"Sure ve ayetlerinde görünen mucize-i nazm heyat ve keyfiyat itibariyle..." Bir ayet ve surede ayrı ayrı heyat ve keyfiyat itibariyle mucize-i nazmın görünmesine misal verir misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
Kur’an, hem genel bütünlüğü ile mucize hem de cüz ve parçaları itibari ile mucizedir. Yirmi Beşinci Söz ve İşaratü'l-İ’caz bu hususta örneklerle doludur, bu kitaplar mütalaa edilebilir
Kur'an-ı Kerim'in nazil olduğu devirde, Araplar arasında güzel ve etkili söz söyleme, şiirler yazma çok revaçtaydı. İyi bir şair, onların milli kahramanıydı. Bir şairin şiiriyle iki kavim birbirine girer, bir başka şiiriyle de sulh ederdi. Kabe'nin duvarına "Muallakât-i Seb'a" namında en iyi yedi şiiri altın harflerle yazarak asarlardı. Bir gün o zamanın meşhur şairi Lebid'in kızı gidip babasının Kabe duvarına asılmış şiirini aşağıya indirdi. "Niye yaptın bunu?" diye sorulunca: "Âyetlere karşı bunların kıymeti kalmadı!.." dedi.
Bir bedevi: "fesda' bima tü'mer" âyetini işitince secdeye kapandı. "Müslüman mı oldun?" dediler. "Hayır, ben bu âyetin belagatına secde ediyorum!.." dedi.
Tercümelerde belagatın bu incelikleri gösterilemez. Ayetlerin tefsir veya tercümesi, onlardaki hüsün (güzellik) ve belagatını gösteremiyor. Bu yüzden bu ayetteki belagatı zevk edip göstermek bizim harcımız değildir.
"Evet, Kur’ân ile muaraza ve mübarezeye çıkan insanların kuvveti Cenâb-ı Hak tarafından körleştirilerek, muarazayı yapabilecek kabiliyetten sukut ettirilmiştir. Fakat Abdülkahir-i Cürcânî, Zemahşerî, Sekkâkî gibi belâgat imamlarınca, beşerin kuvveti Kur’ân’ın yüksek üslûp ve nazmına yetişemediğinden, aczi tezahür etmiştir. Bir de, Sekkâkî demiştir ki: “İ’câz, zevkîdir; târif ve tâbir edilemez.” مَنْ لَمْ يَذُقْ لَمْ يَدْرِ Yani, fikriyle i’câzı zevk etmeyen, târifle vakıf olamaz; bal gibidir."
"Lâkin Abdülkahir’in iltizam ettiği veçhe göre, i’câzı tarif ve tâbir etmek mümkündür. Biz de bu veçhi kabul ediyoruz."(1)
İmam Sekkâkî Kur’an’ın İ’cazı ancak belli bir ilmi mertebeye ve dereceye ulaşıp onu bizzat zevk ederek anlaşılır diyor. Hiç bal yememiş birisine balın tadını tarif etmek nasıl zor ve meşakkatli ise, İ’cazı ilmi ile idrak edemeyen birisine de İ’cazı tarif ve tabir etmek aynı derecede zor ve meşakkatli bir iştir diyor. Belagat noktasından bu fikir bir ekoldür.
Abdülkahir-i Cürcânî bu fikrin aksine olarak i’cazın hiç ilmi olmayan birisine dahi tarif ve tabir edilmesinin mümkün olduğunu söyleyerek, farklı bir ekol oluşturmuştur. Üstad Hazretleri de bu ekolü destekliyor ve eserlerinde bunun mümkün olduğunu ispat ediyor. Yukarıda da değindiğimiz gibi, Yirmi beşinci Söz ve İşârâtü'l-İ'câz bunun çok misalleri ile doludur. Üstad Hazretleri belagatın çok ince ve latif nüktelerini eserlerinde beyan ve ispat ederek, ikinci ekolün daha isabetli bir ekol olduğunu ortaya koymuştur. Nitekim hiçbir alt yapısı ve ilmi kariyeri olmayan birisi de Üstad Hazretlerinin eserlerinde İ’cazı zevk edebilir ve ediyor.
"Meselâ وَلَئِنْ مَسَّتْهُمْ نَفْحَةٌ مِنْ عَذَابِ رَبِّكَ [“And olsun, Rabbinin azâbından en küçük bir esinti onlara hafifçe dokunacak olsa...” (Enbiyâ, 21/46].Bu cümlede, azâbı dehşetli göstermek için, en azının şiddetle tesirini göstermekle göstermek ister. Demek taklîli ifade edecek; cümlenin bütün heyetleri de bu taklîle bakıp ona kuvvet verecek. İşte, لَئِنْ lâfzı, teşkiktir. Şek kıllete bakar. مَسَّ lâfzı, azıcık dokunmaktır; yine kılleti ifade eder. نَفْحَةٌ lâfzı, maddesi bir kokucuk olup kılleti ifade ettiği gibi, sîgası bire delâlet eder. Masdar-ı merre tabir-i sarfiyesinde 'biricik' demektir, kılleti ifade eder. نَفْحَةٌ deki tenvin-i tenkirî, taklîli içindir ki, 'O kadar küçük ki, bilinemiyor.' demektir. مِنْ lâfzı, teb’îz içindir, 'bir parça' demektir; kılleti ifade eder. عَذَابِ lâfzı, nekâl, ikab’a nisbeten hafif bir nevi cezadır ki, kıllete işaret eder. رَبِّكَ lâfzı, Kahhâr, Cebbar, Müntakîm’e bedel yine şefkati ihsas etmekle kılleti işaret ediyor."
"İşte, bu kadar kılletteki bir parça azap böyle tesirli ise, ikab-ı İlâhî ne kadar dehşetli olur, kıyas edebilirsiniz diye ifade eder. İşte şu cümlede küçük heyetler nasıl birbirine bakıp yardım eder. Maksad-ı küllîyi, herbiri kendi lisanıyla takviye eder. Şu misal bir derece lâfız ve maksada bakar."(2)
Bu ayette Kur'ân'ın kelime ve cümlelerindeki düzen ve birbiriyle ilişkileri yönünde mucize oluşuna dair bir misal gösteriliyor. Yani ayetin her bir kelimesi ve kelimelerden oluşan cümlenin geneli aynı maksat ve gayeyi gösteriyor ki, bu cümlenin mucize derecesinde olduğunu gösteriyor. İnsan takatinin altından kalkabileceği bir cümle, kelime ilişkisi değil.
Bir lafızda iç içe bir çok manalar vardır. Bu manalardan bir tanesi o lafzın efendisi ve ruhu hükmündedir. Yani lafzın hakiki manasıdır. Diğer manalar ise o asıl mana etrafında ona yardım ve kuvvet veren yan ve işari manalardır. İşte lafzı kullanan zat, yan manalar ile asıl mana arasında bir ayırıcı vasfı koyması gerekir. Yani lafzı kullanan kişinin asıl anlatmak istediği mana ile lafız arasında kuvvetli bir bağ ve temas olması gerekir. Bu ayette bu husus i’caz derecesindedir.
"Daha sair kelimât-ı Kur'âniyeyi bunlara kıyas edebilirsin. Adeta basit, melûf birer kelime iken, lâtif mânâların definelerine birer anahtar vazifesini görüyor."
"İşte, ekseriyetle üslûb-u Kur’ân’ın geçen tarzlarda ulvî ve parlak olduğundandır ki, bazan bir bedevî Arap, birtek kelâma meftun olur, Müslüman olmadan secdeye giderdi. Bir bedevî فَاصْدَعْبِمَاتُؤْمَرُ ["Emrolunduğun şeyi açıkla.” (Hicr, 15/94)] kelâmını işittiği anda secdeye gitti. Ona dediler: “Müslüman mı oldun?” “Yok,” dedi. “Ben şu kelâmın belâğatine secde ediyorum.”(3)
Dipnotlar:
(1) bk. İşârâtü'l-İ'câz, Bakara Sûresi, 23 ve 24. Ayetlerin Tefsiri.
(2) bk. Sözler, Yirmi Beşinci Söz, Birinci Şule.
(3) bk. a.g.e.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar