"Taklidî ve tahkikî iman" şeklinde bir sınıflandırma yapılır. Tevhid için de "amiyane ve hakiki tevhid" şeklinde bir sınıflandırma yapılıyor. İkisi de aynı mânaya gelmiyor mu; değil ise farkı nedir?

Cevap

Değerli Kardeşimiz;

İman, tevhide nazaran daha geniş bir mefhumdur. İman Hazret-i Peygamberin (asm) getirdiği dinin tamamını kalben tasdik, dil ile ikrar etmek demektir. Tevhid ise, bu iman içinde bir rükün ve bir cüz’dür.

Mesela, imanın şartları altı olarak hülasa edilmiştir. Tevhid ise, bu altı şartın birinci rüknü olan iman-ı Billah ile ilgilidir. İmanda tahkikî olmak, bütün iman esaslarını tahkikî bir surette kabul ve tasdik etmekle olur. Zira iman rükünleri arasında kopmaz bir bağ vardır.

Tevhid; birleştirmek, birlemek, birlikte düşünmek demektir. “Allah’tan başka ilah (hak Ma’bud) yoktur.” mânasına gelen kelime-i tevhidde önce “Lâ ilâhe” denilerek bütün batıl mabudlar reddedilir. Bunların tamamı batıl olmakta ve ibadete layık olmamakta birleşirler. Sonra “illallah” denilerek hak Mabud’un ancak Allah olduğu beyan edilir.

İkinci Şuâ’da şu temel cümle geçer ve misallerle izahı yapılır:

"Tevhid ve vahdette cemâl-i İlâhî ve kemâl-i Rabbânî tezahür eder.”

“Tevhid dahi iki çeşittir.”

“Biri: Tevhid-i âmî ve zâhirîdir ki ‘Cenâb-ı Hak birdir, şeriki, nazîri yoktur, bu kâinat onundur.’ "

İmanı taklidî ve âmiyane olan kişileri başkaları aldatabilir ve bazı şeyleri farklı ilahlara isnad edebilirler. Üstad’ın ifadesiyle “böyle âmi bir adamın nezâretinde çok hırsızlık olabilir.”

Âmiyâne tevhide ve taklidî imana sahip olan kişi, kâinatta ve her bir varlıkta tecelli eden isim ve sıfatları okuyamaz. "Allah vardır ve birdir" der. Bu iman da elbet de sahih ve makbuldür; lakin imanın kemalat ve meziyetlerinden gerektiği gibi feyizlenemez, küfür ve dalalet evhamlarına karşı mukavemet edemez. Bu iman sahiplerinin, gaflet ve dalalete düşme ihtimalleri çok yüksektir.

Tahkikî iman sahibi ve hakiki tevhid erbabı olan kişi; her bir mahlûk üstünde, Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellisini okur, her şeyin tedbir ve terbiyesinin O'nun kudret elinde olduğunu müşahede eder.

Tevhid-i hakikî Allah’ın Zât’ında, şuunatında, sıfatlarında ve icraatında şerikinin ve ortağının olmadığını kâinat üzerinde tahkikî bir surette okumaktır.

"İkincisi hakikî tevhiddir ki, 'Allah birdir, mülk O’nundur, vücud Onundur, her şey O’nundur.' der; lâyetezelzel bir itikada sahiptirler. Bu kısım tevhid sahipleri, her şeyin üstünde Cenab-ı Hakkın sikkesini görür ve her şeyin cephesinde bulunan mührünü, damgasını okur. Ve bu sayede huzurî bir tevhid melekesi mâliki olurlar ki, dalâlet ve evhamın taarruzundan kurtulurlar."

Üstad Hazretleri tevhid-i hakikîyi; “her şey üstünde sikke-i kudretini ve hâtem-i rubûbiyetini ve nakş-ı kalemini görmek” şeklinde hülasa ediyor.

Sikke-i kudret; her bir şeyi yapmanın ancak Allah’ın sonsuz kudretine mahsus olduğunu ders verir.

Hatem-i rububiyet; Allah’ın bütün âlemlerin Rabbi olduğu hakikatini hatırlatır. Rububiyet; terbiye etmek, bir şeyi tedricî olarak bir kemal noktaya ulaştırmak demektir.

Her bir şey, bir âleme mensubtur; o âlemi kim terbiye etmişse, o ferdi de yine o terbiye etmiştir. Meselâ, bir tek gözü kim terbiye etmiş ve görür hale getirmişse, bütün gözlerin Rabbi de ancak O’dur.

Çekirdekler âlemini ağaçlar haline getiren kim ise, nutfe ve yumurta âlemlerinden de sayısız âlemler çıkaran yine odur.

“Nakş-ı kalem” ifadesi, kâinatın bir kitap olduğu hakikatine işaret eder. Bu kitabın tamamı kimin kudret kaleminden çıkmışsa, bir tek harfini de o yazmıştır.

Her şeyde Allah’ın kudretini, hikmetini, rububiyetini, rahmetini ve sair isim, fiil ve şuûnatını görebilen insan, O’na, “şuhuda yakın bir yakîn ile tasdik edip îmân” getirir.

İşte tahkikî iman sahibi mü’minler, Kur’ân’ın talimiyle, kâinat kitabını ve ondaki böyle nice mühürleri rahatlıkla okur ve bütün eşyanın bir tek Zât’ın mülkü, san’atı, eseri olduğuna şüphesiz inanır, “Her şey her şeyle bağlıdır” hakikatinin sonsuz şahidlerini okurlar. Varlıkları tefekkür ederken onlara tevhid nazarıyla bakar, tesadüfe, tabiata yahut batıl mabutlara vermezler. Meselâ, her bir meyve üzerinde; “Ben bütün canlıları rızıklandıran Rezzak’ın bir ihsanıyım” mührünü okurlar. Zerrelerden gezegenlere kadar, her şeyde Allah’ın rububiyet ve ulûhiyetini görür, her mevcut üstünde İlahî mührü ve sikkeyi müşahede ederler. Böyle bir iman sahibini kimse aldatamaz.

Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü

Kategorileri:
Okunma sayısı : 23.243
Sayfayı Word veya Pdf indir
Bu içeriği faydalı buldunuz mu?

Yorumlar

Adem68474

fikirce gaflet ve dalalete düşmeleri NASIL OLUYOR İZAH EDERMİSİNİZ

Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
Editor (Muaz)

“Bu kısım tevhid sahiplerinin fikirce gaflet ve dalalete düşmeleri korkusu vardır.”

İfadesi imanı zayıf, ami ve taklidi insanların felsefi bir takım fikir ve düşünceler ile karşılaştıklarında imanlarında şek ve şüphe oluşabilme ihtimali yüksek olur demektir.

İman sağlam ve sarsılmaz delillere dayanmıyorsa böyle bir iman inkarcı düşünce ve akımlar karşısında savunmasız ve yetersiz kalır. En kötü ihtimal olarak böyle bir iman gaflet perdesini yırtamadığı için İlahi emir ve yasaklara uyma noktasında eksik ve noksan kalır.

İnsanın amel ve ibadeti imanın gücü ile orantılıdır iman güçlü ise ameli ve ibadeti de güçlü olur iman zayıfsa ibadet ve amel ya olmaz ya eksik olur hali alem buna şahittir.

Bu zamanda inkarcı ve maddeci felsefe çok yaygın ve etkili olduğu için imanı zayıf insanların bundan etkilenmemesi ve imanlarını riske atmamaları mümkün değildir. Bu sebeple bu zamanda bir Müslümanın en büyük ve en öncelikli meselesi imanını kuvvetlendirmek ve tahkim etmek olmalıdır. İmanı taklitten tahkike çevirmenin en kısa en kolay ve en tesirli yolu ise Risale-i Nurları okumak ve anlamaktır.

Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
Yükleniyor...