Sadece kalb mi, akıl mı, yoksa ikisi birlikte mi yürümeli? Zamanın tarikat zamanı olmaması hakikat zamanı olmasını ne demektir? Büyük zatların tarikata devam etmelerini de izah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
Üstad’ın akıl ve kalp hakkındaki mütalaasını en güzel özetleyen cümle hakikat çekirdeklerinde şöyle ifadesini buluyor:
“Nur-u fikir, ziya-yı kalble ışıklanıp mezc olmazsa, zulmettir, zulüm fışkırır. Gözün muzlim nehar-ı ebyazı, muzîi leyle-i süveydâ ile mezc olmazsa basarsız olduğu gibi, (yani gözün gündüze benzeyen beyazı, geceye benzeyen siyahlığıyla beraber olmazsa, göz göz olmaz) fikret-i beyzâda süveydâ-i kalb bulunmazsa, basiretsizdir.”
İlmin mertebelerin şöyle sayar: tahayyül, tasavvur, taakkul, tasdik, iz’an, iltizam, itikad. Yani bir şey önce hayalimizde belirir, kuvve-i hayaliyemiz bunun üzerine eğilir, onu net bir şekle sokarsa buna tasavvur denir. Sonra akıl bunu eline alıp tartmaya ve tanımaya çalışırsa buna taakkul denir. Akıl bunun doğru olduğuna karar verirse tasdik olur. Sonra kalp de kabul ederse iz’an olur.
Eğer tasdik sadece akılda kalır ve doğruluğuna sadece taraftarlık duyar, teslim olur, inkiyat ederse iltizam denir. Fakat kalbe mal olmuş ve sarsılmaz bir inanç-iman halini alır ki, itikattır denir ve insanı o itikada göre yaşamaya (imtisale) sevkeder.
Sadece akıl seviyesinde bir tasdikten hasıl olan bir iltizamda işine geldiği için veya toplumsal faydasına inandığı için kabul söz konusudur. Şimdiki adıyla pragmatizm. Üstad bunu şu cümleleri ile işaret ediyor:
“Eskide bazı dinsizleri gördüm ki, ahkâm-ı Kur'âniyeye şiddetli tarafgirlik gösteriyorlardı. Demek o dinsiz, bir cihette Hakkın iltizamıyla İslâmiyete mazhardı; 'Dinsiz bir Müslüman.' denilirdi. Sonra bazı mü'minleri gördüm ki, ahkâm-ı Kur'âniyeye tarafgirlik göstermiyorlar, iltizam etmiyorlar; 'Gayr-ı müslim bir mü'min.' tabirine mazhar oluyorlar.”(1)
Fakat ilmin (bilmenin) de dereceleri var. İlmelyakîn, aynelyakîn, hakkalyakîn. Meşhur misal: dağın ardından yükselen dumanla görmeden ateşi bilmek ilmelyakîn, dağa çıkıp bizzat ateşi gözüyle görmek aynelyakîn ve ateşe yaklaşıp sıcaklığını bizzat hissederek bilmek hakkalyakîn.
Fakat insan iman-ı tahkikî ile ilmelyakînden hakkalyakîne yakınlaşabilir. Hz. Ali’nin “Perde-i gayb açılsa yakînim ziyadeleşmeyecek" derken kasdettiği bu olsa gerek.
