, günlük işler ve bu çok renkli hayat içinde kaybolmaya, erimeğe yüz tutabilir ve meydana gelebilecek bir kabz hali sonucu -Allah korusun- sefahate düşebiliriz. 
Ama, en az üç kişilik bir cemaatimiz olsa, o zaman diğer iki şevkli ve canlı arkadaşımızdan hiç olmazsa birinin bast haline misafir olur, onun rahmet oluğundan beslenir, onun esintileriyle serinler ve o hava ve atmosfer içinde aşk u şevk teneffüs edebiliriz. 
a) İyi arkadaş insanı Cennet'e götürür: 
Burada yeri gelmişken şu mühim hususu da belirtmeliyiz: Evet, arkadaş ama, her arkadaş değil; iyi arkadaş seçeceğiz. Eskilerin eskimeyen şu sözleri ne güzeldir: "Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim." "Üzüm üzüme baka baka kararır." "Gül, güller arasında yeşerir.""İyi arkadaş, insanı Cennet'e, kötü arkadaş da Cehennem'e götürür." "İyi arkadaş, misk satan gibidir, hiç olmazsa kokusundan istifâde edilir; kötü arkadaş ise, körükçüye benzer ki, hiçbir yanından rahatsız olmasanız bile, en azından kokusundan rahatsız olursunuz." Evet, her insan, arkadaşlarından iyi-kötü mutlaka birşeyler kapar. 
b) İyi arkadaşlar içinde olunmalıdır:
Ebed yolunda ebed soluyan, sîmaları hakikat gamzeden, irâdelerinde Allah'ın irâdesi nümayân öyle dostlar, ahbaplar, arkadaşlar vardır ki, yanlarına gittiğiniz, atmosferlerine girdiğiniz zaman, Nebî ile diz dize gelmiş gibi kuvvet kazanır, aşkla, şevkle dolarsınız. Onların iksir-misâl söz ve davranışları, içinizde yosun gibi yeşermeye başlamış kötü duygu ve düşünceleri bir hamlede siliverir. İyi arkadaş, nasihatlarıyla sizin yüreğinizi hoplatacak, içinize aşk, heyecan salacak, düşüncenize aydınlık getirecek ışıktan bir dosttur. Münevver ve münevvir dostlar, has ahbablar, evet bize lazım olan, işte bunlardır.
Pek çok mıknatısın bulunduğu bir zemine madenî bir parça atsanız, hangi mıknatısın manyetik gücü fazla ise, onu kendine çeker ve bünyesine yapıştırır.. meteorlar, çekim kuvveti ve hayyiz gücü ağır basan tarafa yönelirler. O halde, evlâdlarınızın kalpleri imanlı, kafaları aydın, anne-babalarına itaatkâr, vatan ve milletlerine hizmetkâr, dürüst, faziletli, fedâkâr olmalarını mı arzu ediyorsunuz? Öyleyse, onları balmumu gibi eritip, istediğiniz şekli alabilecek temiz arkadaşlara emanet etmeniz gerekir. Böylece onlar, kendi seviyelerinde, emsallerinin muhitinde, içinde bulundukları potanın şeklini alacaktır. 
Diyelim ki, bir ortaokul talebesini üniversite sıralarına oturttunuz ve onun için binbir emek, binbir masrafta bulundunuz, bu yanlış yaklaşımla ne ona bir şey verebilir, ne de kendiniz bir şey elde edebilirsiniz! 
Aynen bunun gibi, bir genci kolundan tutup, kendinden çok ileri yaşta insanların bulunduğu camilere götürseniz, hattâ keşif ve kerametiyle insanın içinden geçenleri okuyan evliyâullahtan birine teslim etseniz, yine de o delikanlıyı orada tutamaz, kalbini ve kafasını tatmin edemezsiniz. Her şeyden evvel o, kendisi gibi inanan ve davranan gençlerin bulunup bulunmadığına bakacaktır. 
