Bediüzzaman ve Muhammed İkbalin Fikirlerinin Mukayesesi
Her bir Müslüman ve mütefekkirin, Müslümanların hamîsi durumunda olan âlimlerin hâtırasını ve eserlerini ihya etmeye önem vermesi en başta gelen görevidir. Çünkü onlar, bu ümmetin izzet ve şerefini tarih sayfalarına nakşetmişlerdir. O âlimlerdir ki, Resûl-ü Ekrem'in (a.s.m.) şuövgüsüne mazhardırlar; "Âlimler peygamberlerin vârisleridirler." Aynı zamanda onlar, bütün gayretlerini insanların hürriyete kavuşmaları, imanların kurtarılması, putların yerle bir edilmesi, Vahid-i Ehad olan Allah'a ubûdiyyete bulunulması, zaaf ve hüsranın ortadan kaldırılması için harcamışlardır. İnsanların kalplerine sevgi, ümid ve hürriyet tohumunu ekmişlerdir. Allâme Muhammed Kürd Ali şöyle der;
"İçinizdeki, beldenizdeki veya ümmetinizdeki fazilet sahiblerini asla unutmayın. Onları her zaman dilinizden düşürmeyin, meclislerinizde isimlerini hep anın. Onların tercümanı olun. Onların isimlerini insanların içlerinde canlı tutabilmek, yeni yetişen nesillere tanıtabilmek için onları anlatmak, onlar hakkında kitaplar yazmak, onların eserlerini ortaya çıkarmak için çalışanları cesaretlendirin, teşvik edin."2
Buradan hareketle, iki büyük âlim, İmam Bediüzzaman Said Nursî ve İslâm filozofu İkbal Lahurî'nin üstlendikleri rol hakkında bir araştırma ve makale kaleme almaya ve görüşlerini tartışmaya karar verdim. Ta ki, değerli okuyucularımız mücahid allame Bediüzzaman'ın önemini ve makamını daha iyi anlayabilsinler.
Niçin böyle bir konuyu seçtim? İşte bu makalede, Allah'ın yardımıyla bu sorunun cevabını vermeye çalışacağım. Bediüzzaman'da ve İkbal'da XX. asırda yaşamış, din semasını aydınlatan, boğucu karanlığı yırtan, rahmet ve ilim kanatlarını bütün âlem-i İslâma yayan iki yıldız idiler.
İkbal, 1877 yılında doğmuş, Nisan-1938 tarihinde vefat etmiştir. Bediüzzaman ise 1876 yılında doğmuş, 1960 senesinde vefat etmiştir.
Her kim, İslâm toplumunda önem sahibi meseleler hakkında bu iki âlimin eserlerine muttali olur ve görüşlerini incelerse, görecektir ki; aralarında hiç bir görüşme olmaksızın veya bir diğerinin fikirlerini ve görüşlerini mülahaza etmeksizin bir çok konuda ortak görüş beyan eden iki aydındır. Bu durum, hakikaten şaşırtıcıdır. Zira, nasıl oluyor da, aynı asırda, ama farklı mekanlarda yaşayan iki düşünür ve ıslahatçı çeşitli konuları tartışıyorlar ve gerçekten birbirine çok yakın ve paralel fikirler beyan ediyorlar? Acaba bir tek asırda iki ayrı müceddidin ortaya çıkması mümkün müdür? Resûlüllah (a.s.m.) şöyle buyuruyor;
"Şüphesiz ki Allah her yüz senenin başında dini tecdid eden birisini gönderir."3
Dr. Muhsin Abdülhamid bu hadis hakkında şöyle der; "Bir asırda gelen müceddidin bir tek olması anlamına gelmez. Çünkü ‘Men' müfrede delalet ettiği gibi cem'e de delalet eder. Bu durumda bir tek asırda birden fazla müceddidin gelmesi mümkündür. Özellikle, bütün Müslümanların büyük bir düşüş yaşadıkları; bunun üstüne cahiliye medeniyetinin her tarafını sardığı, beldelerini sömürdüğü, kendine has özelliklerini değiştirdiği, anlayışlarını bozduğu, dinlerinden şüpheye düşürdüğü ve varlıklarını yok etmekle tehdid ettiği böyle bir asırda buna ihtiyaç vardır. Müslümanlara bir çok müceddidin gönderilmesi şüphesiz Allah'ın rahmetindendir. Din ve dünya işlerinde Müslümanların hayatlarındaki birçok bölümü tecdid etmede Allah bu müceddidlerin yardımcısı olsun."4
İşte bu çerçevede, birbirinden uzak iki beldede, muhtelif iki okulda ik ayrı mümtaz şahsiyet neş'et etti ve boy gösterdi. Bir yandan İkbal, modern enstitüler ve akademik kuruluşlardan mezun olurken, diğer yandan Bediüzzaman kadim yolla tedris yapan dini medreselerde ilim tahsil etti. Ancak o ikisi, bir tek menzilde gibiydiler. Acaba, o ikisi, tıpkı Cemalüddin Efganî ve Şeyh Muhammed Abdüh'de olduğu gibi, eğer karşılaşsalardı, birlikte tedris yapsalardı, birbirleriyle fikir alışverişinde bulunsalardı nasıl olurdu. Herhalde onların bu yönelişlerinden İslâm âlemi daha fazla istifade eder, üzerlerine çöken ölüm uykusundan daha erken uyanırlardı.
Şahsiyetlerinin Oluşmasındaki İlk Dönemler
Her iki âlimde mümeyyiz ve hususî bir özellik vardır. İkbal Sir Thomas Arnold'un etkisiyle kendisine araştırmacı bir yol seçmişti. Bediüzzaman ise, kalbinde bir başka hadisenin bıraktığı iz ile mücadelesine girişmişti. İngiliz Sömürgeler Bakanı Gladiston'un elindeki Kur'ân'ı göstererek,
"Bu Kur'ân Müslümanların elinde bulundukça biz onlara hakim olamayız. Ne yapıp yapmalıyız, ya Kur'ân'ı ortadan kaldırmalıyız veya Müslümanları ondan soğutmalıyız."