Böyle bir iman mertebesine nasıl ulaşılır? Cevabı doğrudan Üstad'dan dinleyelim:
“Bir yolu, velâyet-i kâmile ile keşif ve şuhud ile hakikate yetişmektir (yani kalbi zikirle işleterek bazı latifelerin açılmasıyla iman hakikatlarını müşahede etmek.) Bu yol ehass-ı havassa (hasların da en haslarına, yani Allah’ın çok çok özel kullarına) mahsustur, iman-ı şuhûdîdir. İkinci yol, iman-ı bilgayb cihetinde, sırr-ı vahyin feyziyle, burhanî ve Kur'ânî bir tarzda, akıl ve kalbin imtizacıyla, hakkalyakîn derecesinde bir kuvvetle zaruret ve bedâhet derecesine gelen bir ilmelyakînle hakaik-i imaniyeyi tasdik etmektir. Bu ikinci yol, Risaletü'n-Nur'un esası, mayası, temeli, ruhu, hakikati olduğunu has talebeleri görüyorlar. Başkalar dahi insafla baksa, Risaletü'n-Nur hakaik-i imaniyeye muhalif olan yolları gayr-ı mümkin ve muhal ve mümteni derecesinde gösterdiğini görecekler.” (2)
Burada dikkat edilmesi gereken nokta şudur: Mevlana gibi zatların hiç saydıkları akıl, vahyi bir kenara koyup her şeyi sırf akılları ile anlamaya çalışan ve akılları ile anlamadıkları şeyleri reddeden filozofların savundukları akıldır. Dolayısıyla burada akıl derken asıl anlaşılması gereken felsefe yoludur. Fakat bu Üstad’ın net olarak ifade ettiği gibi “Kur’an’la barışık olmayan felsefe”dir. Bir de bunun karşısında aklı bir kenara koyup bütünüyle vicdanî bir tecrübe olan vecd ve istiğrak halinde iken yaşadığı keşf ve müşahedelerine itimat eden insanlar vardır. Oysa insan vecd ve istiğrak halinde iken yaşadığı ve müşahede şeyler, tıpkı rüyalar gibidir, olduğu gibi kabul edilemez, tabir ve yorum gereklidir. Çünkü akıl ihatasız bir durumdadır. Üstelik görülenler subjektif (kişiye özel) olduğu için gerçek mi yoksa bir illüzyon (algı yanılması)mudur bilinemez.
Kur’an bu konuya “gaybe imanı" veya "gıyaben imanı” överek işaret etmektedir. Üstad bunu şöyle özetliyor:
“…derece-i şuhud (yani vicdanî - kalbî tecrübe), derece-i iman-ı bilgaybdan çok aşağıdır. Yani, yalnız şuhuduna istinad eden bir kısım ehl-i velâyetin ihatasız keşfiyatı, veraset-i nübüvvet ehli olan asfiya ve muhakkikînin, şuhuda değil, Kur'ân'a ve vahye, gaybî fakat daha sâfi, ihatalı, doğru hakaik-i imaniyelerine dair ahkâmlarına yetişmez. Demek, bütün ahval ve keşfiyatın ve ezvak ve müşahedatın mizanı, Kitap ve Sünnettir. Ve mihenkleri, Kitap ve Sünnetin desâtir-i kudsiyeleri ve asfiya-i muhakkikînin kavânin-i hadsiyeleridir.”
Önemli bir nokta da “Kalp mi, akıl mı, hangisi daha üstün?” tartışmasının ne kadar anlamlı olduğudur. “İnsanın el mi yoksa ayağı mı daha üstün, ya da gözü mü daha lazım yoksa kulağı mı?” gibi bir soru bu. Hepsinin yeri ayrı, hepsi insanın bir tarafı. Aklı esas tutup kalbi bir kenara atmak veya tam tersini yapmak ne mantıklı ne de gerekli? Üstadın şu ifadeleri bu konuda ne kadar da yerindedir:
“… insanın akıl, ruh, sır, nefis gibi, pek çok vazifedar letâifi ve hasseleri vardır. İnsan-ı kâmil odur ki, bütün o letâifi, kendilerine mahsus ayrı ayrı tarik-i ubudiyette hakikat cânibine sevk etmekle, Sahâbe gibi geniş bir dairede, zengin bir surette, kalb bir kumandan gibi, letâif askerleriyle kahramanâne maksada yürüsün. Yoksa, kalb, yalnız kendini kurtarmak için askerini bırakıp tek başıyla gitmek, medar-ı iftihar değil, belki netice-i ıztırardır.”