Emsalini göremediğinde ise, nazarları daima sevimli bulmadığı sîmalara takılacak ve tatmin olmayacaktır. "Müslümanlık iyi, güzel ama, sadece ihtiyarların, yer değiştirme ruh haleti içinde esneyerek camiye gelenlerin ve ilmî meselelerden habersizlerin dini" diyecektir, bu durumda da ona tesir etmeniz imkânsız olacaktır. Bu itibarla, bir gence iman adına birşeyler verilmek istenirken, onun akıl ve mantık seviyesiyle ilim ve düşünce derecesini hesaba katmanın yanısıra, İslâm'ın yaşanabilirliği ve kabil-i tatbîk olduğu da kendisine gösterilmelidir ki, yaşama arzusunu duysun ve "Onlar yapıyor, ben niye yapmayayım; onlar kılıyor, ben niye kılmayayım, onlar koşturuyor, ben neden koşturmayayım; onlar okuyor, ben neden okumayayım" desin, düşünsün ve yapsın.. 
İşte, böyle bir ruh haletinin meydana gelmesi de, ancak gül kokulu, selvi endamlı, aydın sîmalı, misk dağıtan ve Cennet'e yol açan arkadaşlar topluluğu içinde mümkün olabilecektir.
 Karşı yakada ise, hiç de tasvir etmeği düşünmediğimiz bir nesil var; içki alışkanlıkları, kumar özentileri, fuhşa ait düşünce ve davranışlarıyla boşlukta, doymamış, serazat bir nesil... 
Evlâdlarını sevdiklerini ve onlara merhamet ettiklerini söyleyen anne-babalar, evlâdlarına karşı gerçekten merhametli iseler, onları ışık suvarilerine teslim edeceklerdir...
 Nasihat edenleri dinlemek de, ülfetimizin dağılması, kalbimizin yumuşaması ve şeytanın vesveselerine, günahların zorlamalarına karşı koyabilmemiz için de koruyucu ve besleyici çarelerdendir. 
İnsan, aklı, mantığı ve muhakemesiyle husûsiyet arzeden bir varlık olduğu gibi, coşan gönlü, ürperen vicdanı, yaşaran gözleriyle de bir kalp, bir ruh ve bir duygular yumağıdır. Bu itibarla da o, iç âleminde derinleşmeye, ruh dünyâsında zenginleşmeye, tefekkür hayatında genişlemeye muhtaçtır. 
Evet o, yer yer içinde oluşan aysberglerin eritilmesine muhtaç olduğu gibi, mânevî gıdasızlığını izale edecek, mânevî süt akıtan çeşmelere de şiddetli bir iştiyak duyar. Kur'ân, Efendimize defaatle "Anlat" der ve O iki Cihan Güneşi de, "Din nasihattır" buyurur.. evet bir yanda, çatlama noktasına kadar "anlatma" tâlim edilirken, diğer yanda da yine hadîsin ifâdesiyle "ya öğreten, ya öğrenen, ya da dinleyen ol; dördüncüsü olma" tavsiyesinde bulunularak, iki uç âdeta bir noktada birleştirilmekte ve dikkat nazarları, yerinde anlatmaya, yerinde de dinlemeye çekilmektedir. Hele, Efendimizin bizzat, Kur'ân'ı talim ettiği Ashab'ına, "Okuyun da dinleyeyim!" demesi ne kadar mânidârdır!.. 
O halde insanın, yüreğini coşturup yumuşatacak, içindeki kararmış his ve duyguların kirini, pasını izale edecek, onun ebedî âlemlere şevkini kamçılayacak, bu arada dinî, ilmî dakik meselelerle fikir dünyâsını aydınlatacak vâiz ve nasıhleri dinlemesi de, yine onun için ekmek kadar, hava kadar mühim bir ihtiyaçtır. Bu sebeple insan, "Bunu biliyorum, bir daha neden dinleyeyim ki" dememeli; nasıl yemek, içmek devamlı tekerrür ediyor ve bıkmak şöyle dursun, bunlara daima ihtiyaç duyuluyor, öyle de, kalp ve ruhun gıdası sayılan, ayrıca şeytan ve günahların şerrinden de koruyucu rol oynayan nasihat ve sohbetleri dinlemek de, onun için belki bin kat daha lüzumlu bir ihtiyaçtır. Halk arasında, va'z ve sohbetlere devam eden bir çok kişinin içkiyi, kumarı bıraktığını, pek çok fenalıkları terkettiğini, hayırlara koşar olduğunu duyar ve dinlersiniz. 
