"Şeytanın ilka etmekte olduğu vesveselerden biri: Yahu, şu koyun veya inek, eğer Kadîr ve Alîm-i Ezelî'nin nakşı, mülkü olmuş olsa idi; bu kadar miskin bîçare olmazlardı..." İzah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
"İ’lem Eyyühel-Aziz! Şeytanın ilka etmekte olduğu vesveselerden biri:
“Yahu, şu koyun veya inek, eğer Kadîr ve Alîm-i Ezelî'nin nakşı, mülkü olmuş olsa idi; bu kadar miskin bîçare olmazlardı. Eğer bâtınlarında, içlerinde Alîm, Kadîr, Mürîd bir Sâniin kâlemi çalışmış olsaydı, bu kadar cahil, yetim, miskin olmazlardı.” diyen ve cinnî şeytanlara üstad olan ey şeytan-ı insî! Cenab-ı Hak, her şeye lâyıkını veriyor ve maslahata göre veriyor. Eğer atâsı, in'amı bu kaideden hariç olsa idi, senin eşeğinin kulağı senden ve senin üstadlarından daha akıllı, daha âlim olması lâzımdı. Ve senin parmağın içinde senin şuur ve iktidarından daha çok bir şuur, bir iktidar yaratırdı."
"Demek her şeyin bir haddi var. O şey, o had ile mukayyeddir. Kader, her şeye bir mikdar ve o mikdara göre bir kalıb vermiştir. Feyyaz-ı Mutlak'tan aldığı feyze olan kabiliyeti o kalıba göredir."
"Malûmdur ki, dâhilden harice süzülen cüz-ü ihtiyarî mizanıyla, ihtiyaç derecesiyle, kabiliyetin müsaadesi ile hâkimiyet-i esmanın nizam ve tekabülüyle feyz alınabilir. Maahaza, şemsin azametini bir kabarcıkta aramak, akıllı olanın işi değildir."(1)
İnsî şeytanların, fikirleri ifsat etmek için ortaya attıkları bu iddianın cevabına şu anahtar cümle ile başlanıyor:
"Cenab-ı Hak, her şeye lâyıkını veriyor ve maslahata göre veriyor."
Bu cümle adaletin bir şubesi olan “ihkak-ı hakkı” ifade ediyor. Bilindiği gibi adalet ikiye ayrılır, birisi ihkak-ı hak, yani her hak sahibine hakkını vermek, diğeri ise zalimleri cezalandırmak. Birinci şık, bu dünyada her varlıkta kendini gösteriyor. Bir varlığın mahiyeti neyi gerektiriyorsa, ona lazım olan her şey eksiksiz veriliyor. Mesela, serçe kuşunun mahiyetine göre bir beden verilmiş, kanatlarla donatılmış, çeviklikle düşmanlardan korunması sağlanmış. Aslanın mahiyetine göre kendisine pençe verilmiş, güç verilmiş, avını parçalayıcı dişler ve çiğ eti hazmedecek mide verilmiş.
Bu iki misale bütün canlı türlerini ekleyebiliriz. Bütün bu varlıkların mahiyetlerini ve cihazlarını birlikte düşündüğümüzde; “Cenab-ı Hak, her şeye lâyıkını veriyor ve maslahata göre veriyor” hakikatini bütün açıklığıyla okuruz.
Koyun veya inek gibi hayvanların miskin, biçare, cahil yetim olmalarını nazara vererek; “Bunlar nasıl olur da Kadîr ve Alîm-i Ezelî'nin nakşı, mülkü olurlar?” şeklinde bir sual ile kafaları karıştırmak, kalpleri şüpheye düşürmek isteyen kişiler; “cinnî şeytanlara üstad olan birer şeytan-ı insîdirler.”
Yani, böyle bir meseleyi ortaya atmak ve zihinleri bulandırmak şeytanın bile aklına gelmez. Bilindiği gibi, cinler de insanlar gibi imtihana tâbidirler. Onların da inananları ve inanmayanları var. Şeytan, inanmayan cinlerin en ileri gelenidir. Şu var ki, insan nev’i cin nev’inden daha üstün bir yaratılışa sahip olduğu için, insanın şerlisi de cinlerin şerlilerini çok geri bırakır. Üstadın buyurduğu gibi; “Âlâ bir şey bozulsa edna bir şeyin bozulmasından daha ziyade bozuk olabilir.”
Malum ya, sermaye ne kadar çok olursa kâr da zarar da o nisbette büyük olur. İnsanın istidat sermayesi cinlerinkinden çok ileri derecededir. Bu sermayenin yerinde kullanılmasıyla, cinlerin erişemeyeceği mertebelere çıkıldığı gibi, yanlış kullanılmasıyla da onların yapamayacakları kadar büyük şerler işlenir. Onun için Üstad Hazretleri böyle şerli insanlara; “cinnî şeytanlara üstad olan ey şeytan-ı insî!” diye hitap ediyor.
