KUR'ÂN-I KERİM VE SEMAVÎ KİTAPLAR
Mukaddeme
Alemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun. Salât ve selâm Resûllerin Seyyidinin üzerine olsun. Allah, Müslümanların önderlerine ve âlimlerine rahmet eylesin. Onların ilim ve cehdini bizler için birer ışık eylesin. Ve Allah, büyük âlim Bediüzzaman Said Nursî'den razı olsun. Mekânını Cennet eylesin.
Büyük allâme Bediüzzaman Said Nursî'nin aklını en fazla meşgul eden şeylerden birisi, Allah Azze ve Celle'nin kitabının zayi olma endişesi, diğeri ise, bütün ümmetin zayi olmasını netice veren İslâm'ın ortadan kalkması korkusudur. Buradan hareketle O, bütün ilmî cehdini ve gayretini bu hususlar üzerinde yoğunlaştırmıştır. Üzerinde durduğu hususlardan bir diğeri de, bu araştırmaya konu olan "Kur'ân-ı Kerim ve semavî kitaplar"dır.
Bu çalışmaya başladığımızda gördük ki O, "ruhu imanın sırlarıyla dolup taşmış, kalbinden yakîn fışkıran ve başı akîdelerle ilgili fikirlerin dönüp dolaştığı bir şahsiyettir. O'nun dilinden en yüce ve en güzel fikirler dökülmüştür. O'nun ruh semasında çakan şimşekler, bizim o donmuş nefislerimizin tutuşmasına bir vesiledir. İçimizde Allah'a ulaşma şevkini de ateşlemekte, O'nun muhabbetiyle yakıp kül etmektedir." 2
Aynı zamanda O, büyük bir âlim olmasının yanısıra, tarihin bir benzerine ender şahit olduğu kahraman mücahitlerden birisidir de. Rusya'da esarette iken, esir kampına gelen, aynı zamanda Rus Çarının dayısı olan komutan Nikola Nikolaviç'in karşısında söylediği sözler, onun hem cesaretini ve kahramanlığını, hem de en zor şartlar altında dahi îcaz ve belağatı terketmediğini göstermektedir.
'Beni tanımadılar mı?'
O'nun şahsî özelliklerini, düşünce yapısını, metodunu ve önceliklerini verdiğimiz bu örnekle bir nebzecik de olsa ortaya koyduktan sonra, onun Kur'ân-ı Kerim ve semavî kitaplar hakkındaki görüşlerini ibraz edebiliriz.
Kur'ân-ı Kerim, her şeyden önce Bediüzzaman Said Nursî'nin bütün düşünce yapısının temelini teşkil etmektedir. Bütün fikirlerini onun üzerine kurmuştur. Bir çok eserinde ve bir çok ifadesinde meseleleri hep Kur'ân'a dayandırmakta, onun vasıflarını dile getirmekte, aynı zamanda onu her fırsatta senâ etmektedir. Kur'ân-ı Kerim'i bütün sıfatlarıyla şöyle tarif eder:
" İşte, Rabbimizi bize tarif eden Kur'ân-ı Hakîm;
* Şu kitâb-ı kebir-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi,
* Şu sahâif-i arz ve semâda müstetir künûz-u esmâ-i İlâhiyenin keşşâfı,
* Şu sutûr-u hadisâtın altında muzmer hakâikın miftâhı,
* Şu âlem-i şahâdet perdesi arkasındaki, âlem-i gayb cihetinden gelen iltifâtât-ı Rahmâniye ve hitâbât-ı ezeliyenin hazinesi,
* Şu âlem-i mâneviye-i İslâmiyenin güneşi, temeli, hendesesi,
* Âlem-i uhreviyenin haritası,
* Zât ve sıfât ve şuûn-u İlâhiyenin kavl-i şârihi, tefsir-i vâzıhı, burhân-ı nâtıkı, tercümân-ı sâtıı,
* Şu âlem-i insaniyetin mürebbîsi, hikmet-i hakîkîsi, mürşid ve hâdîsi,
* Hem bir kitab-ı hikmet ve şeriat, hem bir kitab-ı dua ve ubudiyet, hem bir kitab-ı emir ve davet, hem bir kitab-ı zikir ve marifet gibi, bütün hâcât-ı manevîyesine karşı birer kitap ve bütün muhtelif ehl-i mesâlik ve meşârib olan evliya ve sıddîkînin, asfiyâ ve muhakkikînin herbirinin meşreblerine lâyık birer risâle ibraz eden bir kütüphâne-i mukaddesedir." 3
Burada görüldüğü gibi dünya ve ahireti bir arada değerlendirmiştir. Çünkü Kur'ân, kalplerin ve akılların temel gıdasıdır. Aynı zamanda O, bir din kurucusu ve beşer için toplumsal değişimlerin yönlendiricisidir.
"Hem öyle mesâil-i azîme ve hakâik-ı dakîkadan bahsediyor ki, umumun kalplerinde yerleştirmek için, çok defa muhtelif sûretlerde tekrar lazımdır. Bununla beraber, sûreten tekrardır. Fakat, mânen her bir ayetin çok manaları, çok faydaları, çok vücûh ve tabakatı vardır. Her bir makamda ayrı bir mana ve fayda ve maksatlar için zikrediliyor." 4
Büyük âlim Bediüzzaman'a göre bu mesele, odak noktayı teşkil eder. Çünkü, "idam ve zindan-ı ebedîden kurtulmak ve o yolu saadet-i ebediyeye çevirmek, yalnız iman ve itaat iledir." 5
Hayatı çevreleyen bütün zorluklar, insanları oradan oraya sürükleyen çalkantılar ve sıkıntılar, ancak Kur'ân'ın çeşmesinden içilen hayat kaynağıyla defedilebilir. Düşman-küffâr karşısında kurtuluşa erişebilme, ancak Allah'a iman ve O'na itaat ile olabilir. Kâfirleri bekleyen akıbet ise, onlar için bir sürpriz değil, beklenen bir neticedir.