Anlatan bir aşk ve heyecan insanı olmasa, gözü yaşlı ve ihlaslı anlatmasa da, yine tesir edebilir; çünkü te'sir ettirecek Allah'tır. Bence, günümüzde mahrum bulunduğumuz hususlardan biri de işte budur. 
Seleflerimiz va'z ederken, cami ihtizaza gelir, gönüller aşk ve heyecanla dolar; çoğu kez va'z tamamlanamazdı. Bir kere, dinleyen içi yıkanmış olarak döner giderdi. Ama, yine de ümitsiz değiliz; her bitişin ardından bir doğuş başlatan Allah'ın, aşkla coşan, gözü yaşlı, bağrı yanık o gönül erlerini bir kere daha göndereceğine inancımız tamdır. 
c) Nasihatçı ve ikazcı arkadaş edinilmelidir: 
Nasihatçı ve ikazcı bir arkadaş edinmenin ehemmiyetini de burada ifade etmeliyiz.
 Şimdiye kadar ele aldığımız bahislerle alâkalı olarak üstümüzde âdeta kayyumluk ve bekçilik yapacak iyi bir arkadaşı ikazcı tayin edip, ona ruhsat ve yetki vermek de çok önemlidir.
 Evet, böyle bir arkadaş olmalıdır ki, bizde bir gevşeklik, ülfet, günaha biraz meyil gördüğü, az bir kayma müşahede ettiği zaman hemen ikazda bulunsun, yerinde sertçe kulağımızı çeksin ve başımızı salladığımız zaman da elimizden tutup, bizi sâhil-i selâmete çıkarsın.. Biz de, sıkıldığımız, kendimizde bir sönme müşâhede ettiğimiz ve ayağımızın kaydığını hissettiğimiz zaman hemen kalkıp, Hızır çeşmesine koşar gibi, bu vefalı ve emin dost, bu güzel arkadaşın kucağına koşalım ve "Sen bir bahçıvansın, hele beni bir gül bahçelerinde dolaştır; birşeyler anlat bana!"
"Beni şu hayatın girdaplarından, şu günah labirentlerinden çek al, al da, aydınlık iklimlere ulaştır"
demeliyiz.
Ailemizle alâkalı bir mesele ortaya çıktığında, ya da ticaretimizde bir sarsıntı olduğunda, nasıl hemen heyecan içinde erbabına koşarız; midemiz veya böbreğimiz sancılandığında nasıl hemen soluğu doktorda alırız; ebedî hayatımızı tehdit eden günah mikroplarına ve şeytanın vesvese ve aldatmalarına karşı da, kuvve-i mâneviyemizi takviye edici ilaç ve şifa arkadaşımıza aynen öyle koşmalıyız.

Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
Editor (Mehmet Selim)

Bu dünya imtihan dünyasıdır. Herkes imtihana tabiîdir ve imtihan herkes için son nefese kadar devam etmektedir. Kimse akıbetinden emin olmamalıdır. Ama bu tür tehlikelere karşı hazırlıklı olmak için de eğitimli ve idmanlı olmak da şüphesiz çok önemlidir.
Günahın iki önemli sebebi vardır: En önemlisi zaaf-ı imandır. Risale-i Nur’un temel meselesi imanın takviye ve tahkimidir. Taklidî imanı tahkikî hale getirmektir. Bu konuda samimî bir Risale-i Nur talebesinin hayatın her aşamasında iman konusunda şüphelere düşmeyeceği söylenebilir. Üstad bunu şöyle izah ediyor:
“…iman-ı bilgayb cihetinde, sırr-ı vahyin feyziyle, burhanî ve Kur'ânî bir tarzda, akıl ve kalbin imtizacıyla, hakkalyakîn derecesinde bir kuvvetle zaruret ve bedâhet derecesine gelen bir ilmelyakînle hakaik-i imaniyeyi tasdik etmektir. Bu…yol, Risaletü'n-Nur'un esası, mayası, temeli, ruhu, hakikati olduğunu has talebeleri görüyorlar. Başkalar dahi insafla baksa, Risaletü'n-Nur hakaik-i imaniyeye muhalif olan yolları gayr-ı mümkin ve muhal ve mümteni derecesinde gösterdiğini görecekler.”
“İman-ı tahkikî ilmelyakînden hakkalyakîne yakınlaştıkça daha selb edilmeyeceğine ehl-i keşif ve tahkik hükmetmişler ve demişler ki: "Sekerat vaktinde şeytan vesvesesiyle ancak akla şüpheler verip tereddüde düşürebilir." Bu nevi iman-ı tahkikî ise yalnız akılda durmuyor. Belki hem kalbe, hem ruha, hem sırra, hem öyle letâife sirayet ediyor, kökleşiyor ki, şeytanın eli o yerlere yetişemiyor. Öylelerin imanı zevalden mahfuz kalıyor.“
Demek ki, Nur Talebeleri inşallah akıl ve kalp cihetiyle hücum eden şüphelere mukabele edebilecek teçhizata sahiptir.
İnsanın günaha düşebilmesinin ikinci bir sebebi akıl ve kalbin duygulara ve arzulara yenik düşmesidir. Çünkü insan akıl ve kalpten ibaret değil. İnsanın akıl ve kalbinin zaman zaman hissiyata ve müştehiyete mağlup düştüğü de malumdur. Üstad bu konuyu şöyle izah ediyor:
“Evet, Risale-i Nur şakirtlerinin kalbi, aklı, ruhu böyle aşağı, zararlı, süflî şeylere tenezzül etmez. Fakat herkeste nefs-i emmâre bulunur. Bazı da hissiyat-ı nefsiye damarlara ilişir, bir derece hükmünü kalb, akıl ve ruhun rağmına olarak icra eder. Sizlerin kalb ve ruh ve aklını itham etmem. Risale-i Nur'un verdiği tesire binaen itimad ediyorum. Fakat nefis ve hevâ ve his ve vehim bazan aldatıyorlar.”
Fakat nefsanî tuzaklardan korunma konusunda da Risale-i Nur çok önemli fikrî donanım sağlıyor: “Kur'ân-ı Hakîmin sırr-ı i'câzıyla hakikî bir tefsiri olan Risale-i Nur, bu dünyada bir mânevî cehennemi dalâlette gösterdiği gibi, imanda dahi bu dünyada mânevî bir cennet bulunduğunu ispat ediyor. Ve günahların ve fenalıkların ve haram lezzetlerin içinde mânevî elîm elemleri gösterip hasenat ve güzel hasletlerde ve hakaik-i Şeriatın amelinde cennet lezaizi gibi mânevî lezzetler bulunduğunu ispat ediyor. Sefahet ehlini ve dalâlete düşenleri o cihetle, aklı başında olanlarını kurtarıyor.”
“Risale-i Nur ekser muvazeneleriyle küfür ve dalâletin dünyadaki elîm ve ürkütücü neticelerini göstermekle, en muannid ve nefisperest insanları dahi o menhus, gayr-ı meşru lezzetlerden ve sefahetlerden bir nefret verip, aklı başında olanları tevbeye sevk eder.”
İhsan (=biz onu görmesek de Allah’ın bizim her halimizi gördüğünü bilerek Allah’ı görür gibi yaşamak) ya da huzur makamında (=her an yaratanın huzurunda olduğunun bilincinde bir hayat sürmek) olmak günahlara karşı en önemli bir siperdir. Bu makamı Risale-i Nurların imanî bahislerini dikkat ve devamla ve kendini birinci dereceden muhatap sayarak okumakla elde etmek mümkündür. İnsan böylece her şeyde rahmet ve haşmet-i ilahinin izini özünü ve yüzünü görür ve inşallah kendini günahlardan çeker. Fakat “gazete gibi okuyan” veya “kendisi için değil başkası için okuyanın” bu makamı elde etmesi kolay değildir.
Diğer taraftan söz konusu gayr-ı meşru lezzet ve zevklerin üzerinde fanilik damgasını berrak bir şekilde okuyunca günahların cazibesi büyük oranda kırılır.
Üstadın Gençlik yıllarında bile namahreme asla bakmamasını hayretle soranlara verdiği cevap bu konuda son derece manidardır: “…dediler."Senin bu haline hayret ettik, hiç bakmadın."
Dedim: "Lüzumsuz, geçici, günahlı zevklerin âkıbeti elemler, teessüfler olmasından, istemiyorum."
Üstad Risale-i nurlarda “zehirli bal” benzetmesiyle bunu en vurucu şekilde anlatır.
Risale-i Nurlarda Üstadın bu cevabındaki gerçekleri insanın âlemine nakşeden çok sayıda bahis vardır. Kan ve iliklerimize işleyinceye kadar ciddiyet ve devamla okumakla aynı halet-i ruhiye elde edebilir.
Fakat bu insanın günah cihetinde melekleşeceği anlamına gelmiyor. Çünkü nefs veya nefsin ölümünden sonra ondan varis kalan damarlar insanı sürekli faniyat ve reziliyata sevk edecektir. Onları susturmak mümkün değildir. İmtihanın da gereği budur. Biz nefsin talebine ve cazibesine rağmen günaha girmemeye çalışmakla mükellefiz. Üstadın nefse şu hitabı yeterince aydınlatıcıdır:
“Ey nefs-i emmârem! Sana tâbi değilim. Sen istediğin şeye ibadet et ve istediğin şeyin peşine düş; ben ancak ve ancak beni yaratıp, şems ve kamer ve arzı bana musahhar eden Fâtır-ı Hakîm-i Zülcelâle abd olurum.”Kısaca dert ve dermanı özetlemek gerekirse: Dert zaaf-ı iman (veya imamın tesirini yitirmesi) ve günahların dünyevî ve uhrevi akıbetlerini düşünmemekten kaynaklanan güçlü duygu ve arzuların kalp ve aklın gereklerini iptal etmesidir. Derman ise tahkikî iman ile yaratanı her vesile ile hatırlamak ve günahlı zevklerin akıbetinin dünyada ve ahirette elemler olduğunu hazmetmektir. Bunun bu asırdaki en müessir yolu nur Risalelerini devam ve ciddiyetle okumaktır.

Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
Ziyaretçi (doğrulanmadı)

Bir gün birisiyle konuşurken dedi ki ben namaz kılmayı biliyorum kılmazsam başıma ne geleceğini de biliyorum ama yine de kılmıyorum.Başka birisi ise sigara tiryakisi olduğundan rahatsızlanıyor ve hastaneye kaldırılıyor.
Fakat adam içmeye devam ediyor..Bir bacağını kesiyorlar ziyaretine gidince bakıyorlar ki adam yine içiyor.Diğer bacağını da kesiyorlar adam hâlâ içiyor. Neden peki?
Asrın marazı bu aslında.Risaleleri okumaya başlamadan önce ben de aynı derde duçar oluyordum ve şöyle feryad etmiştim. İçimden bir ses diyor şu gafilliği bırak. Açsana gözlerini bu son şanstır son durak. Yine de bir şeyler var ellerimi bağlıyor. Bunu gördükçe içim kan akıtıp ağlıyor. Yani gerçekleri göre göre ona muvafık hareket edememek hakikaten çok acı.Bu ne yaman çelişki diyor insan.Neyse aradan zaman geçti ve Risalelerle tanıştım.O elimi bağlayan şeyin adı hissiyatmış.Bu marazdan kurtulmanın da yegane çaresi varmış sonra anladım.
Yani Allah önce içime bu derdi koydu ihsas etti.Daha sonra da tedavisini verdi.İman ve Küfür Muvazenelerinin başındaki "Gayet mühim bir suale verilen çok ehemmiyetli bir cevabı burada yazmağa münasabet geldi." bahsinde buldum bu derdin dermanını.Risalelerin diğer kitaplardan farkı orada saklı anladığım kadarıyla.

Bir de Kastamonu Lahikasında ki şu ifade bu sorunun izalesinde müessir oldu. Bu acip asrın bu acip hastalığına ve dehşetli marazına karşı Kur'an-ı Mucizü'l-Beyânın tiryak misâl ilaçlarının naşiri olan Risale-i Nur dayanabilir ve onun metin, sarsılmaz, sebatkar, halis, sadık, fedakar şakirtleri mukavemet edebilir.
Öyleyse, herşeyden evvel onun dairesine girmeli, sadakatle, tam metanet ve ciddi ihlas ve tam itimadla ona yapışmak lazım ki, o acip hastalığın tesirinden kurtulsun.

Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
Yükleniyor...