Halk arasında bu mânayı ders veren şöyle bir temsil vardır: “Yüksekten düşen yüksek düşer.”
Beş metreden düşmekle yüz metreden düşmek arasında büyük fark vardır. Birincisinde insan ağır yaralanırken, diğerinde paramparça olur ve ölür.
İnsan ahsen-i takvimde, en zengin bir istidat ile yaratıldığı için, düşünce esfel i safiline düşüyor.
"Demek her şeyin bir haddi var. O şey, o had ile mukayyeddir."
Yâsîn Sûresinde insanın emrine verilen hayvanlardan söz edilirken, şöyle buyrulur:
“Onları (o hayvanları) kendileri için zelil kıldık (onların hizmetine verdik). Onlardan bazılarına biniyorlar, bazılarını da yiyorlar.” (Yâsîn, 36/72)
O insî şeytanlar diyorlardı ki, bu hayvanlar Allah’ın eseri olsalar böyle zelil, biçare olmazlardı. Cenab-ı Hak da buyuruyor ki, onları sizin için zelil kıldım, tâ ki size hizmet etsinler, onlara binip yolculuk yapasınız yahut kesip etlerini yiyesiniz.
İneğin ve öküzün de bir çocuk kadar akılları olsaydı, bir tek çocuk yüzlerce hayvanı önüne katıp otlatabilir miydi? Bu hal, o çocuğun izzetini, güttüğü hayvanların ise zilletini sergiliyor.
Bir başka misal:
Tavuğun iyisi uçamayandır. O da kuşlar gibi uçabilseydi yumurtalarından ve etinden istifade edemezdik.
Aynı şekilde, ağacın iyisi görmeyen, işitmeyen, anlamayandır. Taşın iyisi de büyümeyendir.
Demek ki, “Cenab-ı Hak her şeye layıkını veriyor.” Taşın hakkı o. Ağacın hakkı o. Tavuğunki, öküzünki, atınki o.
Hayvanların miskin olması büyük bir rahmet. Bizim de Ahsen i takvimde olmamız yine en büyük bir rahmet.
"Kader, her şeye bir mikdar ve o mikdara göre bir kalıb vermiştir. Feyyaz-ı Mutlak'tan aldığı feyze olan kabiliyeti o kalıba göredir."
İnşaat yapılırken, çimentonun kalıba göre şekil alması gibi, her şey Allah’ın ilminde takdir edilen şekli alıyor. Sağa ve sola taşmalar olmuyor. Bunu görmek için bir tek parmağımıza bakmamız yeterli. Onun şekli nasıl takdir edilmişse, hücreler o kalıbı o şekilde dolduruyorlar, taşmıyor ve parmağın şeklini bozmuyorlar.
Bu hakikati anlamamız için, bize de “plan yapma ve ona göre iş görme” kabiliyeti verilmiş. Bir cümleyi zihnimizde nasıl kurarsak, kalemimizin ucundan mürekkep zerreleri ona göre dökülür, ona göre şekillenir. Ortada maddî bir kalıp yoktur, ama zihnimizde o cümleyi kurmamız, manevî bir kalıp vazifesi yapar.
"Malûmdur ki, dâhilden harice süzülen cüz-ü ihtiyarî mizanıyla, ihtiyaç derecesiyle, kabiliyetin müsaadesi ile hâkimiyet-i esmanın nizam ve tekabülüyle feyz alınabilir."
Bu cümlede, ilim ve feyze mazhar olmanın ince sırlarına işaret ediliyor. Bu cümlede geçen “cüz’ü ihtiyarî” ifadesi, evvela ve bilhassa insana bakıyor. Çünkü cinlerin iradeleri insana göre daha alt seviyededir. Meleklerin iradeleri ise tek yönlüdür, yani sadece verilen emirleri iradeleriyle alır ve yine iradeleriyle yerine getirirler. Aksini yapma yahut kendi istekleriyle yeni bir iş görme iradeleri yoktur.
İnsan, bir işe cüz’i iradesini ne kadar harcarsa, o işe ne kadar ehemmiyet verirse ve ne kadar azmederse muvaffakiyet ihtimali de o kadar artar. Diğer taraftan, o işin tahakkukuna olan ihtiyacını ne kadar fazla hissederse, Cenâb-ı Hak ona o nisbette ihsanda bulunur.
Bir de kabiliyet şartı var. Mesela, kartalın da kabiliyeti belli; arınınki de. Biri çok daha yükseklerden uçabilirken, diğeri çiçeklerden bal yapabiliyor. Her biri kendi kabiliyetine göre bir feyze, bir ihsana ve ikrama mazhar olmuş oluyor. Bunun bir benzeri de insanlarda var. Kiminin hattatlığa kabiliyeti daha fazladır, kiminin dülgerliğe; kiminin ilme kabiliyeti daha ziyadedir, kiminin san’ata ve ticarete.
