Bediüzzaman Said Nursi'nin Düşüncesinde Müslüman-Hristiyan Diyalogu ve İşbirliği
"Kur'ân'ı Anlamada Çağdaş Yaklaşım: Risale-i Nur Örneği" konulu uluslararası sempozyumda tebliğ sunmak üzere buraya davet edilmiş olmam, benim için bir şereftir. Tebliğime başlamadan, Bediüzzaman Said Nursî'nin düşünceleri konusunda uzman olmadığımı, ve bu sempozyumdaki mevcudiyetimi konu üzerinde derinleşmiş bir 'ilim adamı' olarak değil, ondan ziyade, bir 'öğrenici' şeklinde anladığımı itiraf etmem gerekiyor. Şu günlerde, Kur'ân'a dair kendi anlayışımı, büyük muasır Müslüman düşünür Bediüzzaman Said Nursî'nin yaklaşımı ve yorumlama tarzı üzere derinleştirmeyi özlemle bekliyorum.
Bir Hristiyan mü'min olarak Said Nursî'nin ciltler dolusu eserlerini okurken, onlarda, iç dünyamda hemencecik ma'kes bulan birçok bakış açısı ve tavır buluyorum. Bu kendini Allah'a adamış Müslüman düşünürün yazılarında kendi Bir ve Tek Allah inancım ile çakışan o kadar çok nokta keşfettim ki, doğrusu onu şahsen tanımış olmak isterdim-tâ ki, birçok noktada doğrudan ona sorular yöneltip, verdiği cevaplardan istifade edebileyim.
Bu kısa takdimde benim vazifem, Said Nursî'nin düşüncesinin geniş ana çizgilerini incelemek veya onun yeni ve değerli görüşler sunduğu birçok alanın listesini çıkarmak değil; bilakis, tamamen hususî bir konuya, "Bediüzzaman Said Nursî'nin Düşüncesinde Müslüman-Hristiyan Diyalogu ve İşbirliği" konusuna bakmaktır. Said Nursî, yaşadığı yıllar boyunca, hatta -Birinci Dünya Savaşı ve onu takip eden yıllar gibi- Hristiyanlar ile Müslümanlar arasında büyük gerilimlerin yaşandığı anlarda, Müslüman-Hristiyan diyalogu meselesi üzerine kafa yormuş ufuk açıcı bir düşünürdü. Onun bu konudaki görüşleri bizlerin kendi tefekkürümüz açısından da geçerlilik arzetmektedir ve kendisinin konuyla ilgili görüşlerinin çoğu, hepsi de Allah'ın birliğine inanan Müslüman ve -ümit ederim-Hristiyan cemaatleri içerisinde ancak şimdi bereketli meyveler verme noktasına gelmiş bulunmaktadır.
Müslümanlar ve Hristiyanlar Medeniyetin Eleştirilmesi Noktasında İttifak Hâlindedirler
Allah'a inanan mü'minlerin teşkil ettiği her cemaatin başlıca görevlerinden biri, içinde yaşadığımız çağın meydan okumaları ile yüzleşmektir. Tarihteki her dönem, her bir tarihsel çağın ve her bir kültürel çerçevenin mensupları sürekli bir biçimde şeytanın Allah'ın rızasına uygun değerlerin yerine kendi nefislerinin arzularını koyma telkinine maruz kaldıklarından dolayı, kendine özgü bir meydan okumalar seti sunar. Hristiyan akidesine damgasını vuran, Hz. İsa'nın kendi çağının kötülükleriyle yüzleşmesidir. Bu kötülüklerin başlıcaları ise, siyasî iktidar ile dinî liderliğin hileli bir anlaşma içinde olması; beşerî hukukî görüşlere merhamet ve sevgiden daha büyük bir ağırlık veren bir hukuk anlayışı; ve fakiri, yabancıyı, kadını, ve dinî inceliklerde derinleşmemiş fertleri kenara itelerken, bazı gruplara özel ayrıcalıklar bahşeden inhisarcı bir dindarlıktır. Benzer şekilde, İslâm, zamanının Arabistan'ında küfrün değerlerine karşı Hz. Muhammed'in sergilediği mücadele geleneği üzere yürümektedir. O günün Arabistan'ında küfrün 'değer'lerinin başlıcaları ise, Allah'a hiçbir icraat ve müdahale alanı bırakmayan, ebedî hayata da hiç inanmayan insanların kendini beğenmişliği; Cahiliye devirlerinin geleneksel putperest tapınma biçimi; köleler, kadınlar, yetimler, toplumdan dışlanmış kişiler ve yoksul yolcular aleyhine güçlü kişiler tarafından zulüm icra edilmesidir.