"Kâfirlerin Müslümanlara ve ehl-i Kur'ân'a düşman olmaları, küfrün iktizâsındandır. Çünkü, küfür imana zıttır. Mââhâza Kur'ân kâfirleri ve âbâ ve ecdatlarını idam-ı ebediyle mahkum etmiştir." 6
Diğer boyutlarıyla Kur'ân'ıtarif ederken Bediüzzaman, semavî kitaplarla olan alakası cihetine de temas eder ve birkaç eksende bu meseleyi elealır.
Kur'ân-ı Kerim, geçmiş semavî kitapları ve ihtivâ ettikleri hakitaleri tasdik etme özelliğine sahiptir.
"Kur'ân'ın bir cenâhı mazide, bir cenâhı müstakbelde, kökü ve bir kanadı eski peygamberlerin ittifaklı hakikatları olduğu ve bu onları tasdik ve teyit ettiği ve onlar dahi tevâfukun lisân-ı hâliyle bunu tasdik ettikleri gibi; öyle de, evliya ve asfiya gibi ondan hayat alan semereleri ve hayattar tekemmülleriyle şecere-i mübarekelerinin hayattar, feyizdâr ve hikmettâr olduğuna delâlet eden ve ikinci kanadının himayesi altında yetişen ve yaşayan velayetin bütün hak tarikatleri ve İslâmiyetin bütün hakikatli ilimleri, Kur'ân'ın ayn-ı hak ve mecma-i hakâik ve câmiiyyette misilsiz bir harika olduğuna şehadet eder." 7
Semavî kitapları tasdik etme konusunda, Allah-u Teâlâ mü'minlerin bir vasfına şöyle işarette bulunur:
"Onlar, sana indirilene ve senden önceki peygamberlere indirilene iman ederler; Onlar ahirete de yakînen inanırlar." 8
Kur'ân-ı Kerim'in, önceki semavî kitapları tasdik etme özelliğini ifade eden, benzeri bir çok ayet bulunmaktadır. Birkaç örnek daha verecek olursak:
"Ellerinizdeki (Tevratın aslını) tasdik edici olarak indirdiğime (Kur'ân'a) iman edin. Sakın onu inkâr edenlerin ilki olmayın. Ayetlerimi az bir karşılık ile satmayın, yalnız benden korkun." 9
"Kendilerine, Allah'ın indirdiğine iman edin, denilince: Biz sadece bize indirilene (Tevrat'a) inanırız, derler ve ondan başkasını inkâr ederler. Halbuki o Kur'ân, kendi ellerinde bulunan Tevrat'ı doğrulayıcı olarak gelmiş hak kitaptır... " 10
"(Resulüm!) O, sana Kitab'ı hak ve önceki kitapları tasdik edici olarak tedricen indirmiş; daha önce de, insanlara doğru yolu göstermek üzere Tevrat ile İncil'i ve Furkân'ı indirmiştir... " 11
Semavî kitaplar Kur'ân-ı Kerim içinde yer almaktadır.
Bakara sûresinin dördüncü ayeti olan, "Sana indirilene ve senden öncekilere indirilenlere iman edenler" ifadesini Said Nursî şöyle açıklar:
"Kur'ân, bütün kütüb-ü sâlifenin güzelliklerini ve eski şeriatlerinin kavâid-i esâsiyelerini cemetmiş olduğundan, usulde muaddil ve mükemmildir. Yani, tâdil ve tekmil edicidir. Yalnız, zaman ve mekanın tegayyür etmesi tesiriyle tahavvül ve tebeddüle maruz olan füruat kısmında müessistir. Evet, mevâsim-i erbaada giyecek, yiyecek ve sâir ilaçların tebeddülüne lüzüm ve ihtiyaç hasıl olduğu gibi, bir şahsın yaşayış devrelerinde, tâlim ve terbiye keyfiyeti tebeddül eder." 12
"Kur'ân, fer'î hükümlerden bir kısmını neshetmiştir. Yani vakitleri bitti, nöbet başka hükümlere geldi, demiştir." 13
Bu hakikate, İngiliz filozof Thomas Carlyle'ın (1795-1881) bir sözünü şahit olarak gösterir. Carlyle, Kur'ân-ı Kerim üzerinde yaptığı tedkiklerin ardından, "Acaba İslâmiyet içinde âlem-i medeniyetin tekemmülü mümkün müdür?" sorusuna kendisi şöyle cevap vermiştir: "Evet, Muhakkikler, şimdi o daireden istifade ediyorlar."
Yine Carlyle demiştir ki:
"Hakâik-i Kur'âniye tulû ettiği zaman, ateş gibi bütün dinleri yuttu. Zaten bu onun hakkı idi. Nasârâ ve Yahudilerin hurafelerinden bir şey çıkmadı." 14
Kur'ân-ı Kerim, geçmiş enbiyânın mucizelerini ortaya koymaktadır.