şeklinde konuşması Bediüzzaman'ın bütün benliğini şiddetli bir şekilde sarsmış, 7
"Kur'ân'ın sönmez ve söndürülmez manevi bir güneş olduğunu ben dünyaya göstereceğim ve isbat edeceğim!"5
diyerek bu yüzden bütün varlığını ve hayatını i'câz-ı Kur'ân'ı izhar etmeye ve Müslümanlarla olan bağları yeniden sağlamaya adamıştı.
Şimdi, bu iki şahsiyetin çeşitli meseleler hakkındaki görüşlerini arzederek konuya girelim ve özellikle, bir mütefekkir ve Allah'ın nurunu söndürmeye İslâm düşmanlarının asla güç yetiremeyeceklerini bilen bir kişi olarak Bediüzzaman'ın konumunu ele almaya çalışalım. Hiç şüphesiz Allah, kafirler kerih görse de nurunu tamamlayacaktır. Güneşin her doğuşuyla ve günlerin geçmesiyle bütün Müslümanlar, özellikle gençler ve aydınlar Bediüzzaman'ı biraz daha yakından tanıyacaklar ve Allah'ın fazlıyla, onun nidası en uzak yerlere dahi ulaşacaktır.
Kur'ân Hakkındaki Görüşleri
Büyük âlim İkbal şöyle der;
"Kur'ân-ı Hakim, hayattar bir kitaptır. Onun hikmet-i ezeliye ve kadimesi içinde hayatın tekvin sırları vardır. İnsanlara hayat verir ve zayıflara kuvvet sağlar. Bir Kur'ân sûresi âlem sayfalarını resmettiği vakit, haham ve papa resimleri zail olur."6
Bediüzzaman'ın görüşü şöyledir;
"Kur'ân, şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi ve ayât-ı tekviniyeyi okuyan mütenevvi dillerin tercüman-ı ebedisi ve şu âlem-i gayb ve şehadet kitabının müfessiri ve zeminde ve gökte gizli Esmâ-i İlahiyenin manevi hazinelerinin keşşafı."7
Görüldüğü gibi Kur'ân konusunda her iki düşünür arasında büyük bir benrezlik bulunmaktadır. Şahsiyetlerinin oluşmasında Kur'ân'ın büyük tesiri olmuştur. Bütün alanlarda ona sığınmışlar, bu ümmetin izzet ve kerametinin yeniden iadesi yolunda onun hidayetine bağlanmışlar, insanları onunla amel etmeye dâvet etmişler, kitabullahın sahip olduğu rolü tekrar ihya etmek, cami raflarında kalmaktan kurtarıp hayata aktarmak, sadece mevlidler veya kabirlerde okunmaktan, hakkında araştırmalar ve incelemeleryapılan bir konuma yükseltmek için var güçleriyle çalışmışlardır. Kim Risale-i Nur'u teemmül ederek okursa, Bediüzzaman'ın bütün hayatını kitabullahın neşri için çalıştığını, büyük bir müfessir olarak onun hakaikını tefsir ettiğini ve maarifini neşrettiğini, emirlerini yerine getirmede, yasakladıklarından kaçınmada gayet ihlaslı bir asker oluşuyla onun âyetlerine sıkıca bağlanışını açıkça görecektir.
Hürriyet Hakkındaki Görüşleri
Hilafetin sukûtu ve İslâm beldelerinin parçalanmasının ardından, hürriyet, istiklâl, milliyetçilik ve kadın-erkek eşitliği maskesi altında sinsi propagandalar yapılmaya başlamıştı. Bazı kesimler, İslâm dinini karıştırmak hedefiyle, Batının örnek alınması fikrini yaymaya çalışıyordu. Bunların tesiriyle bir çok saf Müslüman ve İslâm halkı Batılılar tarafından kurulan bu tuzağa düşmüşlerdi. Ancak bu iki âlim, İslâm ümmetini bu tür tehlikelerden kurtarmak için akaid-i İslâmiyeyi ve ahkâm-ı İlahiyeyi beyan etmeye çalışıyorlardı. Neticede, Allah'ın inayetiyle, Müslümanların kalplerinive vicdanlarını, ruhların ta derinliklerine kadar sızarak öldüren zehirlerden korumaya muvaffak oldular.
İkbal der ki:
"Hilafetle Kur'ân arasındaki bağlar, hürriyet aldatmacasıyla koparıldığında, Allah'a ahdedenler ve âbid olanlar, Allah'dan başkaları uğruna kulluk bağından da koptular."8
Bediüzzaman'ın yorumu ise şöyledir;
"Hürriyeti, şeriatın adabı ile kayıd altına alınız. Zira cahil insanlar ve halk, kayıdsız hür olsa, şartsız tam serbest olsa sefih ve itaatsiz olur. Adalet namazında kıbleniz dört mezheb olsun. Ta ki namaz sahih ola."9
Bediüzzaman'a göre İslâmî olmayan Garp hürriyeti, öldürücü zehiri olan yılana benzer. Gerçek bir Müslümanın bu yaldızlı, ama aldatıcı hürriyete aldanmaması gerekir. Hakiki hürriyet ise İslâmiyette vardır. Hürriyet-i İslâmiyenin gölgesinde bir insan, semavatın en yüksek mertebesine kadar yükselir ve bütün arzî kayıtlardan kurtulur. Neticede kendisi gibi insan olanların önünde boyun eğmeden, Hâlıkına hulûs içinde abd olur.
Hafız Şirazî şöyle der:
"Yıllar var ki kalp, bir güç kaynağı ister."
Tıpkı bunun gibi, Bediüzzaman'ın yanındakilerden büyük bir istekle talep ettiği bir şey vardı ki, o, modern ilimlerin tedrisiydi.
Son asırlarda, ümmilik, cehalet ve gerikalmışlık Müslümanların hayatlarındaki bir çok alana hakimiyet kurmuştu. Müslüman toplumlar ilerlemekten uzak, geri kalmışlık içindeydi. Dini ilimlerin yanısıra modern ilimlerin tedrisi yeterli seviyede değildi. Ulema derinliği olmayan konularla, mezhepler arası ihtilaflarla ve eski eserlere haşiyeler yazmakla meşguloluyorlardı. Bu yüzden bir çok bid'alar, hurafeler, çelişkiler alabildiğine yayılmıştı. İşte bütün Müslümanların müptela oldukları en büyük problem buydu. Bir çok İslâm uleması ve mütefekkiri, bu derdin tedavisi ve ümmetin bu yoldan kurtarılması konusunabüyük önem vermişti.
Bediüzzaman Said Nursî, çiçeklerini gelecekte toplamak için bu probleme bütün benliğiyle eğilmişti. İstanbul'a ilk gelişinde, Sultan Abdülhamid'e giderek, ulûm-u İslâmiyenin yanısıra modern ilimlerin de okutulduğu okulların açılması talebinde bulunur. Zira bu iki ilmin birarada taliminin önemi ve birbirinden asla ayrılmaması gerektiğine inanıyor, hakikat-i halde İslâmî metota bu iki ilmin yan yana bulunduğunu, din ve fen ilimlerinin arasında vahdet olduğunu düşünüyordu.10
İkbal aynı konuda şunları söylüyor:
"Önümüzde bir tek yol var; eski insanlara kıyasla bu üslubumuz ters düşse de, yeni ilimleri tedris etmemiz ve gereken önemi vermemiz, bunun yanısıra, bu ilimlerin ışığında İslâmî eğitimi sürdürmemizdir."11
Aralarında metod farkı bulunsa da, her iki âlim de modern ilimlerin talim edilmesi konusunda birleşmektedir. Ancak Bediüzzaman'ın metodu ve teklifi daha güçlü ve menfeatlidir.
İstibdat Hakkındaki Görüşleri
İslâmda yönetim nizamı şura esası üzerine kurulmuştur. İslâmda istibdada, diktatörlüğe ve hegemonyaya yer yoktur. İslâm tarihinde halifelik, Hulefa-i Raşidin döneminden sonra babadan oğula geçen krallığa dönüşmüştür. Böylece bu yüce prensip (şurâ prensibi) atalete uğramış, bazı ulema-i sû' ve sultanların vaizleri krallar etrafında toplanmışlardı. Bunlar, kralların mefsedetlerini (kötü icraatlarını) tebrie etmeye, onlara gayet mübalağalı lakablarla hitapta bulunmaya ve insanları bu yöneticilere itaate dâvet etmeye koyulmuşlardı. Bu durum insanlar tarafından ve özellikle gayrımüslimlerce farklı yorumlanıyor, İslâmın istibdad taraftarı oluşu gibi yanlış bir fikre kapılıyorlardı. Gerçekte bu yanlış bir anlayış ve bir vehimden ibaretti. Çünkü bir çok ihlaslı ulema, yıllar boyu zindanlara kapatılmış, katledilmiş, işkenceye maruzkalmış veya cebrî ikamete maruz bırakılmıştı. Buna en iyi örnek Bediüzzaman'dır.
Said Nursî şöyle der;
"İman iktiza ediyor ki; tahakküm ve istibdad ile başkasını tezlil etmemek ve zillete düşürmemek ve zalimlere tezellül etmemek. Allah'a hakiki abd olan, başkalara abd olamaz. Evet, hürriyet-i şer'iyye; Cenab-ı Hakkın Rahman, Rahim tecellisiyle bir ihsanıdır ve imanın bir hassasıdır."12
İşte, gelin İkbal'e kulak verelim ve krallık rejiminin İslâma nasıl muhalif düşdüğünü görelim;
"İstibdad ve diktatörlük düzeni haramdır. Laik düzende insan hür olmaz, tam tersine köle olur. Hilafet bizim bu konudaki yerimize şahiddir ve hakikaten istibdad bizim indimizde haramdır. Krallık sistemi külliyyen hilekarlık ve düzenbazlıktır. Hilafet ise İlahi kanunların muhafızıdır. İnsan bu âlemde bağımlıdır, kurduğu nizam nakıstır ve amelleri eksiksiz değildir. Ben ‘abdullah'ım (Allah'ın kuluyum) ve sadece Ona karşı iftikar sahibiyim. Onun dininde ise istibdad haram kılınmıştır."13
İçtihad Konusundaki Görüşleri
Ulema tarafından ele alınan ve çokça bahsedilen önemli konulardan birisi, içtihad kapısının kapanmasıdır. Şüphesiz ki, içtihad asr-ı nübüvvette, hulefa-i raşidin döneminde mevcuttu. Bir çok sahabe, tabiin ve mezheb imamları fetva veriyorlar, içtihadda bulunuyorlar vetaklidden kaçınılmasını istiyorlardı. Hicri 6. asırdan itibaren içtihad akımının kesilmesiyle bir gerileme ve taklid dönemi başlamış oluyordu. Böylelikle, Allah'ın bir rahmet olarak önlerine açtığı içtihad kapısı kapanmış oldu.
Ancak bazı hakiki ulema, bu meseleye ince bir perspektifle ve güzel bir üslubla yaklaşmaktaydılar. Bir yandan selef tarafından belirtilmeyen hususlarla alakalı olarak, İslâma yeni bid'aların girmemesi için büyük dikkat gösterirlerken, diğer yandan herkesin içtihad iddiasıyla ortayaçıkıp, fetvalarla oynayarak değişiklikler yapmalarının önüne geçebilmek için çeşitli içtihad şartları koymaktaydılar. "İçtihad kapısı açıktır. Fakat şu zamanda oraya girmeye altı mani vardır."14tespitini yapan Bediüzzaman, bu manileri sıraladıktan sonra şöyle diyor;
"Selef-i salihinin müçtehidin-i izamı, asr-ı nur ve asr-ı hakikat olan asr-ı sahabeye yakın olduklarından, safi bir nur alıp, halis bir içtihad edebilirler. Şu zamanın ehl-i içtihadı ise, o kadar perdeler arkasında ve uzak bir mesafede hakikat kitabına bakar ki, en vazıh bir harfini de zor ile görebilir."15
İkbal'in bakış açısına gelecek olursak, bu çöküş döneminde içtihad kapısının kapanması İslâm ümmeti için hayırlıdır. Böylelikle ulema-i su' tarafından İslâmın yok edilmesine ve önceki müçtehidlerin gözardı edilmesine yönelik gayretleri boşa çıkarılmış olacaktır. İkbal şöyle der;
"Selefin yoluna tabi ol. Çünkü o, vahdet sebebidir. Onların taklidi intizamın ve ümmeti muhafazanın sebebidir. Böyle bir çöküş zamanında yapılacak bir içtihad,ümmete zarar verir. Selefe tabi olmak ise, ulema-i su'un içtihadından daha hayırlıdır. Özellikle dine ulaştıran bütün yolların daraltıldığı, bütün art niyetlilerin söz sahibi olduğu böyle bir dönemde."16
Felsefe Hakkındaki Görüşleri
Felsefeye dair kitapların Arapçaya tercüme edilişinin ardından, Müslümanların arasında Farabi ve İbni Sina gibi filozoflar ortaya çıkmıştı. Bununla beraber din âlimleri arasında felsefe çalışmaları, red veya kabul edilen bir konu olmuştur. Böylece İmam Gazalî ve İbni Salah eş-Şehruzûrî gibi bazı âlimler, filozofları tekfire ve bunlar aleyhine kitaplar yazmaya yöneldiler. Diğer yandan, bazı âlimler de filozofları desteklediler. bunların yanısıra bir üçüncü grup daha vardı ki, bunlar i'tidal tarikini seçtiler. Ne ilk grubu, nede sonrakileri tasvib ettiler. Yani ifrat ve tefrit arasında bir yol takip ettiler. Hakaikı objektif bir şekilde ele aldılar; ne felsefeyi tamamen reddettiler, ne de muklak bir kabul gösterdiler. Bunlar, felsefenin bir takım hatalardan ve dalaletvari fikirlerden arındırılmasının zaruretini dile getirerek, bu yolda enbiya-ı kiramın yolunun takip edilmesi gerektiğini savundular.
Bediüzzaman şu açıklamayı yapar:
"Âlem-i insaniyette, zaman-ı Âdemden şimdiye kadar iki cereyan-ı azim, iki silsile-i efkâr; her tarafta ve her tabaka-i insaniyede dal budak sarmış, iki şecere-i azime hükmünde. Biri, silsile-i nübüvvet ve diyanet; diğeri, silsile-i felsefe ve hikmet, gelmiş gidiyor."17
Bu ibarelerin ardından şunları söylüyor;
"Her ne vakit o iki silsile imtizac ve ittihad etmiş ise, yani: Silsile-i felsefe silsile-i diyanete dehalet edip itaat ederek hizmet etmişse âlem-i insaniyet, parlak bir sûrette bir saadet, bir hayat-ı içtimaiye geçirmiştir. Ne vakit ayrı gitmişler ise, bütün hayır ve nur, silsile-i nübüvvet ve diyanet etrafına toplanmış ve şerler ve dalaletler, felsefe silsilesinin etrafına cem'olmuştur."18
İkbal, felsefeyi bu dinin gereklerinden birisi olarak görür. Çünkü her ikisi arasında bazı müşterek noktalar vardır. Bu konuda şu soruları yöneltir; İçinde yaşadığımız bu âlemin temel yapısı nedir? Bu âlemin içinde ebedi ve sabit unsurlar var mıdır? Bir beşer olarak bu âlem ve bu bina ile ebediyete nasıl ulaşabiliriz? Bu kâinattaki konumumuz nedir? Bulunduğumuz şu mevkiye layık olacak adâb ve ahlaknasıl olmalıdır?
Bu sorulara daha sonra şöyle cevap verir;
"Bu sualler din ve felsefenin ortak sualleridir. Ancak felsefe bu soruları araştırma ve inceleme hürriyetinden mahrumdur. Dinin cevheri imandır. Bu iman ise kuşa benzer. Felsefeye ihtiyacı yoktur. Fikir ve akıl ise, insan aklı için iki canlı unsurdur."19
Görüldüğü gibi felsefe konusunda iki düşünür aynı konumdadır. İkisi de, dine dönüş olmaksızın, sadece felsefenin beşerin saadetine yetmeyeceğini söylemektedirler.
İkbal şöyle der;
"Nübüvveti inkar eden felasife, marifet-i kamile (mükemmel bilgi) olarak marifet-i âleme (alem bilgisi) ulaşmaya gayret eder, cehd gösterir. Ancak onlar iflah olmamışlardır, olmayacaklardır da. Çünkü felsefenin nübüvvete dayanmadan hakka ulaşması imkânsızdır."20
Batı Medeniyetine Muvafakatları
Dr. Abdülvedûd Şelebî bu iki âlimin Batı hakkındaki görüşleri konusunda şunları söyler;
"Onların Batı medeniyeti karşısındaki konumları aynıdır. Her ikisi de, bu medeniyetin dış görünüşüne ve güzelliklerine aldanmamışlardır. Her ikisi de yalancı propaganda davullarına kulak asmamışlardır. Her ikisi, medeniyetin cevherine ve ruhuna nazar etmişler, ondaki gizli noktaları ve sırları anlamaya çalışmışlardır."21
Bediüzzaman Avrupayı ve Batı medeniyetini iki kısma ayırır:
"Avrupa ikidir. Birisi, İsevilik din-i hakikisinden aldığı feyz ile hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye nafi sanatları ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları takip eden Avrupa. İkincisi, felsefe-i tabiiyyenin zulmetiyle, medeniyetin seyyiatını mehasin zannederek, beşeri sefahete ve dalalete sevkeden bozulmuş ikinci Avrupa."22
Bediüzzaman ne kadar güzel ve âdilâne bir tesbitte bulunmuş. Ne kasıt, ne de gizleme yolunu seçmeden hakikati beyan etmiş. Batıyı ne bir dost, ne de bir düşman olarak görmekte. Hakaikı gizlemeden, kendi aleyhine de olsa hakkı söylemekten çekinmemiş. Evet, Avrupayı nasıl iki kısma ayırdığını gördük, şimdi de ikinci Avrupaya seslenişine kulak verelim:
"Bil ey ikinci Avrupa! Sen sağ elinle sakim ve dalaletli bir felsefeyi ve sol elinle sefih ve muzır bir medeniyeti tutup dâvâ edersin ki, beşerin saadeti bu ikisi iledir. Senin bu iki elin kırılsın ve şu iki pis hediyen senin başını yesin ve yiyecek."23
Dr. İkbal, Hindistan'a döndüğü sıralarda, Batının bütün çirkinliklerinden haberdardı. Bunun için, Avrupaya gidip de onun görünüşteki güzelliklerine hayran kalanları yadırgamaktaydı. Bu hali eserlerinde yer alan şu ibarede görmekteyiz;
"Keşke Batıda geçirdiğim ömrümün senelerini boş yere zayi etmeseydim."24
"Avrupa intihar ediyor. Onun ruhu aldatıcı seraplarla susuzluktan ölüyor. Orada bir medeniyet var, evet, lakin kuruyan bir medeniyet. Eğer son nefesini verip ölmezse, yarın veya öbür gün intihar edip gidecek. Bu medeniyetin temelleri sarsılmış, bir tek dokunuşa dahi tahammülü yok."