İçinde bulunduğumuz çağ, her şeyde ve her fiilde Allah'ın rızasını gözeten samimî mü'minlere karşı, kendine has meydan okumalar üretmiştir. Bunlar genellikle "çağdaş uygarlık" yahut "modern medeniyet" adı verilen şeyde hülasa edilebilir. Bu medeniyet, tamamen kötülük ve şerden ibaret bir medeniyet değildir, ve insanlığa birçok faydalar sağlamıştır. Bu medeniyetin manevî değerlerinin hepsi de Allah'ın rızasına aykırı değildir, bilakis sahip olduğu bu değerler insanoğlunun hayırlı birçok beşerî niteliğini teyid eder ve destekler. Bununla birlikte, modern medeniyet, ona dahil olan insanların artık Allah'a ihtiyaç hissetmedikleri bir düşünce tarzını da ihtiva edebilir. Bu düşünce tarzını benimseyenler yalnızca Allah'a ibadet etme, O'na şükretme ve O'ndan yardım isteme ihtiyacını hiç de hissetmediklerini ileri sürmekle kalmaz, bilakis ekseriya hayat yolculuklarını hangi yolda sürdürecekleri konusunda rehber olup yol göstermesi için Allah'ın Kelâmına başvurma gereği de duymazlar. Bunun yerine, kendi kafalarından uydurdukları felsefe ve ideolojilerin peşine düşmeyi tercih edebilirler.
Hayat yolculuklarını her açıdan Allah'ın rızasına uygun biçimde yaşama arzusunda olanlar için, modern medeniyetin eleştirisini yapmak, kaçınılmaz bir görevdir. İşte Said Nursî, bizim yüzyılımızda bu görevin, modernitenin değerlerine eleştirel bir yaklaşım formüle etme görevinin Müslümanlar ve Hristiyanlar tarafından beraberce icra ve ifa edilmesi gerektiğini kabul eden öncü düşünürlerden biriydi. 1946'da, İkinci Dünya Savaşının sona ermesinden kısa bir zaman sonra, şu ifadeleri kullanmıştı:
"Şimdi ehl-i iman, değil Müslüman kardeşleriyle, belki Hristiyanın dindar ruhanîleriyle ittifak etmek ve medar-ı ihtilâf meseleleri nazara almamak, niza etmemek gerektir. Çünkü, küfr-ü mutlak hücum ediyor."2
Said Nursî için, insanın mutluluğunun ve ahlâken müstakim oluşunun düşmanı, imansızlık, dinsizliktir. İnançsızlar, yaşadığı müddetçe kendi yolunu kendi çizmeye karar veren, İlâhî Rehberliğin peşinden gitmemeye karar kılmış, Allah'ın iradesini ve O'nun insanlık için çizdiği hikmetli planı kaale almayan, Allah'ın insanın mahiyeti ve kaderi hakkındaki öğretisine tâbi olmak üzere kendi basit, çocuksu arzu ve fikirlerinden vazgeçmek istemeyen insanlardır. Modern çağda ilâhî olarak rehberlik edilmiş bir hayat tarzının teyidini ararken, Müslümanlar, Hz. İsa'nın öğretilerini takip etmeye ahdetmiş ve hakikata göre yaşama çabasını kuşanmış Hristiyanlarda kendi tabiî müttefiklerini bulurlar. Müşterek bir düşmanla, "mütecaviz dinsizler"le yüzyüze gelen Müslümanlar, Said Nursî'ye göre,
"değil yalnız kendi dindaşı, meslekdaşı, kardeşi olanlarla samimi ittifak etmek, belki Hristiyanların hakikî dindar ruhanîleri ile dahi, . . . ittifaka muhtaçtırlar."3
Hristiyanlar ve Müslümanlar, şayet böyle ortak bir gayret mümkün olacaksa, en azından bir müddet, bu iki mü'minler ailesi arasındaki ihtilaflı noktaları gündeme getirmekten uzak duracaklardır. Bunu söyleyerek, Said Nursî, Müslümanlar ile Hristiyanlar arasında hiçbir farklılığın mevcut olmadığını, yahut varolan bu farklılıkların önemsiz olduğunu ima ediyor değildir. Bunlar, Hristiyan akidesi ile İslâm akidesi arasındaki gerçek ve önemli farklılıklardır. Onun üzerinde durduğu nokta, bu farklılıklar üzerinde obsesif biçimde yoğunlaşmanın, kafayı bu farklılıklara takmanın; gerek Müslümanları, gerek Hristiyanları, paylaşabilecekleri çok daha önemli bir müşterek vazifeye karşı, modern dünyaya merkezinde Allah'a imanın yer aldığı ve moral değerlerin ölçüsünü Allah'ın irade ve rızasının oluşturduğu bir hayat ve toplum vizyonu sunma vazifesine karşı körleştirebildiğidir-ki, bu noktada onunla aynı düşüncedeyim.
Said Nursî'nin, saati tersine çevirmenin yolunu arayan bir tür modern-karşıtı gelenekselci olduğu düşünülmemelidir. O, modern medeniyete "mehasin ve terakkiyat"ın da olduğunu kabul eder."4 Bu müsbet değerler ise, yalnızca Avrupa'nın eseri değildirler. Bilakis, onlar umumun malıdırlar ve Said Nursî'ye göre, insanlığın "telâhuk-u efkâr"ından, yani düşüncelerin birbirine eklenip mezcolmasından, semavî dinlerin kanunlarından, fıtrî ihtiyaçtan, ve bilhassa Hz. Muhammed'in şeriatıyla meydana gelen İslâmî inkılabdan neşv ü nema bulmuş; yine onun ifadeleriyle, "tamamen medeniyet-i İslâmiyeden, Kur'ân'ın irşadatından, edyân-ı semaviyeden in'ikas ve iktibas" edilmiştir. Dindar insanların modern medeniyetin böylesi olumlu değerleriyle bir meselesi yoktur. Ehl-i din bunlarla çatışma halinde değildir. Aksine, bu medeniyetin insanlığa getirdiği faydaları kabul etmekte ve memnuniyetle karşılamaktadırlar.
Onun nüansları kesinlikle gözeten modernite değerlendirmesi, modern medeniyetin başlıca savunucusu olarak Avrupa'nın (ve, şüphesiz, en aktif yayıcısı olarak Amerika'nın) rolüne dair incelikli bir değerlendirmeyle paralellik arzeder. Said Nursî Avrupa'ya karşı mutlak bir nefret üreten bir doktrinin mucidi ve yatakipçisi değildir. Aksine, onun modern hayata sağladığı katkıların çift-taraflı bir mahiyet arz ettiğini ve bunların tahlilinin dikkatli bir nazar gerektirdiğini kabul etmektedir. Bir tarafta, Avrupa birçok insan için pek çok iyilik getirmiş, ama diğer tarafta, insan hayatına çok ciddi zararlar vermiştir. O, Batı tarihindeki değişik düşünce akımlarının modern medeniyetin olumsuz niteliklerini ortaya çıkarıp bertaraf etmeye kâdir olmadığı, hatta kimi zamanlar bu menfi niteliklerin iyi niteliklere galebe çaldığı düşüncesindedir. Temelde, bu gelişmeler ikiye ayrılır. İlk olarak, Batı medeniyeti, Said Nursî'ye göre, gerçek İsevîlikten uzaklaşarak, ona yabancılaşmış; bu yabancılaşmanın peşi sıra, Avrupa'nın insana ve topluma dair görüşleri insanı kâinatın merkezine yükselten ve bunu Allah'ı kâinatın sınırlarına iteleme pahasına yapan insan-merkezli Yunan-Roma felsefesinin prensipleri üzerine oturmuştur. İkinci olarak, Batı medeniyeti, zincirinden boşandırılmış pazar politikalarında, "maişetteki müthiş müsavatsızlık"a dayanmıştır.5
Sonuç, Allah'a inananların bakış açısından, iki yüzlü bir Avrupa'dır -bir "iyi" Avrupa ve bir de "kötü"Avrupa-. Onun 1933-1934'te zaten söylediği gibi,
"Avrupa ikidir. Birisi, İsevîlik din-i hakikîsinden aldığı feyz ile hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye nâfi san'atları ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları takip eden bu birinci Avrupa'ya hitap etmiyorum. Belki, felsefe-i tabiiyenin zulmetiyle, medeniyetin seyyiatını mehâsin zannederek, beşeri sefahete ve dalâlete sevkeden bozulmuş ikinci Avrupa'ya hitap ediyorum."6
Bu menfi akım, onun belirttiği üzere, hem Müslümanları, hem de Hristiyanları, onları manevî ve moral değerlerin kaynağından yabancılaştırarak ve Hristiyanlar ile Müslümanlar arasında bir husumet meydana getirerek tahribata uğratmayı amaçlamaktadır. Allah'a inanan, ve hayata dair merkezinde Allah'a imanın yer aldığı bir yaklaşımın izini sürmeye hizmet eden herkesin bu akımın insanlığa bulaştırdığı tehlikeleri kabul etmesi gerekmektedir. Onun ifadeleriyle, "misyonerler ve Hristiyan ruhanîleri, hem Nurcular, çok dikkat etmeleri elzemdir. Çünkü, her halde Şimal cereyanı, İslâm ve İsevî dininin hücumuna karşı kendini müdafaa etmek fikriyle, İslâm ve misyonerlerin ittifaklarını bozmaya çalışacak." Said Nursî'nin bu sözlerinin 1945-1946'da, ateist komünizmin hâkimiyet alanının Doğu Avrupa'nın her tarafına uzandığı bir zamanda sarfedilmiş olması tesadüf değildir.
Onun görüşünde, modern medeniyet, açıkça gözüken iyi niteliklerine rağmen, ilâhî öğretiyle ekseriya çatışan bir değer sistemi dahilindeki değişik kaynakların ve sonuçların ürünüdür. Modernitenin bütün kaynakları beşerî de değildir; bazılarının, şeytanî bir telkinin sonucu olduğu göze çarpmaktadır.Said Nursî, "Ey Ehl-i Kitap! Sizinle bizim aramızda bir ortak kelimeye gelin" mealindeki Kur'ân âyetini tefsir ederken, bu bağlamda şunu söyler:
"Şahıslar, cemaatler, muarazasından âciz kaldıkları Kur'ân'a karşı; bütün nev'-i beşerin ve belki cinnîlerin de netice-i efkârları olan medeniyet-i hâzıra, Kur'ân'a karşı muaraza vaziyetini almıştır."7
Bu durumda, Kitap Ehliyle "ortak bir kelime"ye gelme Kur'ânî emri, her iki grubun da karşılıklı olarak imanî bir şuur ve uyanıklığa gelmesi anlamını taşır; ki, Allah'a iman esası üzerine kurulu cemaatler olarak, Müslümanların ve Hristiyanların, modern medeniyetin ta göbeğinde ilâhî değerlere şahitlik etme gibi ortak bir misyonları vardır. Onların, farazî bir "medeniyetler çatışması" ile bölünmüş olmaktan öte, modernitenin savunucularıyla modern medeniyetin eleştirisi ekseninde bir diyalog yürütmek üzere, birlikte çalışmaları gerekmektedir.
Hristiyanlarla Müslümanlar Arasındaki Gerilimler
Hristiyanlar ile Müslümanların, insanlığı bir ve aynı Allah'a ibadet ve itaat etmeye davet eden ümmetler olarak taşıdıkları ortak mahiyete rağmen, sık sık yekdiğeriyle ihtilaf ve hatta savaş halinde olmuş oldukları, insanlık tarihinin kötü bir gerçeğidir. Onların her biri, yekdiğerini, direnilmesi ve üstesinden gelinmesi gereken düşmanlar olarak görmüşlerdir. Allah'a iman merkezli toplumlar kurulmasında işbirliğinde bulunmak için istihdam olunması gereken enerjiler, ne yazık ki, karşılıklı kuşku, hakimiyet kavgası, ve kan gölü içinde heder edilmiştir.
İşte, Birinci Dünya Savaşının sonunda iki cemaat arasında ciddi gerilimlerin ve katliamların vuku bulduğu bir zamanda eserler vermekte olan Said Nursî, bu tarihî kördüğümün haricinde bir yol sunmuştur.
Doğu Anadolu'daki Kürt aşiretlerinin mensupları Rum ve Ermenilere hürriyet verilmesi fikrini nefretle karşılamış ve bu konuda Said Nursî'nin fikrine başvurmuşlardır. Onun cevabı, yalnızca, bu Hristiyan ahalinin özgür olma hakkının şeriat tarafından emredilen birşey olduğu teyid etmekle kalmamış; meseleyi aşiret mensuplarının kendi üzerlerine döndürerek, onlara kendi cehalet ve katı kalpliliklerinin işin merkezinde yatan daha derin bir mesele olduğu uyarısında bulunan bir meydan okumayla tahlilini derinleştirmiştir. Bu bağlamda, söylediği söz şudur:
"Onların hürriyeti, onlara zulmetmemek ve rahat bırakmaktır. Bu ise, şer'îdir. Bundan fazlası; sizin fenalığınıza, divaneliğinize karşı bir tecavüzleridir, cehaletinizden bir istifadeleridir."8
Said Nursî, devamla, gerçek düşmanın şu veya bu Hristiyan grubu değil, bilakis içine düşmüş oldukları gerileme hali olduğunu onlara söyler. Belirttiği üzere, onların düşmanı, onları mahveden şey cehalet, zaruret, ihtilaftır. Bir başka tahliline bakılırsa, Cehalet Ağa, İnat Efendi ve Garaz Beydir. Ermeniler Müslümanlara nefret ve öfkeyle mukabele ve muhalefet etmişlerse, bunu sözkonusu üç müfsidin öncülüğünde yapmışlardır.9 Bir Hristiyan olarak, onun problemin asıl merkezine ulaşan bu yaklaşımını, St. Paul'ün yazılarında okuduğum şeye benzer buluyorum; ki, St. Paul şöyle demiştir:
"Bizim mücadelemiz beşerî güçlere karşı değildir, bu dünyaya hükmeden karanlık güçlere karşıdır."
Diğer bir deyişle, Allah'ın iradesine uygun olanı gerçekleştirme ve âhenkli ve barış içinde toplumlar bina etme yolunda girişilen manevî mücahedenin en derin düzeylerinde, gerçek düşmanlar olarak karşımıza sair kişiler değil, onlardan ziyade, hepimizin idrak kabiliyetini örten ve bizi yapmamız gerektiği şekilde harekete koyulmaktan alıkoyan cehalet, zaaf ve saldırganlık güçleridir. Bu karanlık güçler kendimiz haricinde yatıyor değildir, bilakis hepsi de kendi kalblerimizin içerisindedir. Bu sebepten dolayı, gerek İslâm, gerek Hristiyanlık, bütün kişisel ve toplumsal dönüşümlerin anahtarı olarak daima tevbeyi (Ar. tevbe, Yun. metanoia) vurgulamıştır.
Said Nursî'nin mesajı, onun yukarıda aktardığımız sözleri yazdığı yaklaşık seksen sene öncesi için geçerli olduğu kadar, günümüz için de geçerlidir. Bugün Müslümanlar ile Hristiyanlar arasındaki gerilim ve çatışmaların kökeninde, ötekinin şer yüklü mahiyetinden ziyade, kendi bencil hükmetme, kontrol altında tutma ve misillemede bulunma arzularımız yatmaktadır. Bu anlamda, başkalarının bu "karanlık güçler"den kurtulması, kendi hürriyetimizin bir parçasıdır. Veya, Said Nursî'nin ifade ettiği gibi, "gayri müslimlerin hürriyeti," kendi "hürriyetimizin bir şubesi"dir. 10
Masum Şehitlerin Mükâfatı
Anadolu tarihinin en trajik dönemlerinden biri11 esnasında yazan Said Nursî, bu şekilde birçok masum insanın da öldüğü realitesini gözardı etmez. Yaşadıkları zamanın trajik hadiselerinin kurbanı olan Müslümanlar kadar, masum Hristiyanların durumuna da değinerek ilgisini yalnız kendi cemaatine hasreden sektaryen sadakatin üstüne çıkması, ona şeref kazandıran unsurlardan biridir. "Hatta o mazlumlar kâfir de olsa" der Said Nursî, "âhirette kendilerine göre o dünyevî âfattan çektikleri belâlara mukabil rahmet-i ilâhiyyenin hazinesinden öyle mükâfatları var ki, eğer perde-i gayb açılsa, o mazlumlar haklarında büyük bir tezahür-ü rahmet görünüp, 'Yâ Rabbi.. Şükür elhamdülillah' diyeceklerini bildim ve kat'î bir surette kanaat getirdim."12
Said Nursî, masum insanların çektikleri acıları gördüğünde fıtratındaki şefkat ve rikkatin galeyana geldiğini, ve "şiddet-i şefkat ve rikkatten, bu kışın soğuğuyla beraber manevî ve şiddetli bir soğuk ve musibet-i beşeriyeden biçarelere gelen feryatlar, helaketler, sefaletler, açlıklar şiddetle rikkatime dokundu"ğunu belirtmiştir. O, böylesi şartlarda ölen bu masum insanların "ne dinde olursa olsun bir nevi şehit hükmünde" olduğunu söyler ve onların "mükâfatı büyüktür; belki onu cehennemden kurtarır" der. "Elbette" diyerek, şu hükmü verir: ". . . şimdi, fetret gibi karanlıkla kalan ve Hazret-i İsa'ya (a.s.) mensup Hristiyanların mazlumları[nın] çektikleri felaketler, onlar hakkında bir nevi şehadet denilebilir."13
Başkalarına zulmeden ve komşularına karşı kötülük işleyen gaddar ve zalim insanlar ise, Allah tarafından cezalandırılacaktır. Said Nursî, böylesi insanların aksine,
"Eğer o felaketi çekenler mazlumların imdadına koşanlar ve istirahat-ı beşeriye için ve esasat-ı diniyeyi ve mukaddesat-ı semaviyeyi ve hukuk-u insaniyeyi muhafaza için mücadele edenler ise, elbette o fedakârlığın manevî ve uhrevî neticesi o kadar büyüktürki, o musibeti onlar hakkında medar-ı şeref yapar, sevdirir." diye ekler.
Başkasını anlama ve kendini onun yerine koyma noktasındaki bu isteklilik ve başka dinî cemaatlerin mensuplarının yaşadığı acılar ve sevinçlerle bu şekilde hemhal oluş, hayatına ilâhî öğretinin rehberlik ettiği dürüst bir insan oluşun nişanesidir. Dindar bir bireyin görüş ufku, kahir bir ekseriyetle, kendi cemaatinin meşakkat ve başarılarının ötesine uzanmaz. Bu bağlamda, Said Nursî'nin kendi zamanının Hristiyan "şehitler"ine yönelik tavrı, bana, 1969'da Uganda'da Papa VI. Paul'ün söylediği şeyi hatırlatır. Son asır içinde inançlarından vazgeçmek yerine canlarını veren Ugandalı Hristiyanlara atıfta bulunan Papa, dinleyicilerinin dikkatini, yine bu ülkede İslâmî inançlarına ihanet etmeye veya onlardan taviz vermeye bedel ölümü seçen birçok Müslümanın da mevcut olduğu gerçeğine çekmiş; bunların da, Allah'a iman yolunun gerçek şehitleri ve şahitleri olduğu kanaatini serdetmiştir.
Müslümanlar ile Hristiyanlar Arasında Barış, Uzlaşma ve Dostluk
Said Nursî, Müslüman-Hristiyan ilişkilerinin, modernist ideolojinin tehlikelerine eleştirel bir biçimde karşı koyabilme noktasında mü'minlerin ittifak sağlaması, ihtilafların çözülmesi ve masum kurbanların durumunun anlaşılması ile sınırlı olmadığının; bilakis barış, uzlaşma ve hatta dostluk istikametine gidilmesi gerektiğinin farkındaydı. Ölümünden beş yıl önce gerçekleşen Bağdat Paktını desteklerken, paktın bir avantajının Türklere yalnızca ittihad-ı İslâm dairesinde 400.000.000 Müslüman kardeş kazandırmakla kalmayıp, bu uluslararası antlaşmanın Müslüman Türklere 800.000.000 Hristiyanın dostluğunu da kazandıracağını14 ve iki mü'minler cemaati arasındaki çok daha elzem bir mahiyet arzeden barış ve umumî uzlaşma yönünde bir adım olduğunu belirtmişti.
Son yıllarında, Said Nursî, Hristiyanlarla uzlaşma ve dostluk inşası yönünde kendi kişisel gayretlerini de ortaya koydu. 1950'de, Roma'ya, Papa XII. Pius'a, Risale-i Nur Külliyatını gönderdi ve cevaben, 22 Şubat 1951'de, şahsî bir teşekkür mektubu aldı. Bir gözlemci, bunun, İkinci Vatikan Konsülünde Katolik Kilisesinin Müslümanlara duyduğu saygı ve hürmeti ilan ve de İslâm'ın gerçekten bir selamet ve necat yolu olduğunu beyan etmesinden yalnızca on yıl önce vuku bulduğunu belirtir. 5 Said Nursî, aynı şekilde, bundan birkaç yıl önce, 1953'te, Müslümanlar ve Hristiyanlar arasında mütecaviz dinsizliğe karşı işbirliği temini için, İstanbul'da Patrik Athenagoras'ı ziyaret etmiştir.
Çok yıllar önce, 1910-1911'de, Said Nursî'nin Hristiyanlarla dostluk ilişkileri inşa etme arzusundan dolayı kimilerince sorgulama konusu edildiği görülür. Kendisi, bazı Müslümanların,
"Ey iman edenler! Yahudileri ve Hristiyanları dost edinmeyin." (5:51)
âyetine vermiş oldukları kısıtlayıcı yorumla karşı karşıya gelir. Bu âyetin ışığında, onun Müslümanlar ile Hristiyanların dost olması gerektiğini, nasıl ve ne diye söylediği sorulur.
Said Nursî'nin cevabı, onun yalnızca Müslümanlar ile Hristiyanlar arasında sevgi ve dostluğu teşvik etme arzusunun anlaşılması açısından değil, Kur'ân'ı tefsirdeki yaklaşımının anlaşılması açısından da öğreticidir. Onun görüşünce, bu Kur'ânî yasaklama âmm [umumî, genel] değil, mutlaktır; mutlak ise, kayıt altına alınabilir. "Zaman," onun söylediği üzere, "bir büyük müfessirdir; kaydını izhar etse, itiraz olunmaz." Yani, bir mesele zaman içinde tavazzuh ettiğinde, ona itiraz edilmez. "Hem de, hüküm müştak üzerine olsa; me'haz-ı iştikakı, illet-i hüküm gösterir." Yani, bir hüküm türetilmiş bir kanıta dayalıysa, türetmenin kaynağı hükmün gerekçesini, illetini gösterir.
Said Nursî, bu prensibi söz konusu âyetin yorumuna tatbik ederek, Yahudi ve Hristiyanları dost edinmeyle ilgili yasağın, ancak onlar Yahudilik veya Hristiyanlığı aksettirdiğinde geçerli olduğu görüşünü serdeder. Fakat, onun hükmettiği üzere, nasıl bir Müslümanın her bir sıfatı Müslüman olmadığı gibi, bir Yahudinin veya Hristiyanın bütün sıfatları da inançsızlığı yansıtmaz. Eğer Müslümanlar bir Yahudi veya Hristiyanda İslâmî öğretiye mutabık düşen nitelikler bulurlarsa, onların bu nitelikleri takdirle karşılaması gerekir. Yahudi ve Hristiyanlarla dostluğun temelini teşkil eden, bu iyi nitelikler olacaktır.Said Nursî, "Bir Müslüman bir Yahudi veya Hristiyanı sevebilir mi?" sorusunu gündeme getirir ve cevaben, Müslüman bir erkeğin Kitap Ehli bir kadınla evlenebilmesi örneğini verir. "Ehl-i Kitaptan bir haremin olsa, elbette seveceksin."16 Onun Hristiyanlarla dost olunabileceği tezi, şeriatın bir Müslüman erkeğe bir Yahudi veya Hristiyan kadınla evlenmesine izin verdiği gerçeğine dayanmaktadır ki, insan eşini sever, sevmesi de gerekir.
İsa'nın Geri Dönüşü
Yorum yapmak, hiçbir alanda, kutsal metinlerin istikbalden ve gelecek çağdan söz eden pasajlarının yorumundan daha zor değildir. Böylesi pasajlar, ister Hesap Gününün yaklaşmasına işaret eden Kur'ân âyetlerinden, ister Hristiyanî Kutsal Metinlerin kıyametle ilgili kısımlarından söz ediliyor olsun, alışıldığı üzere, zor ve karmaşık bir sembolizmle ve müphem kinayelerle donanmıştır. Böylesi pasajların yorumlanması, imanını sağlam bir temele dayandırmış bir yorumcunun ilgili metinle yoğun biçimde hemhal olması disiplinini gerektirir. Diğer türlü, yorumcu kolaylıkla kendi ön-anlayışları ve önyargıları ile çizgiden sapabilir.