Burada Bediüzzaman'ın, peygamber mucizelerine getirdiği yorum çok ilginçtir. Zirâ, ona göre bu mucizeler çeşitli sanatların ve ilmî terakkîlerin öncülüğünü yapmıştır. Mucizelerin, ahirete dönük özellikleri olduğu gibi, dünyaya yönelik özellikleri de bulunmaktadır. Ahireti isteyen kimse, Allah'ın kâinatta koyduğu kanunlara da riayet etmesi, kendisi için yaratılan nimetlerden istifade etmesi, hatta kâinatta var olan tüm imkanları, Allah'ın yeryüzündeki halifesi olarak kendi emri altında toplaması ve bütün bunları kendisi için Allah'ın birer emaneti olarak görmesi gerekir. Bu hususta Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur:
"Biz, emaneti göklere, yere ve dağlara arz ettik. Onlar onu yüklenmeye yanaşmadılar, ondan korktular da onu insan yüklendi. O cidden çok zalim, çok cahil bulunuyor." 15
Bu sebepten dolayıdır ki, Allah enbiyâ ve resulleri insanların hem maddî, hem manevî ilerlemeleri için insan toplumlarına birer örnek ve rehber olarak göndermiştir.
"İşte, Kur'ân-ı Hakîm, enbiyaları, insanın cemâatlerine terakkiyât-ı mânevîyye cihetinde birer pişdâr ve imam gönderdiği gibi, yine insanların terakkiyât-ı maddiye sûretinde dahi, enbiyânın herbirisinin eline bazı harikalar verip, yine o insanlara birer ustabaşı ve üstâd etmiştir; onlara mutlak olarak ittibâya emrediyor."
"İşte, enbiyanın manevî kemâlâtını bahsetmekle insanları onlardan istifadeye teşvik ettiği gibi, mucizatlarından bahis dahi, onların nazirelerine yetişmeye ve taklitlerini yapmaya bir teşvik-i işmam ediyor. Hatta denilebilir ki, manevî kemâlât gibi, maddî kemâlâtı ve harikaları dahi, en evvel mucize eli nev-i beşere hediye etmiştir." 16
Bediüzzaman, konuya bu şekilde yaklaşırken, görüşlerini destekler tarzda bazı örnekler vermiştir. Örneğin, "sabah gidişi bir aylık mesafe, akşam dönüşü yine bir aylık mesafe olan rüzgarı, Süleyman'a verdik... " 17 ayetini şöyle açıklar:
"İşte, bunda işaret vardır ki: Beşere yol açıktır ki, havada böyle bir mesafeyi kat etsin. Öyleyse, ey beşer! Madem sana yol açıktır; bu mertebeye yetiş ve yanaş. Cenab-ı Hak, şu ayetin lisanıyla manen diyor: Ey insan! Bir abdim hevâ-i nefsini terkettiği için havaya bindirdim. Siz de nefsin tembelliğini bırakıp, bazı kavânin-i âdetimden güzelce istifâde etseniz, siz de binebilirsiniz."
Aynı şekilde, "Musâ'ya, 'Vur asânı taşa' buyurduk. Asâsını vurduğu yerden, on iki pınar fışkırı verdi."18 ayeti hakkında şunları söyler:
"Bu ayet işaret ediyor ki, zemin tahtında gizli olan rahmet hazinelerinden, basit aletlerle istifade edilebilir. Hatta taş gibi sert bir yerde, bir asâ ile âb-ı hayat celbedilebilir." 19
Diğer yandan, Hz. İsa'nın bir mucizesini haber veren, "Allah'ın izniyle, anadan doğma körleri ve alaca hastalığına tutulanları iyileştirir ve ölüleri diriltirim." 20 ayet-i kerimesini şöyle açıklar:
"İşte, şu ayet işaret ediyor ki, en müzmin dertlere dahi derman bulunabilir. Öyleyse, ey insan ve en musîbetzede benî Âdem! Me'yus olmayınız. Her dert, ne olursa olsun, dermanı mümkündür. Arayınız, bulunuz. Hatta ölüme de muvakkat hayat rengi vermek mümkündür." 21
Geçmiş kutsal kitaplar Hz. Muhammed'i (a.s.m.) müjdelemişlerdir.
Bediüzzaman, Hz. Muhammed'in (a.s.m.) kemâlatından ve nübüvvetine olan delillerden bahsederken, en başta geçmiş mukaddes kitapları delil olarak gösterir. Der ki:
"Tevrat, İncil, Zebur gibi kütüb-ü mukaddeseden, pek çok tahrifâta maruz oldukları halde, şu zamanda dahi, Hüseyin Cisrî gibi bir muhakkik, nübüvvet-i Ahmediyeye (a.s.m.) dair yüzondört işarî beşâretleri çıkarıp, Risâle-i Hamidiye'de göstermiştir." 22
Bakara sûresinin 4. ayetinde geçen "Vemâ ünzile min kablik" cümlesini iki farklı yaklaşımla şöyle açıklar:
"1. Bu cümlenin mâkabline atfı , medlûlün delile olan bir atfıdır. Şöyle ki: Ey insanlar! Kur'ân'a iman ettiğiniz gibi, kütüb-ü sâbıkaya da iman ediniz. Çünkü Kur'ân, onların sıdkına delil ve şâhiddir.