25
Tasavvuf Hakkındaki Görüşleri
Eğer sûfî kelimesiyle nefsiyle cihad edip, dünyanın zahiri güzelliklerinden kaçınan ve bol bol ibadet eden kişi kasdediliyor ise, Bediüzzaman gerçek anlamda bir sûfî idi. Ancak Bediüzzaman, kendisini insanlardan alabildiğine uzaklaştırmaya çalışan bir sûfî olmaktan ziyade, ihlaslı bir mücahid, bir kahraman, mütefekkir bir fakihti. Kendisinin unutulmayan bir kişi yapmaya, kendi nefsi için uğraşıp insanları unutmaya, mes'uliyet bağından sıyrılmaya ve makam sahipleriyle birlikte oturmaya razı değildi. Bilakis kendisinin böyle bir zamanda çok azim bir mes'uliyetin yüklendiğinin idrakindeydi. Bu mes'uliyet, böyle muzdarip bir toplumda imanların kurtarılmasıydı ve emaneti en güzel şekilde eda etmişti. Allah onu en güzel şekilde mükafatlandırsın. Peki, Bediüzzaman'la aynı asırda yaşayıp da, hakkı savunmaları gerekirken susan âlimler şimdi neredeler? Hepsi ölüp gittiler, kendilerinden bir iz dahi geride kalmadı. Ancak Bediüzzaman ismi, İman ve İslâm baki kaldıkça her zaman hatırlanacak.
Bediüzzaman, en yüksek hükümet makamlarına gelme imkânına sahipti. Kendisine büyüklere layık lakaplar verebilirdi. Ancak o, bunu yapmadı.
"Ben şeyh değilim, ben hocayım."26diyordu. Yanına gelen herkese, "İman lâzım, İslâmiyet lâzım; tarikat zamanı değil."27uyarısını yapıyordu. Risalelerinin bir çok yerinde zamanın tarikat ve tasavvuf zamanı olmadığını, zamanın imanları kurtarmak zamanı olduğunu dile getiriyordu.28
Tasavvufun ahirette insanı kurtaracağını söyleyenlere şöyle diyordu;
"İmansız Cennete giden yok; fakat tasavvufsuz Cennete giden pek çoktur. Ekmeksiz insan yaşayamaz, fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir, hakaik-ı İslâmiye gıdadır."29
Bir kısım ulema-i sû' hakkında şunları söyler; "Ulema-üs-sû' hakkında bir tehdîd-i azim var. Bu zamanda ehl-i ilm daha ziyade dikkat etmeli."30
İki âlim arasında, tasavvuf konusunda bir farklılık görülmektedir. İkbal tasavvuf metoduna ve âdâb-ı ameliyelerine karşıydı.Ancak kendisinin de, ehl-i tasavvuf arasında yaygın olan ve Allah yolunda insanın kendi nefsini ifna etmesinin gerekliliğini savunan vahdet-i vücud gibi bazı sûfî fikirleri vardı. İkbal bu konuda, nefsin kendisini tanımasını ve Zât-ı İlahiye kendisini bırakmasını, Allah'ın yeryüzünde halifesi ve gölgesi olabilmesi için kendisini bu yollaterbiye etmesini, genişletmesini ve hazırlamasını gerekli görür. Böyle olduğu takdirde kişi Mahallullah (Allah'ın mahalli) ve Maallah (Allah'la beraber) olacaktır. İnsana şöyle hitap eder: Kimi talep ediyorsun? Kendisinin zahir ve senin perde altında olduğun bir durumda niye mutmain değilsin? Onu görmeye çalıştığın halde, nefsinden başkasını görmezsin. Kendi nefsini görmeye çalışırsan, Ondan başkasını görmezsin.31
Ehl-i tasavvuf ve ulema-i sû' hakkında şunları söyler;
"Bir sûfî ve bir âlim Kur'ân'ın felsefesinden mahrum olursa, Kur'ân'dan bir şey anlayamaz. Sure-i Yasin'i bir hastaya okur ki, ta suhûletle ölebilsin."32
Bediüzzaman ise vahdet-i vücud meselesini kesin olarak reddeder. Şöyle der;
"Bütün eşyanın, Onun icadıyla bir vücud-u arızîsi vardır. Ve o vücud çendan Vacibü'l-Vücud'un vücuduna nisbeten gayet zaif ve zararsız bir zıll, bir gölgedir; fakat hayal değil, vehim değildir. Cenab-ı Hak, Hallâk ismiyle vücud veriyor ve o vücudu idame ettiriyor."33
Kavmiyet ve Asabiyet (milliyetçilik ve ırkçılık) Hakkındaki Görüşleri
İslâm ümmetinin içine düştüğü azim belalardan birisi de, Osmanlı İmparatorluğunun sukûtu, İslâm beldelerinin parçalanması ve bunun neticesinde Müslüman halklar arasında ırkçılık ruhunun hayat bulması, toplumlar arası savaş ateşinin tutuşmasıdır. Bunun neticesinde, Müslümanların düşmanları tarafından yutulması kolaylaşmıştır. İkbal bu konuyu ne güzel ifade ediyor;
"Ne zaman ki, su ve toprak kaydından kurtuldum, o zaman ‘ben Rumîyim, ben Afganîyim' dedim. Halbuki ben herhangi bir renk, vatan ve lisana intisabımdan önce bir insan idim."34
İkbal'e göre kavmiyetçiler ve ırkçılar ile putperestler ve ve vesenîler arasında fark yoktur. Çünkü her iki grup da, insanları bir puta feda etmektedirler.