Said Nursî'nin, Hz. Muhammed'in kıyametin vukuundan önce Hz. İsa'nın dönüşü ile ilgili hadislerini içinde bulunduğumuz yüzyılın şartları dahilinde yorumlama çabalarında, bu dikkat ve itina gerektiren usulü istihdam ettiğini görürüz. O, söz konusu hadis rivayetlerinin sıhhatini kabul eder ve İsa'nın dönüşünü bekler. "Madem Kadîr-i Külli Şey va'detmiş, elbette yapacaktır,"17 Hz. İsa'yı gönderecektir. Halihazırda, İsa aleyhisselam, İdris aleyhisselam gibi, "cism-i dünyevîsiyle beraber semavatta" bulunur.18 Fakat, ahir zamanda, Deccal'a karşı mücadele etmek ve onu öldürmek üzere yeryüzüne geri dönecektir.
İlgili hadisin anlamı,Said Nursî'nin söylediği üzere, şahs-ı manevî kavramı muvacehesinde anlaşılmalıdır. "Âhir zamanda Hazret-i İsa Aleyhisselâm gelecek, şeriat-ı Muhammediye (a.s.m.) ile amel edecek, mealindeki hadisin sırrı şudur ki: Ahir zamanda, felsefe-i tabiiyenin verdiği cereyan-ı küfrîye ve inkâr-ı uluhiyete karşı İsevîlik dini tasaffi ederek ve hurafattan tecerrüd edip İslâmiyete inkılab edeceği bir sırada, nasıl ki İsevîlik şahs-ı manevîsi vahy-i semavî kılıncıyla o müthiş dinsizliğin şahs-ı manevîsini öldürür; öyle de: Hazret-i İsa Aleyhisselam, İsevîlik şahs-ı manevîsini temsil ederek, dinsizliğin şahs-ı manevîsini temsil eden Deccal'ı öldürür.. yani inkâr-ı uluhiyet fikrini öldürecek." 19
Said Nursî, dine karşı iki büyük tehdidin, birer şerli kişilik olarak Süfyan ve Deccal figürleri ile temsil edilen iki inançsızlık cereyanı olduğunu öngörür. İlki, Süfyan'ınki, Hz. Muhammed'in şeriatını tahrip etmeye çalışacak, ve Hz. Muhammed'in âl-i Beyt'inden olan Mehdi tarafından mağlup edilecektir. İkincisi, Deccal tarafından temsil edileni, tabiatçı ve materyalist felsefeye önayak olacak ve Allah'ın tamamen inkârına yol açacaktır. Her iki cereyan Allah'ın insanların kalplerinden indirmeye ve sosyal hayatta kudsiyet unsurunu bertaraf etmeye çalışan gizli cemiyetler suretinde işgörecektir.20 Sözkonusu ikinci cereyana karşı koyacak olan, yeniden dünyaya gelecek olan İsa'nın şahs-ı manevîsini içeren, hakikî, tasaffi etmiş Hristiyanlıktır. Hakikî İsevîlik hurafe ve tahrifattan sıyrılacak ve İslâmî öğretilerle birleşecektir. Aslında, Said Nursî'nin yazdığı üzere, "Hristiyanlık bir nevi İslâmiyete inkılab edecektir."21
Herkesin, Hz. İsa geri döndüğünde, onu tanıması ve bilmesi lâzım değildir. Said Nursî büyük bir ihtimalle, ancak gerçek mü'minlerin ve mukarreb (İsa'ya yakın) olanların gerçek İsa'yı tanıyıp bileceklerine, yoksa herkesin onu bedahet derecesinde, açıkça tanımayacağına inanır. Önemli olan şey, insanlık âleminde ateist akımları sembolize eden Deccal'ın, mü'minlere karşı, sahte bir cennet vaadleriyle, cazibedar oyun ve eğlenceler ile ve medeniyetin değişik fantazileri ile çoklarını aldatacak olan muazzam ve muktedir bir muhalif olmasıdır. Said Nursî'nin Deccal tariflerini okuyan birinin, gerek Avrupalı ulusların seküler hegemonyasına, gerek eski Sovyetler Birliğinin geniş imparatorluğuna dair ima ve ihsaslar bulmaması imkânsızdır.
Bununla birlikte, o, İsevîlik din-i hakikîsinin zuhur edeceği ve Süfyan ve Deccal'ın gizli cemiyetlerine karşı mücadele etmek üzere çoklarına nurunu yayacağı günü hasretle bekler. Bu tasaffi etmiş Hristiyanlığı, "hamiyetkâr ve fedakâr bir İsevî cemaati namı altında ve 'Müslüman İsevîleri' ünvanına lâyık bir cemiyet" olarak tarif eder. Bu cemiyet, "Hazret-i İsa'nın din-i hakikîsini İslâmiyetin hakikatiyle birleştirmeye" çalışmaktadır ve "o Deccal komitesini Hazret-i İsa aleyhisselamın riyaseti altında öldürecek ve dağıtacak, beşeri inkâr-ı ulûhiyetten kurtaracak"tır.
