Üstad Hazretleri; Anglikan Kilisesine verdiği cevapta onların yüzüne tükürüyorken, daha sonraları onlarla omuz omuza verip diyaloga hoşgörü ile bakıyor, bu bir zıtlık değil mi, zamana göre Bediüzzaman değişir mi?
Değerli Kardeşimiz;
Bir sözün kıymetini ve mahiyetini belirleyen ana amil dört şeydir;
1. Bu sözü kim söylemiş?
2. Bu söz kime söylenmiş?
3. Ne makamda söylenmiş?
4. Niçin söylenmiş?
İşte Üstad'ımızın, Anglikan Kilisesinin mağrur başpapazına söylediği sözler ile rehbersiz ve hakkı arayan Hristiyanları İslam'a ısındırmak için söylediği sözler bir olmaması hikmetlidir.
Mukteza-yı hâale göre hareket etmek, hikmetli hareket etmek demektir. Muhakemesiz insanlar, tek düze ve yeknesak hareket ederler. Mesela, savaş esnasında kılıçlar konuşurken, barışta ilim ve kelam konuşur. Her hâlde ve her zamanda savaş metotlarını ve savaş dilini kullanmak hamakat olur.
İngilizler İstanbul’u işgal etmiş, Anglikan kilisesinin papazı müstehzi ve kibirli bir şekilde İslam’ın meşihatına hakaret maksatlı bir sual yöneltiyor, bu tavra ancak bir tükürük ile cevap verilir. İşte bu tavır bu hâlin muktezasına mutabık bir tavırdır. Ama bu tavrı her zaman ve her şartta devam ettirmek gerekmiyor. Çünkü Hristiyan dünyası İslam’a girmeye müheyya bir dünyadır; onlara sürekli şiddet ve hiddet göstermek, İslam’ın onlara götürülmesinde ve hidayete gelmelerinde bir engel teşkil eder.
Dinler arası ittifak bazı müşterek konularda, ortak paydalarda, ortak hareket etmek demektir. Bunun da dinin esasına ve ruhuna aykırı bir durum olmaması halinde bir mahzuru yoktur. Mesela, İslam ve Hristiyanlığın müşterek düşmanı olan komünizme / dinsizliğe karşı ortak mücadele etmesi ve tesanüd içinde olması, ne dinen ne de siyaseten mahsurlu değildir.
Gayri müslimlerle irtibata geçmenin ve ittifak kurmanın meşruluğuna dair Kur’an ve sünnette çok deliller vardır. Hatta Hz. Peygamber (asm)'in bizzat uygulamaları mevcuttur.
O dönemde materyalist felsefe ve onun ideolojik yansıması olan komünizm, insanlığının ekseriyetini tesiri altına alıp dinsizliğe sürüklemiştir. Bundan en fazla zarar gören de Hristiyanlık ve İslam olmuştur. Üstad Hazretleri bu iki dinin ittifak ederek, bu dinsizlik ile mücadele etmesi gerektiği tezini savunuyor.
Hz. Peygamber (asm)'in iki türlü ümmeti vardır. Biri ümmet-i icabet, yani, davetine kulak verip iman ederek icabet edenlerdir. Diğeri ise ümmet-i davet, yani davetine henüz imanla karşılık vermemiş bütün insanlıktır. Bunlar potansiyel olarak hepsi Müslüman olmaya hazır insanlar demektir. Buna Ehl-i kitap, bilhassa da Hristiyanlar en yakın olanlardır.
Kur'an-ı Kerim'de şu ayet bu manaya işaret ediyor:
"Sen, iman edenlere, düşmanlık besleme bakımından onların en şiddetlilerinin Yahudiler ile müşrikler olduğunu görürsün. Müminlere sevgi bakımından en çok yakınlık duyanların ise 'Biz Nasârayız (Hristiyanız)' diyenler olduğunu görürsün. Bunun sebebi, onlar arasında bilgin keşişlerin ve dünyayı terk etmiş rahiplerin bulunması ve onların kibirlenmemeleridir." (Maide, 5/82)
İnsanın fikir dünyasında değişmeyen temel meseleler olduğu gibi, sürekli gelişerek değişen fikirleri de vardır. Değişmeyen şeyler dinin esasatı olan iman ve ibadetlerdir. Değişen şeyler ise bu esasata hizmet ve hadim olan vesilelerdir. Bu manada değişmek güzeldir ve tekâmül etmektir. Bu yüzden fıkıhta şu kaide önemli bir esas olarak benimsenmiştir:
“Dinin teferruat denilen kısmında ezmanın tagayyürü ile ahkam dahi tagayyür eder.”