Puta tapan bir insan, her zaman kendine yeni bir put arar; tıpkı Azer gibi kendine yeni ma'budlar yapar. İşte, renk. kavmiyet ve hakimiyet olarak isimlendirilen putlar, kan ister. İnsan ise, bu putun önünde boğazlanan bir koyun gibidir.35
Dr. İkbal icabî ve selbî (menfilik ve müsbetlik) açıdan kavmiyetin boyutlarına işaret etmemektedir. Üstad bediüzzaman ise kavmiyeti iki kısma ayırır ve selbî kavmiyeti zemmeder ve bunun İslâm kardeşliğini parçalamak için yetiştirilen Batı medeniyetinin bir meyvesi olduğunu belirtir. Şöyle der:
"Fikr-i milliyet iki kısımdı. Bir kısmı menfidir, şeametlidir, zararlıdır; başkasını yutmakla beslenir, diğerlerine adavetle devam eder, müteyakkız davranır."36
Bediüzzaman, Emeviler ve Avrupalılar örneğinde olduğu gibi tarihten örnekler vererek kavmiyetçiliğin zararlarından bahseder ve şunlar söyler:
"Şimdi ise, en ziyade birbirine muhtaç ve birbirinden mazlum ve birbirinden fakir ve ecnebi tahakkümü altında ezilen anasır ve kabail-i İslâmiye içinde, fikr-i milliyetle birbirine yabanî bakmak ve birbirini düşman telakki etmek, öyle bir felakettir ki, tarif edilemez."37
İcabî (müsbet) milliyetçiliği de şöyle değerlendirir;
"Müsbet milliyet, hayat-ı içtimaiyenin ihtiyac-ı dahilisinden ileri geliyor; teavüne, tesanüde sebeptir; menfeatli bir kuvvet temin eder; uhuvvet-i İslâmiyeyi daha ziyade te'yid edecek bir vasıta olur."38
İslâm Birliği Hakkındaki Görüşleri
İslâm vahdet ve tevhid dinidir. Tefrika ve bölünmeyi yasaklar. Fitnelerin, tefrikaların ve parçalanmaların zuhur ettiği dönemlerde kardeşliğe ve yakınlaşmaya dâvet eder. Ne yazıktır ki, bu ümmetin üzerine zillet ve geri kalmışlık bulutları çökmüştür. Zamanın gerisinde kalmış, olduğu yerden ilerleyememiştir. Üstelik bu gidişattan memnun, içinde bulundukları vaziyetten müsterihtirler. Allah'ın fazlı da olmasa,belki de müşrikler arasında yer alacaklar. İşte bu kahredici atmosferde dinin alametleri yok olmakta, diğer yandan İslâm ümmetinin düşmanları olan kâfirler ve münafıklar faaliyetlerini sürdürmekteydiler. Ancak Rabbü'l-Âlemin'in yoluna çağıran dâvâ adamları ve âlimler onlardan gelen tehlikelere ve tehditlere karşı bizzat karşı koymak yerine, bütün İslâm ümmetini birliğe ve bütünlüğe dâvet edip, aralarındaki ihtilafları ortadan kaldırmaya çalışıyorlardı. Bu şekildeki hareket tarzını benimseyenlerin en önde gelen ismi şüphesiz Bediüzzaman'dı. Vahdet meselesine çok önem veriyor, imanın zirvesinden bütün Müslümanlara şöyle sesleniyordu:
"Ey ehl-i hak olan Ehl-i sünnet ve cemaat! Ve ey Âl-i Beytin muhabbetini meslek ittihaz eden alevîler! çabuk bu mânâsız ve hakikatsız, haksız, zararlı olan nizaı aranızdan kaldırınız. Yoksa şimdiki kuvvetli bir sûrette hükmeyleyen zındıka cereyanı, birinizi diğeri aleyhinde alet edip ezmesinde istimal edecek. Bunu mağlup ettikten sonra, o aleti de kıracak. Siz ehl-i tevhid olduğunuzdan uhuvveti ve ittihadı emreden yüzer esaslı rabıta-ı kudsiye mabeyninizde varken, iftiraki iktiza eden cüz'i meseleleri bırakmak elzemdir."39
İkbal aynı konuda şöyle feveran eder;
"Bizim nebîmiz bir değil midir? Dinimiz, Ka'bemiz, Kur'ân'ımız bir değil midir? İlahımız bir değil midir? Vahdetin bize ne zararı dokunmuştur? Bana söyleyin, tefrika ve ihtilaftan, nifaka ve şikaka düşmekten bu ümmet ne fayda görmüştür?"40
Edebiyat Hakkındaki Görüşleri
Allâme İkbal bir şairdir. Şiirlerini Urduca ve Farsça kaleme almıştır. Fikirlerini genelde şiirle dile getirmiştir. Şiirleri ise gayet ilmi ve fikrî incelikler ihtiva etmektedir. Bu eserlerinden bir kısmı başka dillere tercüme edilmiştir. Bu da onun bu alandaki maharetine bir delildir. Bediüzzaman ise bir itirafta bulunur;
"San'at-ı hat ve nazımda istidadımdan çok müştekiyim. Nazım, vezin ise; ömrümde bir fıkra yapamamıştım."41
Ancak, Risale-i Nur'u teemmülle okuyan herkes görür ki, bu eserin adeta sihirli bir kalemden, fasih bir lisandan aktığını anlayabilir. Tür şairlerin efendisi olan Mehmed Akif'e kulak verelim ve Üstadın edebiyatı hakkında bilgi edinelim;
"Şekspir ve Hügo gibi büyük şairler, edebiyat ve felsefe açısından ancak Bediüzzaman'ın talebeliği derecesine çıkabilirler."42
Bizler de diyoruzki, onun edebiyatı gerçekten çok yüksektir.
İslâmî Çözüm Hakkındaki Görüşleri
Din üç daireden oluşur. Birinci daire, ibadât ve ahkâm-ı fer'iyyedir. İkinci daire, i'tikad konuları, üçüncüsü ve merkezi prensibi dini tecrübelerdir. Ancak mütefekkirlerden çok azı bu noktayı anlayabilmişler ve eserlerinde buna yer vermişlerdir. Aynı şekilde, mezkur iki âlimimiz de bu ilmi beyan etmişler, kesb-i iman ve dini tecrübede rüsûh olmaksızın islami hayatın ve toplumun kurulamayacağını bilmişlerdir. İslâm toplumu, hakikate sadece dini tecrübelerin takviyesiyle başarıya ulaşabilir.
Bediüzzaman Said Nursi, Müslümanların derin iman şuurunu kaybettiren, aydın fikirler ortaya çıkaran güçlü akl-ı selimi söndüren şiddetli belalara ve dehşetli sıkıntılara karşı koymaya çalışır. Ümmeti eleme garkeden bu kötü durum, bunlara ilave olarak, başta sona bütün dünyada, çevresini tamamen kuşatan tehlikeleri hissetme duyguları da kaybettirmişti. Bediüzzaman'ın nazarında gerçek İslâmî çözüm yolu derin terbiye-i imaniye ve istikametli terbiye-i akliyeden geçmektedir. İman ve düşünce kuvveti bir kuşun gökyüzünde uçmasını birlikte sağlayan iki kanadı gibidir.43
Güç durumlar karşısında ye'se ve ümitsizliğe düşmemek, imanın alametlerinden olan ümid, zafer, fetih ve Allah'a tevekkül, İslâm mücahidlerinin en bariz sıfatlarındandır. İşte, Bediüzzaman bu maücahidlerden birisidir. Düşmanca saldırıların şiddetle devam etmesine rağmen İslâmın pek yakın zamanda muzaffer olacağı ümidini taşır.
"Bediüzzaman İslâm ümmetinin başına yağmur misali yağan bela ve sıkıntılara, şahsının maruz kaldığı baskılara ve sürgünlere rağmen istikbalin İslâmın olacağını söylüyordu. Dinin içinde bulunduğu bu sıkıntılı ve hazin kış mevsiminin ardından bir baharın geleceği, bütün beşeriyetin bu bahardan en iyi şekilde nimetleneceği, çünkü insanlığın buna muhtaç olduğu müjdesini veriyordu. İslâm baharının gelmesine hiç bir şeyin engel olamayacağını ve inşaallah mutlaka geleceğini haber veriyordu."44
Filozof şair Muhammed İkbal ise,1930 yılında Kahire'de verdiği bir konferansta, bir İslâm devletinin kurulmasına dair büyük bir ümidinin olduğunu söylüyordu. Şöyle diyordu; "Gidişat onu göstermektedir ki, salih bir toplumun oluşturulması, içtimai hayatın tanzimi, iktisadi problemlerin çözümü ve medeniyetin doğru hedeflereyöneltilmesi için İslâm nizamı ideal bir çözümdür. Akide ve amel, ruh ve madde, fert ve toplum arasında bu nizamın tatbiki, İslâm beldelerinin yöneticileri açısından büyük harikalar doğuracaktır. Alemdeki bütün düşünürler, onun üslubundaki yenilik konusunda fikir sahibidirler."45
Birer Müceddid Olarak Bediüzzaman ve İkbal
Yukarıda İkbal'in fikir yapısının neş'et etmesinde büyük rol oynayan şahısların varlığından söz etmiştik. İkbal, bunlara çok önem vermiş ve değer göstermişti. Afganî ve mevlevî gibi mürşidlerin yolunu takip etmiştir.
Bediüzzaman ise müstakildir. Herhangi bir fikir ekolünü tedris etmemiş, herhangi bir üstada talebelik yapmamış, herhangi bir siyasi parti veya teşkilata bağlanmamıştır. Bununla beraber, kendi alanında büyük bir lider konumundadır. İman sancağını yükseltmiş, kelime-i İslâmı yüceltmiştir. Bir tek üstadı vardır; Kur'ân. Allah ona müceddidlik yolunu ilham etmiştir. Bu konuda Dr. Muhsin Abdülhamid şöyle der;
"Hiç şüphesiz Bediüzzaman, bu zamanda takip ettiği meslek açısından benzersiz bir müceddiddir. Çünkü o, muayyen bir ilimden yola koyulmamış, bir üstadın önünde diz çökmemiş, böyle birisinin söyledikleri ve yazdıklarına bağımlı kalmamıştır. Üstadları alabildiğine çok, tedris ettiği ilimler müteaddid ve mütalaa ettiği maarifgayet geniş olmasına rağmen bu özellikleri değişmemiştir."46
Muhsin Abdülhamid şöyle devam ediyor; "Bediüzzaman'ın, imanların kurtarılması, nizam-ı İslâma dâveti, düşmanların hilelerinin boşa çıkarılması açısından Türkiye'deki Müslümanların hayatını tecdid etmesi ve onları Rabbani kalıplarla şekillendirmesi, böyle muasır bir dünyada ve muasır medeniyet mücadeleleri çerçevesinde gerçekleşmiştir."47Şöyle devam eder:
"Şüphesiz ki o, zaman-ı hâzır, mekân-ı hâzır ve medeniyet mücadeleleri çerçevesinde, Kur'ân'ın hakikatleri ve üstadlığında, Resul-ü Âzamın (a.s.m.) yönetiminde, geçmiş mücahid âlimlerin kitaplarında belirlenen yüce ve asil değerler doğrultusunda Müslümanların hayatlarını yenilemek istiyordu."48
Buradan hareketle Bediüzzaman müceddidlerdenmidir, yoksa değil midir? Bu suali cevaplamadan önce diyoruz ki: Muslih bir müceddidin, düşmanların İslâmı yok etmek, İslâmî ve dini ruhu izale etmek için gayret ettikleri böyle bir fesad-ı ümmet ve gurbet-i İslâm zamanında İ'la-yı kelimetullah dâvâsını ayağa kaldırması ve dini ıslah etmesi gerekir. İslâm sadece isimden, Kur'ân sadece bir resimden, mescidler sadece birer şekilden ibaret kalsa da, düşmanlarına mukavemet gösteren, onlarla mücadele eden, Müslümanların kalplerindeki iman nurunu sabitleştirmekiçin var gücüyle çalışan birisi olması gerekir. Şimdi tekrar soruyoruz; Bediüzzaman Said Nursî bu husûsiyetleri taşımıyor mu? Tabii ki, evet. Gerisine artık sen karar ver. O halde bu insan bir müceddid değil midir? Buna Muhsin Abdülhamid şöyle cevap veriyor;
"Hiç şüphesiz o, gerçek bir müceddiddir. Çünkü o, ne geriye dönmeye ne zaman-ı hazırda kalmaya çağırmıyor. İslâmî hareketin ve İslâm medeniyeti düşüncesinin, her asında ulaşılan medeniyet seviyesine paralel olarak yenilenmesine inanıyor."49
İkbal de aynı konumdadır. İslâm ümmetinin müptela olduğu ye's, hüzün ve korku hastalığının ilacını bilmektedir. Bu hastalıkları hayatı öldüren, tevhid inancını izale eden ssebepler olarak niteler. Şöyle der; "Kendini bil! Sonra bu ümmet içinde ve kurtuluş yolunda fani ol." İkbal, Müslümanların uyanmaları ve gerçek izzet ve kerametlerine tekrar sahip olmaları için devamlı çağrıda bulunur. Aynı zamanda bu çağrı, şeriat esasları doğrultusunda devamlı değişmeyi, İslâm düşüncesini hürriyete kavuşturmayı da içine alır. Buçerçevede tasavvuf ve tarikatlere şiddetli bir savaş açar ve her ümmette bu tür ruhbani kesimin şeriat ve kununlarını ibtale yol açtığını isbatlamaya çalışır.