Bu bakımdan, Said Nursî'nin Hristiyanlıkta vuku bulmasını beklediği tasaffi, yani arınmanın türü, Hristiyanların İslâm'a girmek için dinlerini terketmesi değil; ondan ziyade, onların hayır olan şeye zaten sahip olan dinlerini tamamlamaları, kemale erdirmeleridir. Ehl-i Kitabı muhatap alan bir Kur'ân âyetini tefsir bâbında, şunu der Said Nursî:
"Kur'ân. . . size bütün bütün dininizi terketmenizi emretmiyor. Ancak, itikadatınızı ikmal ve yanınızda bulunan esasat-ı diniye üzerine bina ediniz, diye teklifte bulunuyor. Zira Kur'ân,. . . tadil ve tekmil edicidir. Yalnız, zaman ve mekânın tagayyür etmesi tesiriyle tahavvül ve tebeddüle maruz olan füruat kısmında müessistir."22
Sonuç
Bütün bu pasajlarda, Said Nursî, Müslüman-Hristiyan diyalogu ve işbirliği üzerine orijinal ve insanı üzerinde düşünmeye sevkeden görüşler sunar. Onun merkezî tezi, Müslümanlar ile Hristiyanların beraberce, Allah'ın planına göre, beşerî izzet, adalet ve dostluğun esas olacağı gerçek bir medeniyet inşa edebilecekleridir. Bu, Müslümanlar ve Hristiyanlar birbirleriyle ilişkilerini sevgi üzerinde temellendirmenin yollarını arar ve bulurlar ise, mümkün olacaktır. Said Nursî, meşhur Hutbe-i Şâmiye'sinde, medeniyetin üzerinde inşa olunacağı Dördüncü Kelimenin muhabbet (sevgi) olduğunu söyler.
"Muhabbete en lâyık şey muhabbettir, ve husumete en lâyık sıfat husumettir. Yani hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi temin eden ve saadete sevk eden muhabbet ve sevmek sıfatı en ziyade sevilmeye ve muhabbete lâyıktır."23
O, "Husumet ve adavetin vakti bitti" hükmüne ulaşmıştır.
Bu sevgi çağrısı, kişinin kendi dinî cemaatinin sınırları etrafında bile, bugün hâlâ geçerli gibi gözüküyor. Nitekim, Said Nursî'nin Şam'da meşhur hutbesini verdiği 1911 yılından beri dünyamızda vukua gelen olaylar, bu mesajın önemini açıkça göstermiştir: İki Dünya Savaşı, Hindistan ve Pakistan arasındaki çatışmalar, Ruanda ve Burundi'deki katliamlar, Filistin halkının yerinden yurdundan edilmesi, önce Bosna'nın ve şimdi de muhtemelen Kosova'nın mahvedilmesi, ve dünya çevresindeki böylesi başka birçok kanlı çatışma, bize, kardeşin kardeşi kırdığı bu tahribata karşı yegâne çözümün sevgi olduğunu hatırlatır. Dünya Müslümanların ve Hristiyanların Vedûd ve Rahîm bir Rabbe iman temeline dayanan iki mü'minler cemaati olarak, öfke ve savaşa karşı ilâhî alternatif olarak sevginin yolunu göstermesini hâlâ daha bekliyor.
2 Emirdağ Lahikası I, s. 202 (190).
3 Lem'alar, s. 146; Sincerity and Brotherhood, İstanbul, 1991, s. 13.
4 "Hubab," Mesnevî-i Nuriye içinde, İstanbul, 1980, s. 81. Şükran Vahide, Bediüzzaman Said Nursi, İstanbul, 1992, s. 158'den naklen.
5 Muhâkemat, İstanbul, 1977, s. 37-38.
6 Lem'alar, s. 111.
7 "The Twenty-Fifth Word," Sözler, s. 379; İngilizce terc. The Words, İstanbul, 1992, s. 420.
8 Münâzarat, İstanbul 1977, s. 20, nakleden Vahide, s. 95.
9 Münâzarat, (Osmanlıca edisyon), s. 433, nakleden Vahide, s. 95.
10 Münâzarat, s. 21.
11 . Justin McCarthy, Muslims and Minorities: The Population of Ottoman Anatolia and the End of the Empire (New York, 1983) içinde, s. 120-121; Birinci Dünya Savaşı yılları esnasında Anadolu'daki Müslüman ve Hristiyanların yaşadığı can kaybının diğer Avrupa ülkelerinde vuku bulandan çok daha büyük olduğunu.
12 Kastamonu Lâhikası, İstanbul, 1960, s. 45.
13 Kastamonu Lâhikası, s. 75.
14 Emirdağ Lâhikası II, s. 24, 56; nakleden Vahide, s. 354.
15 Şükran Vahide, Bediuzzaman Said Nursi, s. 344.
16 Münâzarat, s. 26-27.
17 Mektûbat, s. 53-54.
18 Mektûbat, s. 6 (Letters 1928-1932, s. 22).
19 Mektûbat, s. 6 (Letters 1928-1932, s. 22).
20 Mektûbat, s. 424.
21 Mektûbat, s. 52.
22 İşâratü'l-İ'caz, İstanbul, 1978, s. 55-56.
23 Hutbe-i Şâmiye, İstanbul, 1996, s. 49.