Yani zaman değiştikçe buna bağlı dinin fer’î hükümleri de değişir, demektir.
İslam’ın barış dini olması, getirdiği esasların sağlamlığı ve hakikatlerinin güzelliği on dört asır boyunca, başka din mensuplarının bölük bölük İslam’a girmelerine vesile olmuş ve kıyamete kadar da olmaya devam edecektir.
Tebliğ ve irşadın bu ehemmiyetindendir ki, İslam fatihleri fethettikleri ülkelerin mukadderatına hâkim olmanın siyaset ve kuvvetten ziyade, ilim ve irfan ile mümkün olacağı fikriyle bir taraftan kılıçla memleketin hudutlarını genişletirken, diğer taraftan da fethettikleri her şehir ve kasabada medrese ve zaviyeler tesis etmişler ve böylece milletin akıl ve vicdanlarına hakim olmuşlardır.
Tebliğ vazifesi her Müslüman’a iktidar ve kabiliyetine göre ölünceye kadar farzdır. Cenab-ı Hak bu vazifeyi yerine getiren Müslümanları şöyle methetmektedir:
“Ey Ümmet-i Muhammed! Siz insanların iyiliği için meydana çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz: İyiliği emreder, kötülükten men edersiniz...” (Al-i İmran, 3/110)
Bu ayete göre her Müslüman, Kur’an’ın bu emrini yerine getirmekle manen mükelleftir. Müslümanlar birbirlerinde gördükleri hata ve yanlışlıkları yumuşak bir dille düzeltmeye çalıştıkları gibi, küfür, şirk ve dalalet içinde yaşayan insanlara da tebliğ ile doğru yolu göstermekle vazifelidirler. Bu da ancak sulh ortamı içerisinde onlarla münasebet kurmakla mümkündür.
Peygamber Efendimiz (asm) İslam’ı tebliğ ile anlatmıştır. Habib-i Kibriya Efendimiz (asm) akrabaları, komşuları ve hemşehrisi olan müşrik ve putperestler yanında Yahudi ve Hristiyanlarla da irtibat kurmuş, bir kısmı ile bizzat görüşmüş, bazılarına mektuplar yazmış, diğer bir kısmına da sahabelerini göndererek İslam’ı tebliğ etmiştir. Böylece İslamiyet’in bütün şark ve garba yayılmasına vesile olmuştur. Hz. Ömer (r.a) zamanında da ashab-ı kiramdan Abdurrahman bin Rabia, Buhara’ya giderek onlara ezelden beri ruhlarının özlediği ve vicdanlarının aradığı Mabud-u Hakiki’yi anlatmışlardır.
Peygamber Efendimizin (asm) bu tebliğ vazifesini devam ettirmek şuurlu ve hamiyetperver Müslümanların vazifesidir. Nitekim Hz. Peygamberi (asm) kendilerine rehber eden ve hayatlarını İslam’ı tebliğe vakfeden o durmaz ve yorulmaz aşk ve şevk sahibi İslam mücahitleri sayesinde İslamiyet Afrika, İspanya, Hindistan, Çin ve Sent Nehri’ne kadar yayılmıştır. İnşallah bu fütuhat kıyamete kadar kesintisiz devam edecektir. Bu da ancak görüşme, konuşma ve fikir teatisinde bulunmakla mümkündür. Aksi halde İslam’ın elmas gibi hakikatlerini diğer insanlara anlatmak mümkün değildir.
İslamiyet'in hakikatlerinde asla bir şüphe ve zayıflık yoktur ki, onları tebliğ ederken herhangi bir tereddüt yaşayalım. Acaba hakikaten Müslüman olup da muhakeme-i akliye ile Yahudi ve Hristiyan olan kaç kişi vardır. Bazı cahillerin menfaat mukabilinde Hristiyan olmaları bir kıymet taşımaz. Nitekim ciddi bir araştırma yapıldığında bu kimselerin İslam’ı anlamadıkları görülecektir. Ehl-i Kitaptan Müslüman olanlar ise, ekseriyetle ilim ve fikir adamlarıdır. Hatta birçok papazın da Müslüman oldukları bir hakikattir
"Eğer biz ahlak-ı İslamiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemalatını efalimizle izhar etsek, sair dinlerin tabileri elbette cemaatlerle İslamiyet'e girecekler; belki Küre-i Arz'ın bazı kıt'aları ve devletleri de İslamiyet'e dehalet edecekler." (Hutbe-i Şamiye, Birinci Kelime.)
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar