Yalnız akıl ve fikirle Allah'ı bilmek kâfi mi? Mesela Eflatun ve Sokrat gibi dahiler akılla, Allah'ın birliğine ulaşmışlar!..
Değerli Kardeşimiz;
Allah’ı bilmenin çok şubeleri ve nihayetsiz dereceleri vardır. Sadece Allah’ın varlığını bilip, kâinattaki tedbir ve tasarrufunu inkâr etmek, isim ve sıfatlarının tecellillerini okuyamamak, rububiyyetinin ve saltanatının haşmetini görememek de bir bilmektir ama çok nâkıstır.
Hâlbuki Kur’an öyle bir marifet dersi veriyor ki, Allah’ın varlığının ve birliğinin yanında şuunatının, sıfatlarının ve isimlerinin kâinattaki tecelli ve icraatlarını akla, kalbe ve hissiyatlara tesis ettirerek, dem ve damarlarına işlettiriyor. Her hâdisede Allah’ın rububiyetini ve tedbirini göstererek, tam bir marifeti veriyor.
Ama sadece aklı esas alan felsefe ise, Allah’ı, sadece bir ilk sebep olarak görüp, onun dışında kâinatı ve içindeki icraatları sebeplere taksim eder. Allah’ın kâinattaki Rububiyetini, Ulûhiyetini, isim ve sıfatların tecelliyatlarını göremiyor ve inkâr ediyor.
Akıl vahyin terbiye ve idaresi altına girmeden, hakiki ve tahkiki marifeti elde edemez. Bir insan ne kadar zeki, kabiliyetli, ince anlayışlı, ilim ve irfanda ileri olursa olsun yine de peygambere ve kitaba ihtiyacı vardır. Her insanın anlayışı ve kabiliyeti farklıdır. Herkes aynı derecede her hakikati anlayamaz, hayır ve şerri birbirinden ayıramaz. Cenab-ı Hak, her insanın aklını farklı yaratmıştır. Kur’an’ın nuru ve feyzi ile nurlanmış, Hz. Peygamberin sünneti ile ziyalanmış, ilim ve fazilet ile bezenmiş olan münevver akıl sahipleri ile bizim gibi âmi ve günahkâr insanların aklı bir olamaz. Kur'an ve sünnete tâbi olmayan akıl yanılır, yanıltır, aldanır ve aldatır.
Tevhid akidesi, eşyanın hakikati, insanın ve kâinatın yaratılış gayesi gibi ulvî hakikatler, ilahî hikmetler, âli maksatlar ve derin sırlar ancak mukaddes kitaplar, “Yüksek dellal, doğru keşşaf, muhakkik üstad ve sadık muallim” olan peygamberler sayesinde bilinir ve anlaşılır.
İnsan, aklı ile Cenab-ı Hakk’ın varlığını bilse dahi, O Zât-ı Akdes'in kudsî sıfatlarını, esmasını, mevcudatın nereden gelip, nereye gittiklerini, hâdiselerin iç yüzünü, ölüm ötesi hayatı bilemezler. Başta Kur’an ve Resul-i Ekrem Efendimiz olmak üzere diğer semavî kitaplar ve bütün peygamberler, bütün bu hakikatleri bir harita gibi insan aklının önüne koymuşlardır.
Kalplerin nurlanması ve akılların irşadı için başta hidayet güneşi olan Habib-i Kibriya Efendimize (sav.), mürşid ve mücedditlere ihtiyaç vardır. Vahiy, enbiyaların ve onların yolundan giden müçtehid, mürşid ve mücedditlerin yoludur. Akıl, hak ile batılı, hayır ve şerri, iyilik ve kötülüğü ancak vahiy sayesinde ayırabilir. Sadece akıl ile hareket edenler kendi aklına güvenenler, vahiy ve hikmetin tezgâhından gelmeyenler istikamet üzere yaşayamazlar dalâlete saparlar.
Nitekim sadece aklı esas alan Aristo ve Eflatun gibi üstün zekâ sahibi dâhiler, Allah’a iman ettikleri halde, tekrar dirilmenin ruhen olacağına inanmışlar ve bedenin de dirilmesini akıllarına sığıştıramamışlardır. O meşhur filozofların Allah hakkındaki marifetleri, âmi bir mü’minin marifetine yetişemiyor.
Allah’ı bilmek, sadece varlığını kabul edip kâinatı sebeplere taksim edip, O’nun rububiyet ve Ulûhiyetini inkar etmek değildir. Felsefenin, ukul-u aşere yani on akıl safsatasının tevhid hakikatinden ne derece uzak olduğunun bir delilidir.
Vahyin terbiyesine girmeyen ve meseleleri sadece akılla halletmeye çalışanlar, Allah’ı kâmil mânada bilemez ve tahkiki marifete yetişemez. Sokrat ve Eflatun, sadece aklı esas alarak tevhide ulaşan iki nadir filozoftur. Ama bunların tevhid anlayışı da yine Kur’an ile kıyasa gelemez.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar
Üstad bir soru münasebetiyle verdiği cevapta ortak noktayı şöyle ifade eder:
“Fakat zaman-ı fetrette, وَمَا كُنَّا مُعَذِّبِينَ حَتّٰى نَبْعَثَ رَسُولاً sırrıyla; ehl-i fetret, ehl-i necattırlar. Bilittifak, teferruattaki hatiatlarından muahezeleri yoktur. İmam-ı şâfiî ve imam-ı eşarîce; küfre de girse, usûl-i imanîde bulunmazsa, yine ehl-i necattır.
Çünkü teklif-i ilâhî irsal ile olur ve irsal dahi, ıttıla ile teklif takarrur eder. Madem gaflet ve mürur-u zaman, enbiya-i salifenin dinlerini setretmiş; o ehl-i fetret zamanına hüccet olamaz. İtaat etse sevap görür, etmezse azap görmez.
Çünkü mahfî kaldığı için hüccet olamaz.”(1)
(1) bk. Mektûbat, Yirmi Sekizinci Mektup.