2. Yahut o atıf, delilin medlûle olan atfıdır. Şöyle ki: Ey ehl-i kitap! Geçmiş olan enbiya ve kitaplara iman ettiğiniz gibi, Hz. Muhammed (a.s.m.) ile Kur'ân'a da iman ediniz. Zira onlar, Hz. Muhammed'in (a.s.m.) gelmesini tebşir ettikleri gibi, onların ve kitaplarının sıdkına olan deliller, hakikatiyle, ruhuyla Kur'ân'da ve Hz. Muhammed'de (a.s.m.) bulunmuştur." 23
Bu mesele Kitabullah'ta vâzıh bir şekilde ortaya konulmuştur. Allah-u Teâlâ şöyle buyurur:
"Meryem oğlu İsa; Ey İsrailoğulları! Ben size Allah'ın elçisiyim, benden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek Ahmed adında bir peygamberi de müjdeleyici olarak geldim, demişti. Fakat O, kendilerine açık deliller getirince, bu apaçık bir büyüdür, dediler." 24
Kurtubî tefsirinde şöyle denilmiştir:
"Ahmed; Peygamberimizin (S.A.V.) ismidir. Bu isim, ism-i tafdîl olarak türetilmiştir ve bir sıfat manası taşır. 'Ahmed'in manası, Rabbine hamdedenlerin içinde en fazla hamdeden kişidir. Bütün Nebîler Allah'a hamdetmekte öncüydüler. Bizim Nebîmiz ise onlar için hamdetme açısından en fazla olanıdır. 'Muhammed' ise yine bir sıfattan nakledilmiştir. Manası ise 'çok övülmüş olan kişi'dir. Ancak bu kelimede mübalağa ve tekrar manası da bulunmaktadır. Bu açıdan manası, 'tekrar tekrar övülmüş kişi'dir... Bu açıdan Muhammed ismi taşıdığı mana ile Peygamberimiz hususunda tam bir mutabakat sergilemektedir. Hatta Allah-u Teâlâ O'nun ismini, henüz doğmadan önce vermiştir. Bu ise O'nun nübüvvetinin en belirgin nişanelerinden birisidir. Resûlüllah'ın (S.A.V.) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: 'Benim Tevrat'taki ismim Ahyed'dir. Çünkü ben insanları Cehennem ateşinden emniyete yöneltirim. Zebur'daki ismim el-Mâhî'dir. Çünkü, Allah benimle putlara tapmayı ortadan kaldırmıştır. İncildeki ismim Ahmed, Kur'ân'daki ismim Muhammed'dir. Çünkü, ben göklerde ve yerde övülmüşüm." 25
Hz. Muhammed'in (a.s.m.) nübüvvetine bir çok İsrail âlimlerinin, ondaki sıfatları ve halleri öğrendikten sonra iman etmeleri de önemli bir delildir.
"Hatta, meşhur ulemâ-i benî İsrâiliyeden Abdullah İbni Selâm gibi pek çok zâtlar, yalnız o Zât-ı Ekrem (a.s.m) simasını görmekle, 'Şu simada yalan yok; şu yüzde hile olamaz' diyerek imana gelmişlerdir." 26
İşaratü'l-İ'câz isimli eserinde Said Nursî, "min kablik" kelimesiyle ilgili şu açıklamaları yapar:
"Ezcümle, 'min kablik' kelimesine bak. Bu ayetin her tarafından uçup bu kelime- nin başına konan letâifi gör. Zira bu ayet, nübüvvet hakkındadır. Nübüvvet meselesinde beş maksat vardır. Bu maksatlar, beş nükte ve letâiften in'ikâs etmiştir. Bu letâif, 'min kablike'nin sadefindedir. Maksatlar ise; Hz. Muhammed (a.s.m) resûldür. Ekmelü'r-Resul'dür. Hâtemü'l-Enbiyâdır. Risâleti, âmmedir. Şeriati, sair şeriatlerin mehâsinini cem ile onların nâsihidir." 27
İsra ile ilgili şunları söyler:
"Bir abdini, bir seyahatte huzuruna davet edip, bir vazife ile tavzif etmek için Mescid-i Haram'dan, mecma-ı enbiyâ olan Mescid-i Aksâ'ya gönderip, enbiyâlarla görüştürüp, bütün enbiyâların usûl-ü dinlerine vâris-i mutlak olduğunu gösterdikten sonra, tâ Kâb-ı Kavseyn'e kadar mülk ve melekûtünde gezdirdi." 28
Hz. Muhammed'in (a.s.m.) geçmiş peygamberlerin bir vârisi oluşu konusu, çok geniş bir araştırmayı gerektirmektedir. Böyle bir araştırma sonucunda görülecektir ki, son din olan İslâm ana ve en geniş kapsamlı olan dindir. Yukarıda aktarmış olduğumuz fikirleri çerçevesinde Said Nursî, şu ayetleri açıklar gibidir:
"Bugün sizin için dininizi kemâle erdirdim, sizin üzerinizdeki nimetlerimi tamamladım ve din olarak İslâm'dan razı oldum." 29
"İslâmın dışında kim başka bir dini tercih ederse, Allah ondan bu dini kabul etmeyecektir ve o kimse, ahirette hüsrana uğrayanlardan olacaktır." 30
Said Nursî’nin sahip olduğu engin hikmet anlayışı, onu ele aldığımız konuda bazı telmih ve işaretlerde bulunmakla iktifa ettirmiş, bu yüzden fazlaca tafsilata girmemiştir. Daima Kur’ân-ı Kerim’e, Hz. Muhammed’in (a.s.m.) nübüvvetine ve İslâmî metoda olan bağlılığı ve imanı, dikkatleri dağıtmadan ön plana çıkarmıştır. Doğruları bütün açıklığıyla ortaya koymuş, tercihi kişinin kendi seçimine bırakmıştır.