Karıncanın kalıbı ve kapasitesi filin yaptığı işleri yapmaya müsait değildir. Koyunlar, kuşlar gibi uçamazlar. Bu ölçüyü her sahaya tatbik etmek mümkündür.
Mesela, sıradan ve avam bir insan İmam Gazali gibi eser yazıp müceddidlik yapamaz.
Mesela, hiç marangozluk kabiliyeti ve tecrübesi olmayan birisi, kapı pencere yapmayı irade etse, bu irade gerçekleşmez. Zira iradenin yanında kabiliyet ve tecrübe de lazımdır.
Maneviyat sahasında da bu böyledir.
Kısacası, cüz’î irade harcanacak, ihtiyaç hissedilecek, kabiliyet müsaade edecek ve Allah’ın isimleri de iktiza edecektir ki arzulanan feyze erilsin ve istenen bir noktaya gelinsin.
Bir damla su, Güneş'ten ancak kendi kabiliyeti kadar ışık alır. Bunun için, akıllı insan “şemsin azametini bir kabarcıkta” aramaz. Güneş o kabarcığa kendi azameti nisbetinde değil, onun kabiliyeti miktarınca ışık ve hararet verir. Sonsuz olan ilahî rahmetten de her varlık kendi kabiliyeti kadar istifade eder. Keza, yine sonsuz olan İlahî sıfatlar da her varlıkta ancak o varlığın kabiliyeti kadar tecelli eder.
(1) bk. Mesnevi-i Nuriye, Zerre.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar
"Cenab-ı Hak her şeye layıkını veriyor." deniyor. Mesela ağaçlar yürüseydi, gel deyince gelse, eğil deyince eğilse ve meyvelerini kolayca toplasak daha güzel olmaz mıydı?
"Cenab-ı Hak her şeye layıkını veriyor." ifadesi, bu dünya hayatı şartlarında ve imtihan çerçevesinde layıkını veriyor demektir. Bu dünya hayatı dar-ı hikmet ve imtihan olduğu için, her şey sebepler tahtında ve imtihan formatında veriliyor.
Bu dünya hayatında insanın fıtratına konulmuş potansiyel kabiliyetler ancak sabır, meşakkat, mücadele ve aksiyon gibi şeyler ile inkişaf edebilir. Şayet her şey "Armut piş, ağzıma düş." şeklinde olsa idi, dünyanın hikmet ve imtihan olma vasfı kalmazdı ve insanın manen terakki etmesi mümkün olmazdı.
Sizin ifade etmiş olduğunuz "yürüseydi, emri dinlese idi,.." gibi şeyler, cennet hayatında olacak şeyler. Cennet dar-ı kudret ve mükafat yeri olacağı için, orada sebepler şuurlu olup emri dinlerler ve meşakkat çekmeden her şey ayağa gelir.
"Eğer atası, in'amı bu kaideden hariç olsaydı, senin eşeğinin kulağı senden ve senin üstadlarından daha akıllı, daha alim olması lazımdı..." Devamıyla izah eder misiniz?
Eğer, kainattaki varlık ve olayları, bir Alîm'in ilmiyle, bir Mürid'in iradesiyle, bir Kadir'in kudret ve takdiriye ve bir Kerim'in ikramıyla meydana geldiği kabul edilmez ise, bu durumda her şey fiziki kanunlara ve tabiata havale edilecektir. Fiziki kanunlara göre de bir eşeğin kulağı bizden ve bize ilim öğreten herkesten daha akıllı olurdu. Çünkü insanın akıl merkezi beyin olarak bilinmektedir. Hafıza dediğimiz yer ise, beynin bir buğday tanesi kadar olan kısmıdır. Bütün bilgilerimiz bu hafızada toplanmaktadır.
Yani atomlardan meydana gelen bir buğday tanesi bizim hafızamızı meydana getiriyor, demektir.
Her şeyi böyle fiziki kanunlar ve madde ile izah ettiğimiz takdirde eşeğin kulağı hafızamızın teşkil ettiği maddenin kaç katı ise, bilgi depolama kabiliyeti de o derece olması lazım gelirdi. Bu ise değil sadece bizim hafızamızı, bizim gibi binlerce insanın hafızası kadar demektir. Çünkü beynimizi meydana getiren madde ile eşeğin kulağını meydana getiren madde aynıdır: Atomlar...
Bu bakış ile kalan cümleleri de anlamak mümkündür. Zira orada da parmak ile hafızamız mukayese edilmektedir.
"Dahilden harice süzülen cüz-ü ihtiyari mizanıyla, ihtiyaç derecesiyle, kabiliyetin müsaadesiyle, hakimiyet-i esmanın nizam ve tekabülüyle feyz alınabilir…" ifadesini açıklar mısınız?
Allah’ın her bir ismi insanın fıtratında tecelli edeceği zaman, belli bir miktar ve kalıp ile tecelli eder. Çünkü bir isim insan mahiyetini zapt ederse, yani sadece kendi mana ve hakimiyetini kurarsa, diğer isimlere meydan kalmaz. Bu yüzden isimler insan mahiyetinde bir mizan bir ahenk dahilinde tecelli ederler.
Öyle ise insan, isimler noktasından mutlak feyze kabil ve muhit değildir. Her bir isimden bir tutam alır ve o tutam ile Allah’ı tanır. "Hâkimiyet-i Esmânın nizam ve tekabülüyle feyz alınabilir." ifadesi bu inceliğe işaret ediyor.
Şayet bir isim insan mahiyetinde mutlak tecelli edip insana muhit bir kabiliyet vermiş olsa idi, o zaman feyiz de idrak de mutlak olurdu. İnsan Allah’ın her ismini mahdut olarak tanır, ama o isimlere mutlak ve muhit olarak idrak edemez.
“Maahaza, şemsin azametini bir kabarcıkta aramak, akıllı olanın işi değildir." İnsan her ne kadar Allah’ın en büyük bir eseri en mükemmel bir sanatı en azam bir mazharı olmuş olsa da mutlak isimlerin mutlak azametine mutlak bir ayna olamaz.
Kainattaki her bir eşyaya kader bir kalıp ve kapasite tayin etmiştir. Eşya, bu kalıp ve kapasitesinden öteye geçemez, onu aşamaz.
Karınca, fil gibi yiyemez ve onun yaptığı işleri yapamaz. Zira kalıp ve kapasitesi filin yaptığı işleri yapmaya müsait değildir.
İnek, kuş gibi uçamaz, zira kaderin ineğe takdir etmiş olduğu kalıp ve kapasite uçmaya uygun değildir vs... Bu ölçüyü her sahaya uygulamak mümkündür.
Mesela, sıradan ve avam bir insan İmam Gazali gibi eser yazıp müceddidlik yapamaz. Basit bir adam Yavuz Sultan Selimi taklit edemez...
İnsanların bir işe mazhariyet sırası iradeden başlar. Yani insan önce iç aleminde bir şeyi yapmayı irade eder ve bu irade, kabiliyet odasına gelir bakar. İradeden gelen emir ve meyil, kabiliyet odasında ona karşılık bir kabiliyetin olup olmadığını araştırır. İnsanın sadece irade etmesi yeterli olmuyor, irade ettiği şeye kabiliyet de gerekiyor.
Mesela, hiç marangozluk kabiliyeti ve tecrübesi olmayan birisi, kapı pencere yapmayı irade etse, bu irade havada kalır. Zira iradenin yanında kabiliyet ve tecrübe de lazımdır.
İnsanların ve eşyanın kabiliyet alanları ise Allah’ın isim ve sıfatlarının nizamı ve ölçüsü ile tayin ediliyor. Yani Allah bir insana marangozluk kabiliyeti bahşetmemiş ise, o insan o sahada asla başarı gösteremez. Öyle ise bütün eşyanın kalıp ve kabiliyetleri Allah’ın takdiri ve tanzimi ile tayin ediliyor.
Mesela, Güneş bütün parlak şeylerde tecelli ederken, tecelli ettiği parlak şeyler Güneşi kabiliyeti nispetinde gösteriyor. Bir kabarcığın güneşi yansıtması ile bir okyanusun güneşi yansıtması arasında dağlar kadar farkı vardır. Yani okyanus bile güneşin haşmetine mikyas ve ölçü olamazken, nasıl olur da koca güneşin haşmet ve büyüklüğünü bir kabarcıkta veya küçük bir aynada arayabiliriz. Her şey kalıbı kadar güneşi yansıtabilir. Öyle ise güneşin hakiki haşmetini ve büyüklüğünü o küçük kalıplarda aramak abesle iştigal etmektir.
Aynen bu misalde olduğu gibi, Allah’ın sonsuz haşmet ve azametine bir eşya tek başına mikyas ve ölçü olamaz. Belki Onun haşmet ve azametini anlamak için, ancak bütün eserleri ve kainat bir parça mikyas ve ölçü olabilir. Adi bir taşa bakıp, işte onun eseri ve azameti demek, insanı yanılgılara sürükler. Öyle ise onun haşmet ve azameti sadedinde kafamızı kaldırıp bütün kainata bakmalıyız. Trilyonlarca dev galaksilerin icadı onun azametine mikyas olsun diyedir.
(1) bk. Mesnevî-i Nuriye, Zerre.