İkbal, Batı medeniyetinin materyalist değerlerini reddeder. İslâm beldelerindeki Batı sömürgeciliği karşısındaki konumu, onun mezalimi, düzenbazlıkları ve işlediği ayıplara karşı direnen bir özellik taşır.
İkbal, Hindistan'daki Müslümanların hayatına büyük yenilikler getirmiş, onları İslâmın gerçek yoluna çekmeye çalışmış, İslâm hakikatlerini açıklamaya, kalplerini imanla doldurmaya ve meselelerini cesurca çözme inancını aşılamaya gayret etmiştir.
Sonuç olarak; Bu çalışmamızla, Bediüzzaman'ın şahsiyetini inceleme, görüşlerini sergileme, harika ve örnek şahsiyeti hakkında bilgi sahibi olma, özellikle İslâm dâvâsı sancağını taşıyan ulema ve mütefekkirlere nisbeten içinde bulunduğu konumu tesbit etme hakkında bir şeyler söylemeye çalıştık. Gördük ki o bütün mesaisini, İslâm ümmetinin evlatlarının ve halklarının ellerinden tutup, onlardaki nur-u imanınyeniden diriltmek, önlerindeki yolu aydınlatmak, hayat-ı Kur'âniyeyi tekrar sağlamak, onları maddeci ve ilhadî fikirleri karşısında manevi ve kültürel zırhlarla korumak için harcamış.
Şüphesiz bu araştırma, daha uzun nefezlere, derin nazarlara ve sürekli gayretlere muhtaçtır. Çünkü Bediüzzaman'ın şahsiyetini bütünüyle ihata edecek, şümullü ve şeffaf bir şekilde sergileyecek çalışmalar yapılması gerekir. Bu panelin, böyle bir yolda atılacak bir adım olmasını, Kur'ân'ımızın müfessiri ve zamanımızın bedîi (harikası) allame Bediüzzaman Said Nursî'nin hatırasını ebedileştirme yolunda güzel ve tebrike şayan bir amel olmasını diliyorum.
____________________
** Doç. Dr. CELAL CELALİZÂDE
1960 yılında İran'da dünyaya geldi. Halen İran-Kürdistan Üniversitesi İslâm Hukuku Bölümünde Öğretim Görevlisidir. Sekiz kadar tercüme eseri yayınlanmıştır. Bunlardan bazıları şunlardır:
1- Şafiî fıkhıyla ilgili en-Nefahatu's-Samediyye
2- Yine Şafiî fıkhıyla ilgili el-Gayetu ve't-Takrib
3- Yusuf Kardavî'nin Tevhid Hakikatı.
***
2 Muhammed Kürd Ali, Ricâlât Fi'l-Ümme, 1, Dımaşk-1988
3 Silsiletü'l-Ehâdisü's-Sahiha, lil-Elbânî, 2/150
4 Muhsin Abdülhamid, Mütekellimü'l-Asr‘il-Hadis, s.: 102
5 Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman, Necmeddin Şahiner, s.: 73
6 İkbal el-Lahurî, Divan-ı İkbâl (Farsça) s.: 82
7 Sözler, s.: 339
8 Divan-ı İkbal, s.: 464
9 Bilinmeyen Taraflarıyla, s.: 117
10 A.g.e., s.: 85
11 İkbal, İhyaü Fikri'd-Dinî
12 Tarihçe-i Hayat, s.: 91
13 İkbal Külliyatı, s.: 464
14 Sözler, s.: 449
15 Sözler, s.: 452
16 İkbal Külliyatı,s.: 85
17 Sözler, s.: 505
18 A.g.e.
19 İhyaü Fikru Dinî, s.: 35
20 Endişe Hêy-i İkbâl Lahurî, s.: 306, Tahran-1370
21 Bediüzzaman Said Nursî Fi Mu'temer Alemî Havle Tecdidi'l-Fikri'l-İslamî, s.: 116, 1992
22 Lem'alar, s.: 115
23 A.g.e.
24 Ârâü İkbal, s.: 347, Tahran.
25 Fi Mu'temer Alemî, s.: 118
26 Mektubat, s.: 59
27 Mektubat, s.: 59
28 Mütekellimü'l-Asr, s.: 205
29 Mektubat, s.: 21
30 Mektubat, s.: 398
31 İkbal Lahûrî Şair-i Bârî, s.: 20, Tahran
32 Külliyat-ı İkbal, s.: 190
33 Mektubat, s.: 77
34 İkbal Lahûrî Şair-i Bârî, s.: 20
35 A.g.e., s.: 21
36 Mektubat, s.: 298
37 A.g.e., s.: 299
38 A.g.e., s.: 299
39 Lem'alar, s.: 26
40 Endişe Hêy-i İkbal, s.: 154
41 Sözler, s.: 646
42 Bediüzzaman Said Nursî, İhsan Kasım, s.: 188
43 Hallü'l-İslâmi, s.: 106, Dr. Muhammed Desûkî.v
44 A.g.e., s.: 107
45 A.g.e., s.: 123
46 Mütekellimül-Asr, s.: 96
47 A.g.e., s.: 98
48 A.g.e.
49 A.g.e.