"Amma hikmet-i Kur'âniye ise, nokta-i istinâdı, kuvvet yerine 'hakkı' kabul eder. Gayede, menfaat yerine 'fazîlet ve rızây-ı İlâhîyi kabul eder. Hayatta, 'düstur-u cidâl' yerine, 'düstur-u teâvünü' esas tutar. Cemaatlerin râbıtalarında, unsuriyet ve milliyet yerine, 'râbıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî' kabul eder. Gayâtı, hevesât-ı nefsâniyenin nâmeşrû tecâvüzâtına set çekip ruhu maâliyâta teşvik ve hissiyât-ı ulvîsini tatmin etmektir ve insanı kemâlât-ı insaniyeye sevk edip insan etmektir." 31
Said Nursî'nin bu yorumunu, şu ayet-i kerime çerçevesinde düşünebiliriz:
"Ey Ehl-i kitap! Sizinle bizim aramızda eşit olan bir söze gelin." 32
Bu uzun yolculuktan sonra, Hırıstiyanların velediyyet inancını tenkid ederken, İhlas sûresindeki "De ki, Allah birdir. Allah Sameddir. Doğurmamış ve doğmamıştır. Ona denk hiç bir şey yoktur" ayetlerinden istifade ederek, bu inanca sahip olanlara şöyle der:
"Cenab-ı Hak ezelîdir, ebedîdir, evvel ve âhirdir. Hiçbir cihette ne zâtında, ne sıfâtında, ne ef'âlinde naziri, küfvü, şebîhi, misli, misâli, mesîli yoktur. Yalnız; ef'âlinde, şuûnunda, teşbîhi ifade eden mesel var." 33
Geçmiş mukaddes kitaplardaki müjdelerden iktibaslar.
Zamanımızın allâmesi Bediüzzaman Said Nursî, geçmiş kitapların Hz. Peygamber'den bahsetmesi hususunu mantık çerçevesinde irdeler ve şöyle der:
"Evet, madem o kitaplar semavîdirler ve madem o kitap sahipleri enbiyâdırlar. Elbette ve herhalde, onların dinlerini nesheden ve kâinatın şeklini değiştiren ve yerin yarısını getirdiği bir nurla ışıklandıran bir zattan bahsetmeleri zarurî ve kat'îdir. Evet, küçük hadiseleri haber veren o kitaplar, nev-i beşerin en büyük hadisesi olan hadise-i Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâmı haber vermemek kâbil midir?" 34
Bu ifadeleri desteklemek için nasslardan ve diğer kaynaklardan bazı deliller sıralar.
Birinci hüccet:
Resûl-ü Âzam (S.A.V.), Kur'ân-ı Kerim lisanıyla, diğer din mensuplarına şöyle meydan okumuştur:
"De ki; Eğer davanızda sâdık iseniz, Tevratı getirin ve onu okuyun." 35
"...De ki; Geliniz, sizler ve bizler de dahil olmak üzere, siz kendi çocuklarınızı biz de kendi çocuklarımızı, siz kendi kadınlarınızı, biz de kendi kadınlarımızı çağıralım, sonra da dua edelim de Allah'tan yalancılar üzerine lânet dileyelim." 36
Bu meydan okumaya karşılık, hiçbir Yahudi ve Hristiyan âlimi ortaya çıkıp, İslâmiyetin aleyhine bir şey söyleyememiştir.
İkinci hüccet:
"Tevrat, İncil ve Zebur'un ibareleri, Kur'ân gibi i'câzları olmadığından, hem mütemâdiyen, tercüme tercüme üstüne olduğundan, pek çok yabanî kelimeler içlerine karıştı. Hem müfessirlerin sözleri ve yanlış te'villeri, onların ayetleriyle iltibâs edildi. Hem bazı nâdanların ve bazı ehl-i garâzın tahrifâtı da ilave edildi. Şu sûrette, o kitaplarda tahrifât, tağyirât çoğaldı... İşte bu kadar tahrifatla beraber, şu zamanda dahi, meşhur Hüseyin Cisrî, o kitaplardan yüz on delil, nübüvvet-i Ahmediyeye dair çıkarmıştır..."
"Hem pek çok Yahudi uleması ve Nasârâ ulemâsı ikrar ve itiraf etmişler ki, 'Kitaplarımızda Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmın evsâfı yazılıdır.'
"Hem Yahûdun meşhur ulemâsından ve nasârânın meşhur kıssîslerinden, kütüb-ü sâbıkada evsâf-ı Muhammediyeyi (a.s.m.) gördükten sonra, inadı terkedip imana gelenler, evsâfını Tevrat ve İncil'de göstermişler ve sair Yahudi ve Nasrânî ulemasını onunla ilzam etmişler... " 37
Üçüncü hüccet:
Tevrat, Zebur ve İncil'den bazı bölümler.
Allâme Bediüzzaman Said Nursî, bu konuda el-Hindî'nin "Izhâru'l-Hak" isimli eserine çokça müracaatta bulunmuştur. Bizler burada konumuza delil olan ve buradaki bazı ayetlere müracaat edeceğiz.
Tekvîn Bâbında, Hz. İbrahim'in (a.s.) oğlu İsmail'le birlikte, karısı Hacer'i uzak bir diyara bırakmasıyla ilgili olay anlatılır. Buna göre Hacer, içecek suyunun bitmesiyle, oğlunun ölmesinden korkar. Çocuğunun karşısına oturur ve yüksek sesle ağlamaya başlar. O esnada Allah, ona gökten seslenir ve şöyle der;
"Sana ne oluyor ey Hacer? Korkma. Şüphesizki Allah çocuğun sesini işitti. Çocuğunu kucağına al ve onu sımsıkı sar. Çünkü ben ona büyük bir ümmet vereceğim." (Tekvin Bâbı, 14:21)
O anda Hacer bir su kuyusu gördü ve ona doğru koştu. Yanındaki kırbasını suyla doldurdu ve çocuğuna içirdi.
“Allah İsrail’e gece rüyadayken konuştu ve dedi ki: ‘Yakup, Yakup!’ Hz. Yakup (a.s.) cevap verdi: ‘İşte ben buradayım’. Allah dedi ki: ‘Ben, senin babanın İlâhı olan Allah’ım. Mısır’a gitmekten sakın korkma. Çünkü ben sana büyük bir ümmet vereceğim.” (Tekvin Bâbı, 46:2-4)
“Rab bana dedi ki, konuştuğunuz zaman güzel konuşun. Onların sülalesi arasından çıkan bir nebîye bağlanın. Ki, ben kelâmımı o nebinin ağzına koymuşumdur ve ona tavsiye ettiğin şeyleri öylece konuşur.” (Tesniye Bâbı, 18:15-19)
“Şayet bu cümlelerin Hz. Muhammed’e (a.s.m.) tam manasıyla uymadığı kabul edilecek olursa, burada verilen haberlerin gerçekleşmediği ve ortaya çıkmadığı açıkça görülecektir. Hz. Mesih (a.s.), bu haberlerde işaret edilen nebînin kendisi olduğuna dair herhangi bir iddiada bulunmamıştır. Hatta havarileri dahi, böyle bir iddia ileri sürmemişlerdir. Çünkü onlar, Hz. İsa’nın (a.s.) tekrar döneceğine ve nübüvvetini tekrar yerine getireceğine inanmışlardır. Günümüz hırıstiyanlık düşüncesinde de bu vardır. Eksiksiz noksansız olan bir gerçek vardır ki, “Hz. Mesih’in birinci zuhuru”, “Onlara senin gibi bir nebi gönderirim” cümlesinde haber verilen hakikate tam delalet etmemektedir. Aynı durum, Hz. Mesih’in ikinci olarak dönüşü için de geçerlidir ve bu cümlelerdeki manayı taşımamaktadır...Şüphesiz ki Mesih, Kilisenin de inandığı gibi, bir şeriat ortaya koymak için değil, bir hâkim, yani hüküm belirleyici olarak ortaya çıkacaktır. “Geleceği vaadedilen” kişi ise, “Sağ elinde parıldayan şeriat meşalesi”ni taşır vaziyette gelecektir.”
“Bilâd-ı Arap cihetinden bir vahâda, bilâd-ı Arabda çetin bir yerde, ey Dedânî kafileleri ve ey Arz-ı Teymâ sakinleri mekan tutun. Kaçışan insanları gördüğünüzde onlara ekmek verin. Şüphesiz ki onlar, kılıçların önünden kaçmaktadırlar. Onlar, harbin o şiddetli dehşetinden, okların ve yayların önünden kaçmaktadırlar. İşte, Efendi bana böyle söyledi. Bir ömür kadar uzun bir senede Kaydâr’ın bütün şerefinin kaybolduğu, Kaydâr oğullarının kahramanlarından Akvâmisin geride kalanlarının da yok olduğu bir senede.”
Şüphesizki Hz.İsmail(a.s.),Fârân'da iskan etmiştir. O'nun oğlu "Kaydâr (Adnan) doğdu.O, Arabın en yücelerinin atasıve selefidir. Kaydâr'ın evlatlarından birisine Allah'dan bir vahiy geleceği yazıldığı zaman...'Fârân'dan bir şahsın dışında bu kelâma mazhar olan kimse varmıdır? Ki o 'Muhammed'dir."
Yine Tevrat'ın bir başka yerinde denilmiştir ki:
"Fârân dağından kutsanmış bir kişi. O'nun şânı gökleri ve yeri kaplamış, onun tesbihi her tarafı doldurmuştur."
Yine Tesniye Bâbında şöyle denilmiştir:
"Rab, Sinâ'dan geldi ve onlara bir aydınlık verdi. Fârân dağından bir ışık parıldadı. O'nunla birlikte onbin kadîs (mü'min) geldi. O'nun sağ elinde, şeriatinin ateşi göründü." 38
Aktardığımız bu bilgiler ve nasslar ışığında şu gerçekler ortaya çıkmaktadır:
Dâru'n-Neşr tarafından Beyrut'ta, 1989 yılında yayınlanan Kitâb-ı Mukaddes'te, "...Fârân dağının ortasında, Kâdiş tepelerinden geldi" denilirken, Kitâb-ı Mukaddes Yayınevi'nce yayınlanan nüshada, "...Kudüs tepelerinden geldi" denilmiştir. Londra'da, İngiliz Cemiyeti tarafından 1857 yılında neşredilen Ahd-i Kadîm nüshasında ise, "...Kadîsî tepelerinden, sağ elinde onlar için bir kanun ile geldi" denilmiştir.
Bu farklılıklar, tıpkı büyük âlim Bediüzzaman Said Nursî'nin, Mektubat isimli eserinde de işaret ettiği gibi, bu kutsal kitaplar üzerinde oynamalar yapıldığını açıkça göstermektedir:
"Tevrat, İncil ve Zebur'un ibareleri, Kur'ân gibi i'câzları olmadığından, hem mütemâdiyen tercüme tercüme üstüne olduğundan, pek çok yabanî kelimeler içlerine karıştı. Hem müfessirlerin sözleri ve yanlış te'villeri, onların ayetleriyle iltibâs edildi." 39
Abdülahad Davud'un naklettiği nüshada, "Onbin kadîs" denilirken, ikinci örnekte "Kâdiş tepelerinden geldi" ifadesi kullanılmış, üçüncü örnekte, "Kudüs tepelerinden geldi" denilmiş, dördüncüde ise, "Kadîsîlerin tepeleriyle birlikte" nitelemesi yapılmıştır.
Aynı tahrifatın Hz. Muhammed'le (a.s.m.) ilgili müjdeli haberler verirken İncil'de de yapıldığını görmekteyiz. Hacî Bâbında (2:7-9) şöyle denilmiştir:
"Bütün ümmetleri zelil edeceğim. Ve her bir ümmet için bir övgü gelecek ve bu evi şerefle dolduracak. Bütün askerlerin Rabbi işte böyle buyurdu..." 40
Kitâb-ı mukaddes yayınevi'nin nüshasında şöyle denilmiştir: "...Bütün ümmetlerin sevgilisi gelir."
1931'de, Beyrut'ta basılan bir başka nüshada, "Bütün ümmetlerin temennisi" denilirken, 1857 tarihli İngilizce nüshada ise "Bütün ümmetlerin sevdiği kişi gelir" denilmiştir.
Prof. Abdülahad Davud 41 der ki: "Tesniye Bâbında (33:2-3) şöyle ifade edilmiştir; Allah nurunu, onbin Kadîs (mü'min) ile birlikte Fârân'dan parlatır."
Burada ifade edilen yer Mekke'den başkası değildir. Zira, Resûlüllah (S.A.V.) bu şehri, kendisine tâbi olan onbin mü'min ile fethetmiştir." 42
Yukarıda aktardığımız Hacî Bâbında (2:7-9) geçen cümlenin o dinin mensuplarınca, kendi istek ve arzuları doğrultusunda tahrifata uğratılmasından dolayı, Saff sûresinin 6. ayetinin manasıyla tam mutabık değildir. Bu ayette şöyle buyurulmuştur:
"...Benden sonra gelecek ismi Ahmed olan resûlü müjdeleyici olarak gönderildim... "
"Fârân"ın Mekke olduğunu daha yakîn olarak görmek isteyenler, Şaiyyâ Bâbını (60:1-8) okusunlar. Okudukları takdirde, bu şehrin Mekke, son gelecek peygamberin de Hz. Muhammed (a.s.m.) olduğunu açıkça göreceklerdir.
İncil'den müjdeler:
“Faraklit, ‘el-fârıku beyne’l-hakkı ve’l-bâtıl’ manasında, Peygamberin o kitaplarda ismidir.” 43
“Lakin, Bâbanın benim ismimle göndereceği Ma’ziyy-i Ruhu’l-Kudüs, size her şeyi öğretecek, söylediklerimi size hatırlatacaktır. Selâmı size emanet ediyorum, selâmımı size veriyorum...” (Yuhanna, 14:26-28)
“Paraklît kelimesi, İbranicede, Parakloo fiilinden türetilen Parakloon kelimesi olarak kullanılır. Ermenice’de ise Paraklîtos kelimesi vardır ve ‘Çok övülmüş’ manasına gelir. Bu manasıyla, Arapça ‘Muhammed ve Ahmed’ kelimeleriyle, Yunanca ‘Paraklît’ kelimesinin manasıyla uyum içindedir.” 45
“Şânımın ve hamd cevherimin en sonuncusunu verdi. İşte o geçmiş işler mazide kalmıştır. Ben size gelecekte olacaklardan haber veriyorum ve olmadan önce size bildiriyorum. Rabbi yeni bir tesbih ile tesbih edin ve arzın en ötelerinden hamdedin. Ey denizlere inenler ve ondaki her şeyde, adalarda ve sekenelerinde bulunanlar. Kayder’in iskan ettiği bütün şehirler ve köyler yücelsin...” 47
“Bahirden bahre malik ve nehirlerden, arzın makta’ ve müntehâsına kadarmâlik ola.., Ve kendisine Yemen ve Cezâir mülûkü hediyeler götüreler... Ve padişahlar ona inkayad ve secde edeler... Ve her vakit ona salât ve hergün kendisine bereketle dua oluna... Ve envârı, Medine’den münevver ola... Ve zikri, ebedü’l-âbâd devam ede... O'nun ismi, şemsin vücudundan evvel mevcuttur; onun adı güneş durdukça münteşir ola...” 48
“Acaba Hz. Davud Aleyhisselâmdan sonra, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmdan başka hangi nebî gelmiş ki, şarktan garba kadar dinini neşretmiş ve mülûku cizyeye bağlamış ve padişahları kendine secde eder gibi bir inkıyâd altına almış ve her gün nev-i beşerin humsunun salavât ve duâlarını kendine kazanmış ve envârı Medine’den parlamış kim var? Kim gösterebilir?” 49
“İşte, Tevrat, İncil, Zeburda ve sair suhuf-u enbiyâda çok ehemmiyetle âhirde gelecek bir peygamberden bahisler var, çok ayetler var -nasıl bir kısım numunelerini gösterdik. Hem çok nâmlarla o kitaplarda mezkurdur. Acaba bütün bu kütüb-ü enbiyâda, bu kadar ehemmiyetle, mükerrer ayetlerde bahsettikleri Ahirzaman Peygamberi, Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselamdan başkası kim olabilir?” 50
Bediüzzaman Said Nursî, Kur'ân-ı Kerim'in Tevrat, Zebur ve İncil nasslarıyla tefsir edilmesine karşı çıkar. Zira, Vehb ve Ka'b gibi "ulemâ-i ehl-i kitabın İslâmiyetlerinin cihetiyle Arapların hazâin-i hayalâtına bir mecrâ ve menfez bularak o efkâr-ı sâfiyeye karıştılar. Hem sonra da ihtiram dahi gördüler. Zira ulemâ-i ehl-i kitaptan İslâmiyete gelenler, İslâmiyet şerefiyle gayet celâlet ve tekemmül ettiklerinden, mâlumat-ı muzahrefe-i sâbıkaları makbûle ve müselleme gibi oldular, reddedilmedi. Çünkü, İslâmiyetin usûlüne müsâdim olmadığından, hikâyât gibi rivayet olunurken, ehemmiyetsizliği için tenkidsiz dinlenirlerdi. Fakat -hayfâ- sonra hak olarak kabul edildiler, çok şübeh ve şükûkâta sebebiyet verdiler.
Hem de, vaktâ ki şu İsrâiliyât, kitap ve sünnetin bazı imâatlarına merci ve bazı mefâhimlerine bir münâsebetle me'haz olabilirlerdi -fakat âyât ve hadîsin manaları değil. Belki, faraza doğru olsalardı, mâsadak ve efrâdından olmaları mümkün olduğundan, su-i ihtiyarlarıyla başka bir me'hazi bulunmayan veya atf-ı nazar etmeyen zâhirperestler, bazı âyât ve ehâdîsi o hikâyât-ı isrâiliyeye tatbik ederek tefsir eylediler. Halbuki, Kur'ân'ı tefsir edecek, yine Kur'ân ve hadîs-i sahîhtir. Yoksa, ahkâmı mensûh olduğu gibi, kasası dahi muharref olan İncil ve Tevrat değildir.
Hem de, vaktâ ki hikmet-i Yunâniyyeyi Müslüman etmek için Me'mun'un asrında tercüme olundu. Fakat pek çok esâtir ve hurâfâtın menbaından çıkan o hikmet, bir derece müteaffine olduğundan, safiye olan efkâr-ı Arabın içlerine tedâhül ettiğinden, bir derece efkarları karıştırdığı gibi, tahkikten taklide bir yol açtı.
Hem de âb-ı hayat olan İslâmiyetten kâriha-i fıtrıyeleriyle istinbat etmeye kabil iken, o hikmetin telemmüzüne tenezzül ettiler. Evet, nasıl ki ihtilât-ı A'câm ile kelâm-ı Mudarî'nin melekesi fesâda yüz tutmakla muhakkikîn-i ulemâ, o melekeyi muhafaza etmek için, ulûm-u Arabiyenin kavâidini tedvin ettiler. Öyle de, şu hikmet ve isrâiliyât dahi, daire-i İslâmiyeye duhûlleriyle beraber, bazı nakkâd-ı muhakkikîn-i İslâm temyiz ve tasfiyelerine teşebbüs ettiler. Fakat -hayfâ- tamamıyla muvaffak olamadılar."
Said Nursî, çeşitli hikayeler ve muharref rivayetlerle Kur'ân'ı tefsir etmeye düşkün insanlara şöyle seslenir:
"Süreyyâyı serâda değil, semâda aramak gerekir. Kur'ân'ın meânisini de esdâfında ara. Yoksa, karma karışık olan senin cebinden arama; zira bulamıyorsun. Bulsan da, sikke-i belâgat olmadığından, Kur'ân kabul etmez."
Kur'ân'ın gerçek manada tefsir edilebilmesi için, Bediüzzaman'ın çok önemli bir teklifi vardır:
"Evet, her zamanın bir hükmü var. Zaman dahi bir müfessirdir. Ahvâl ve vukuat ise, bir keşşaftır. Efkâr-ı âmmeye hocalık edecek, yine efkâr-ı âmme-i ilmiyedir. Bu sırra binaen ve istinaden isterim ki: Müfessir-i azîm olan zamanın taht-ı riyâsetinde, her biri bir fende mütehassıs, muhakkikîn-i ulemâdan müntehab bir meclis-i mebusân-ı ilmiye teşkiliyle, meşveretle bir tefsiri telif etmekle sair tefâsirdeki münkasım olan mehâsin ve kemâlâtı mühezzebe ve müzehhebe olarak cem'etmelidirler." 51
HATİME
Kur'ân-ı Azîm:
Kur'ân-ı Azîm, pak ve tertemiz bir hayatın menbaıdır. Allah yeryüzünü ayakta tuttuğu sürece böyle olmuştur ve böyle olacaktır. Aynı zamanda O, "kasâvet-i mücessemenin misâl-i müşahhası olan 've'd-i benât' (kız çocuklarının gömülmesi) gibi umurlardan kalplerini taskîl etmesi (cilalaması) ve rikkat-i letâfetin lem'ası olan hayvanâta merhamet, hatta karıncaya şefkat gibi umûr ile tezyîn etmesi, öyle bir inkılâb-ı azîmdir... " 52
Risâlet-i İslâmın taşıyıcısı olan Hz. Muhammed (a.s.m.), "görürsün ki, ümmî, tecrübe görmemiş, zaman ve zemin yardım etmemiş tek bir adam ki, yalnız zekâya değil, belki gayet kesîr tecârübün mahsulü olan fünûnun kavâniniyle öyle bir nizam ve adaleti tesis ediyor ki, istidâd-ı beşerin kâmeti, netâic-i efkârı teşerrübünden tekebbür ederse, o şeriat dahi tevessü ederek ebede teveccüh eder. Kelâm-ı Ezelîden geldiğini ilan etmekle beraber, iki âlemin saadetini temin eder." 53
İşte, Bediüzzaman'ın düşünceleri bu çerçevededir. İşte sizler de, onun hedefi ve gayesini teşkil etmektesiniz.
Allah-u Teâlâ ona rahmet eylesin. Onu en geniş Cennetlerinde iskan eylesin. Ve onun ilminden, cehdinden ve hikmetinden bizleri de nasipdâr eylesin.
Şüphesiz ki Allah her şeyi işiten, isteklere cevap verendir. Hamd yalnızca âlemlerin Rabbi olan Allah'a aittir. Yazan, ilmin hizmetkârı: Ali Muhammed Lâğâ
Dipnotlar:
** 1947 yılında Lübnan'ın Trablus ilçesine bağlı Sefire beldesinde doğdu. 1995 yılında Sudan'da Ümmü Derman İslam Üniversitesinde profesor oldu. Halen Beyrut'ta İslami İlimler alanında lisanüstü eğitim veren bir kuruluşta görev yapmaktadır.