“Hem imân, yalnız ilim ile değil, imânda çok letâifin hisseleri var. Nasıl ki, bir yemek mideye girse, o yemek muhtelif âsâba, muhtelif bir surette inkısam edip tevzi olunuyor. İlim ile gelen mesâil-i imâniye dahi, akıl midesine girdikten sonra, derecata göre ruh, kalb, sır, nefis ve hâkezâ, letâif kendine göre birer hisse alır, masseder. Eğer onların hissesi olmazsa, noksandır." (3)
Yani yalnız saf aklı esas tutan felsefeye karşı bir kısım ehl-i kalp de kalbi esas aklı reddetmektedir. Üstad bunu, gözünü kapatarak hakikatı aramaya çabalamaya benzetmekte ve hakikî ehl-i kalbin akıl reddetmediğini ve Risale-i Nurlarında aynı yolu takip ettiğini ne güzel ifade eder:
"…Gözü kapalı olarak değil; belki İmam-ı Gazâlî (r.a.) Mevlâna Celâleddin (r.a.) ve İmam-ı Rabbânî (r.a.) gibi kalb, ruh, akıl gözleri açık olarak, ehl-i istiğrâkın akıl gözünü kapadığı yerlerde, o makamlarda gözü açık olarak gezmiş. Cenab-ı Hakka hadsiz şükür olsun ki, Kur'ân'ın dersiyle, irşadıyla hakikate bir yol bulmuş, girmiş.”
Kur’an’la barışık felsefenin veya aklı imanın hizmetine veren ehl-i hakkın aklı putlaştıran felsefeden en önemli farkı da şudur: Bunlar Kur’an’ın beyanını mutlak doğru olarak kabul edip aklî bürhanlarla inançlarını delillendirme ve şüpheleri izaleye çalışıyorlar. Yoksa hakikata akılla ulaşmıyorlar. Kalplerinde hissettikleri imanı (hidayet nurlarını) akılla tahkik ediyorlar. İman akla ait bir vasıf değildir. İmanın yeri kalptir. Üstad bunu şöyle ifade ediyor:
“…neticenin kayyûmu imandır. Burhan, ancak onu görmek için bir menfezdir. Veya bir süpürge gibi, o neticeye konan vehimleri süpürür.”
Bir kısım ehl-i tasavvuf, mesele artık itikat mertebesine ulaşmış ve sarsılmaz bir iman hasıl olmuşsa, daha dönüp tekrar aklın teftiş ve tahkikine gerek duymayıp tamamen kalbî bir hayatı yaşarlar. Yani aklın klavuzluğuna ihtiyaç kalmamıştır. Hakikat güneşini müşahede ettilten sonra aklın pusulasını kırmayı tercih ettikleri söylenir. Oysa müşahedelerini Kur’an ve sünnetin ölçülerine arzetmek için yine akıl lazımdır. Kişisel deneyimlerini başkalarına aktarırken de aklın klavuzluğuna ihtiyaç vardır.
Bu asırda dalalet fen ve felsefeden geliyor, bunlar akla şüpheler veriyor. Bu kadar şüphelere içindeki insanlara subjektif kalbî tecrübelerden bahsetmek veya gel önce seyru sülûkle kalbin inkişaf etsin hakikatı görürsün demek hiç de tatminkar bir yol değildir. Bu insanlara ulaşmak ancak delil ve bürhan gibi hakikatlarla mümkündür.
İki konu vardır: Bir kısmı vazgeçilmez olan “Doğrudan doğruya hakaik-i imaniyeye hizmettir.” Diğeri ise “Tasavvuf yoluyla emrâz-ı kalbiyenin izalesine çalışmak, kalb ayağıyla sülûk etmektir.“ “İmansız Cennete gidemez; fakat tasavvufsuz Cennete giden pek çoktur. Ekmeksiz insan yaşayamaz, fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir, hakaik-i İslâmiye gıdadır.” İmansızlık bir salgın gibi tüm dünyayı sarmış ve kalpler iman gıdasından mahrumken tasavvufun meyveleri ile uğraşmak üstada zaid görünüyor. Bu yüzden “zaman tasavvuf zamanı değil iman kurtarmak zamanıdır” diyor. İmam-ı Rabbani gibi bir tarikat kahramanının "Bütün tariklerin nokta-i müntehâsı, hakaik-i imaniyenin vuzuh ve inkişafıdır." deyişi üzerinde düşünülürse Üstadla ne kadar paralel düştüğü görülür.
Dipnotlar:
(1) bk. Mektubat, Dokuzuncu Mektup.
(2) bk. Kastamonu Lahikası (13. Mektup).
(3) bk. Mekubat, Yirmi Altıncı Mektup.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü